Aydınlanmanın amacı, insanları, köleleştirdiğine inanılan önyargı, batıl inancın (bunların kaynağı olduğu ve kurumsallaştırdığı varsayılan dinin) simgesi olduğu düşünülen eski düzenden kurtarıp, iyi ve özgürleştirici olduğu onaylanan aklın düzenine geçmesini sağlamaktır. Kant, insanın kendisi yerine düşünen bir kitabının, vicdanının yerini tutan bir din adamının, sağlığı için karar veren bir doktorunun olması durumunda bir zahmete katlanmasına gerek kalmayacağı belirtmektedir.
Aydınlanma döneminde bilimsel yöntemler, öğrenmenin laikleştirilmesi, dini hoşgörü, evrensel eğitim, bireysel özgürlük, akıl, ilerleme ve kilise ile devletin ayrılması konularına daha fazla vurgu yapılmıştır. Aklı temel almalarından dolayı rasyonalist olarak adlandırılabilir.
Bu filozoflar, felsefeyi batıl inanç ve birtakım doğmalardan arındırmak için akla ve akıl yürütmeye önem verdiler. Thomas Paine, her türlü yanlışa karşı en acımasız silah Akıl’dır. Bugüne kadar başka bir silah kullanmadım, bundan sonra da kullanmayacağım.
Tek Tanrı'ya inanırım, başka bir şeye değil; bu yaşamdan sonra da mutluluk olmasını umut ederim. İnsanların eşitliğine inanırım ve dini görevlerin doğru olanı yapmakla, merhametle ve insanları mutlu etmeye yönelik çabalarla ilgili olduğunu düşünürüm.
Bunlara ilaveten başka birçok şeye inandığım da varsayılmalıdır, bu çalışmanın ilerleyen bölümlerinde inanmadığım şeyleri ve bunların nedenlerini de söyleyeceğim. Yahudiliğin, Katolikliğin, Ortodoksluğun, Müslümanlığın, Protestanlığın ve bildiğim tüm din kurumlarının öğretilerine inanmıyorum. Benim din kurumum aklımdır.
Her ulusal dini kurum veya din, Tanrı tarafından belirli kişilere bazı özel görevlerin yüklendiği bahanesiyle kurulmuştur. Yahudilerin Musa'sı, Hıristiyanların İsa'sı, havarileri ve azizleri, Müslümanların Muhammed'i vardır, sanki Tanrı'ya giden yol öteki insanlara açık değilmiş gibi.
Bununla birlikte, İsa'nın Tanrı'nın Oğlu olduğuna dair hikâyenin geçerliliğini anlamak o kadar zor değildir. Doğduğu dönemde pagan mitolojisi dünyada halâ bir ölçüye kadar kabul görüyor ve insanların böyle bir hikâyeye inanması için gerekli temeli sağlıyordu. Pagan mitolojilerde olağanüstü insanların hemen hemen tümü değişik tanrıların oğlu olarak değerlendirilirdi. O dönemlerde birinin ilahi bir şekilde dünyaya geldiğine inanmak çok yeni bir şey değildi; tanrıların kadınlarla cinsel ilişkide bulunması bilinen bir düşünceydi. O dönem inancında Jüpiter'in bu tür yüzlerce ilişkisi vardı. Bu nedenle, anlatılan hikâyenin yeni, olağanüstü veya ayıplanacak bir yanı yoktu; o dönemde Yahudi olmayanlar veya mitoloji üretenler arasında kabul gören fikirlerle çelişmiyordu ve sadece bu insanlar hikâyeye inanıyordu. Yalnızca tek Tanrı'ya inanan ve antik mitolojiyi daima reddeden Yahudiler bu hikâyeye hiçbir zaman itibar etmediler.
Hıristiyan kilisesi adı verilen kuramın pagan mitolojisinin kuyruğuna takılıp yeşerdiğini gözlemlemek ilgi çekicidir. Bir dinin kurucusunun ilahi bir şekilde dünyaya geldiği ileri sürülerek ilk aşamada doğrudan bir birleşme sağlanmıştır. Bunu izleyen Tanrı üçlemesi, daha önceki yirmi-otuz bine varan tanrı kalabalığının azaltılmasından başka bir şey değildir.
Efesli Diana imgesinin yerini Meryem imgesi almıştır. Kahramanların tanrılaştırılması, azizlerin kutsallaştırılmasına dönüştürülmüştür. Eski mitolojilerde her şeyin bir tanrısı vardı, Hıristiyan mitolojisinde de her şeyin bir azizi oldu. Panteonda çok sayıda tanrı vardı, kiliseye de çok sayıda aziz doluştu; Roma ise her ikisine de ev sahipliği yaptı. Hıristiyanlık kuramının, pagan mitolojisine inananların güce ve gelire hizmet etmek amacıyla bir araya getirilmiş putlara tapınmasından pek de farkı yoktur ve bu ikili aldatmacayı ortadan kaldırma görevi hâlâ akla ve felsefeye düşmektedir.
İsa kendisiyle, doğumu, ailesi ya da buna benzer başka bir konu ile ilgili hiçbir şey yazmamıştır. Yeni Ahit olarak adlandırılan kutsal metnin hiçbir satırı onun tarafından yazılmamıştır. Onun hikâyesi tümüyle öteki insanların çalışmalarından oluşur; dirilişi ve göğe çıkışı hakkındaki söylenti de doğumu ile ilgili hikâyenin tamamlayıcı bir öğesidir. Onu dünyaya doğaüstü bir tarzda getiren hikâyeciler dünyadan da aynı biçimde götürmek zorundaydılar; aksi takdirde hikâyenin birinci bölümü havada kalırdı.
Evrende var olan gerçek Tanrı Kelamı ile insanların yazıp bastığı kitap içinde yer alan ve Tanrı Kelamı olarak adlandırılan söylem arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi bu şekilde gösterdikten sonra, tüm çağlarda ve belki de tüm ülkelerde insanlığa inanması emredilen üç temel kavramdan söz ederek devam ediyorum. Bu üç kavram, Gizem, Mucize ve Peygamberliktir. İlk ikisinin gerçek dinle bir arada olması mümkün değildir, üçüncüsünün de durumu kuşkuludur.
İnsanoğlu siyasi ya da dini sahtekârlık nedeniyle, Tanrı'nın yaratılış sırasındaki kelamı ya da işleriyle uyum içinde olmayan, insan kavrayışının üstündeki dini sistemleri kurduğunda tüm soru, sorgulama ve spekülasyonları önleyecek bir kelime yaratma gereksinimi içinde olduğunun farkına vardı. Gizem kelimesi bu amaca hizmet etti, böylece içinde gizem olmayan bir dinin gizem sisinin görünmezliği içine düşeceği anlaşılmış oldu. Tüm genel sorulara cevap veren gizem kelimesini, rastgele bir yardımcı gibi mucize kelimesi izledi. Birincisi kafaları karıştırırken ikincisi duyuları şaşırttı. İlki anlaşılmaz bir dil, ikincisiyse hokkabazlıktı.
Evrensel inançları yetkin bir biçimde meydan okuyan antik kitaplardan biri Eukleides'in Geometri'nin Temelleri kitabıdır. Kitap, yazarından bağımsız olarak zaman, mekân ve koşullara bağlı her şeyin açıkça tanımlanabileceğinin bizzat kanıtıdır. Kitapta yer alan konuların tümü günümüzde de güncelliğini korumaktadır, bu kitap başka biri tarafından yazılması ya da yazarının bilinmemesi durumunda bile güncelliğini sürdürecekti. Kitabın kimin tarafından yazıldığının kesinlikle bilinmesi, bu kitapta yer alan olgulara olan inancımızda hiçbir değişiklik yapmamaktadır.
Ama bu durum Musa, Yeşu, Samuel gibi kişilere atfedilen kitaplar için tam tersidir; bu kitaplar tanıklığa dayanmaktadır, sözü edilen kişiler doğal olarak meydana gelmesi mümkün olmayan olaylara tanıklık etmektedirler ve bu nedenle bu kitaplara yönelik inancımızın tümü ilk olarak bu kitapların Musa, Yeşu ve Samuel tarafından yazıldığının kesinliğine, ikinci olarak da onların tanıklıklarına inanmamıza bağlıdır; ayrıca herhangi bir kişinin bir olay hakkında kanıt sunduğuna inanıp inanmama hakkımız da saklıdır.
Birincisine, yani yazarlarının kesinlikle onlar olduğuna inanıp tanıklık ettiklerine inanmayabiliriz; aynı şekilde belli bir insanın kanıt sunduğuna inanıp sunduğu kanıtlara inanmayabiliriz. Musa, Yeşu ve Samuel'e atfedilen kitapların onlar tarafından yazılmadığı saptanırsa bu kitapların gerçekliği ve itibarı ortadan kalkar; çünkü birinin tanıklığı yaratılamaz ya da tanıklığın sahtesi olamaz; özellikle doğaya aykırı olaylar için sahibi bilinmeyen tanıklık olamaz; Tanrı'yla yüz yüze konuşmaya, Güneş ve Ayı bir kişinin buyruğuyla olduğu yerde sabitlemeye tanıklık etmek bu olaylara örnek gösterilebilir.
Antik kitapların büyük bir bölümü dâhilerin eseridir; bunlar arasında Homeros'a, Platon'a Aristoteles'e, Demosthenes'e ve Cicero'ya atfedilenler önemli yer tutar. Burada, söz konusu kitapların değerinin onlara yazarlarından dolayı verilen önemden kaynaklanmadığını bir kez daha vurgulamalıyım.
Dâhilerin eserleri olan bu kitaplar, yazarları bilinmeseydi de günümüzde aynı etkiye sahip olacaklardı. Homeros'a atfedilen Troya hikâyesinin doğruluğuna kimse inanmamaktadır; burada hayranlık duyulan şairdir ve hikâye efsanevi de olsa şairin değeri aynı kalacaktır. Kitab-ı Mukaddes yazarlarının (örneğin Musa) ileri sürdüğü hikâyelere Homeros'un hikâyesine inanmadığımız gibi inanmayacak olursak, elimizde Musa'nın sahtekâr olduğu dışında bir şey kalmaz.
Bunları açıkladıktan sonra, Kitab-ı Mukaddes'in gerçekliğini sorgulamaya devam ediyorum; bunun için Musa'nın adları Yaratılış, Mısır'dan Çıkış, Levililer, Çölde Sayım ve Yasa'nın Tekrarı olan beş kitabından başlamak istiyorum. Niyetim bu kitapların sahte olduklarını ve Musa tarafından yazılmadıklarını göstermektir; bu kitapların Musa zamanında değil, ondan ancak birkaç yüzyıl sonra yazıldığı bilinmektedir. Ayrıca bu kitaplar, Musa'nın yaşadığı söylenen zamana ve onu yaşamına ait bir tarihi denemeden başka bir şey değildir ve bunların Musa'nın ölümünden birkaç yüzyıl sonra kimliklerini gizleyen cahil ve aptal kişilerce yazılmış olduğu açıktır; bu da günümüzde yüzlerce veya binlerce yıl geçmişe ait tarihi yazmaya çalışan tarihçilerin çabalarına benzemektedir.
Mısır'dan Çıkış, Levililer ve Çölde Sayım kitaplarının tümünde (Yaratılış kitabında yer alan her şey Musa'dan öncedir ve ona dair bir ima bile yoktur kitapta) üçüncü bir kişinin konuştuğunu söyleyebilirim; sürekli olarak, Tanrı Musa'ya söyledi, Musa Tanrı'ya söyledi, Musa halkına söyledi, halkı Musa'ya söyledi biçiminde ifadeler vardır; bu da tarihçilerin yaşamını ya da yaptıklarını anlattığı kişiler için kullandıkları üsluptur.
Bir kimsenin kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak bahsettiği, dolayısıyla Musa'nın da böyle yaptığı varsayılabilir, ancak bu varsayım hiçbir şeyi kanıtlamaz; inanç savunucularının Musa'nın bu kitapları bizzat yazdığını iddia etmeleri bir varsayımdan öte gidemez, bundan ötürü de sessiz kalmaları daha iyidir.
Musa'nın kendisinden üçüncü tekil şahıs kullanarak bahsetmesinin onun dili kullanma hakkı olduğunu teslim etsek bile –ki her insanın böyle bir şeye hakkı vardır– bu kitaplarda yer alan konuların onu komik ve saçma hale düşürmesi nedeniyle kabul edilemez:
Örneğin, Çölde Sayım 12:3'de "Musa yeryüzünden yaşayan herkesten daha alçakgönüllüydü" ifadesi yer almaktadır. Musa, insanların en alçakgönüllüsü gibi davranmak yerine kendisi için böyle bir şey söylemişse, dünyanın en kibirli ve kendini beğenmiş züppelerinden biri olur; bu kitapları savunanlar istedikleri tarafını tutabilirler, çünkü her ikisi de onlara karşıdır: Musa bu kitapların yazarı değilse bu kitapların hiçbir hükmü yoktur; eğer yazarıysa bu durumda yazarın hiçbir inandırıcılığı yoktur, çünkü alçakgönüllülükle övünmek, alçakgönüllülüğünün tam tersidir ve duygusal anlamda bir yalandır.
Yasanın Tekrarı'ndaki üslup nedeniyle Musa'nın bu kitabın yazarı olmadığı öteki kitaplarına göre daha belirgindir. Burada daha dramatik bir tarz kullanılmıştır; yazar kısa bir girişle konuyu açar ve Musa'yı nutuk çekme konumunda bırakır; Musa'nın nutkunu bitirdikten sonra yazar kendi bölümünü yazmayı sürdürür ve Musa'yı tekrar ön plana çıkarana kadar böyle devam eder; sahneyi de ölüm, cenaze töreni ve Musa'nın karakterine değinerek bitirir. Kitapta konuşmacılar dört kez birbirlerinin yerini alır; birinci bölümün ilk ayetinden beşinci ayetine kadar konuşan aslında yazardır, sonra dördüncü bölümün kırkıncı ayetine kadar Musa'ya nutuk attırır, burada Musa'yı geri plana iterek, onun yaşadığı dönemde söylediği iddia edilen şeylerin sonucunda neler yapıldığını, tarihsel olarak uzun uzadıya anlatır.
Yazar beşinci bölümün ilk ayetinde, sanki Musa İsrail halkını bir araya toplamak istemiş gibi, konuyu tekrar gündeme getirir ve önceki gibi Musa'yı takdim ederek onu yirmi altıncı bölüme kadar konuşturur. Aynı şeyi yirmi yedinci bölümün başında da yapar ve yirmi sekizinci bölümün sonuna kadar konuşturur.
Tanrı Kelamı olduğu ileri sürülen Yaratılış'ın, Musa tarafından yazıldığı inancını ortadan kaldırırsak, geriye yazarı belirsiz hikâyelerin, fablların, geleneksel ya da uydurma saçmalıkların ya da düpedüz yalanların yer aldığı kitaptan başka bir şey kalmaz. Havva ve yılan hikâyesiyle, Nuh'un gemisi hikâyeleri düzeyi, sevimsiz Arap hikâyelerininkine indirir, sekiz, dokuz yüz yıl yaşadığı iddia edilen kişiler mitolojideki devlerin ölümsüzlüğü kadar efsanevidir.
Yahudi ordusu cinayet ve yağma seferlerinden birinden dönerken şu olay anlatılmaktadır (Çölde Sayım, 31:13. ayet): "Musa, Kâhin Elazar, topluluğun önderleri onları karşılamak için ordugahın dışına çıktılar; Musa savaştan dönen ordu komutanlarına –binbaşılara, yüzbaşılara– öfkelendi; onlara 'Bütün kadınları sağ mı bıraktınız?' diye çıkıştı, bu kadınlar Balam'ın verdiği öğüde uyarak Peor olayında İsraillilerin Tanrı'ya ihanet etmesine neden oldular. Bu yüzden Tanrı'nın topluluğu arasında ölümcül hastalık baş gösterdi. Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün; yalnız erkekle yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın."
Bu iğrenç emirden sonra, sıra elde edilen yağmanın paylaşımına gelir; burada da din adamlarının ikiyüzlülüğü suç listesini iyice kabartır. 37. ayette "...bunlardan Rabbe vergi olarak 675 koyun verildi; 36000 sığır vardı, bunlardan Rabbe vergi olarak 72 sığır verildi; 30000 eşek vardı, bunlardan Rabbe vergi olarak 61 eşek verildi; 16000 kişi vardı, bunlardan Rabbe vergi olarak 32 kişi verildi." denmektedir. Kitab-ı Mukaddes'in birçok bölümünde olduğu gibi bu bölümde de ele alınan konular insanlığın okuyabileceği en dehşetli ya da en uygunsuz satırlardır; mesela bu bölümün 35. ayetinde Musa'nın emriyle ırzına geçilecek, erkekle yatmamış kızların sayısı otuz iki bindir. İnsanlar, Tanrı Kelamı adı altında sunulanların ahlaksızlığını genellikle anlayamamaktadır. Dogmalarla büyüyen insanoğlu, Kitab-ı Mukaddes'in doğruluğunu ve iyiliğini kabul eder; bu kitabın Tanrı tarafından yazdırıldığına inandırılan insanoğlu, kitabın da onun cömertliğini taşıdığından şüphe duymaz. Aman Tanrım! Hâlbuki durum tamamen tersidir, bu kitap yalanlar, kötülükler ve dine küfürlerle doludur; insanın kötülüğünü Tanrı'nın emirlerine yüklemekten daha ağır küfür olur mu?
Musa'ya atfedilen kitabın onun tarafından yazılmadığını ve dolayısıyla Kitab-ı Mukaddes'in de sahte olduğunu gösteren asıl konuma dönüyorum. Yazıldığı tarihten dört, beş yüz yıl önce cereyan etmiş olayları gerçekmiş gibi sunan herhangi bir kitabın gerçekliğini geçersiz kılmak için daha önceden belirttiğim iki örneğe bir ek yapmaya hiç gerek yok. Örneğin, "onları Dan'a kadar izlediler" ve "krallar, İsraillilere hükmetti" ifadelerinde olduğu gibi bunlar zayıf olarak bile nitelenemeyecek kadar peygamberlik söylemi taşımamaktadır. Bu ifadeler geçmiş zaman kipindedir, birinin geçmiş zaman kipini kullanarak peygamberlik yapacağını söylemekse aptallıktan başka bir şey değildir.
Kendi kronolojilerine göre İ.Ö. 698 yılında Hizkiya'nın ölümünden kısa bir süre sonra ölen Yeşaya'nın bu kitabı yazdığını iddia ederek tüm dünyayı bunu kabul etmeye zorlayan kilise küstahlık etmekte ve rahipleri de büyük bir cehalet sergilemektedir; üstelik aynı kronolojiye göre Koreş'in Yahudilerin Yeruşalim'e dönmeleri lehine verdiği kararın tarihi İ.Ö. 536 yılıdır, yani iki tarih arasında 162 yıl vardır.
Kitab-ı Mukaddes derleyicilerinin bu kitapları kendilerinin yazdığını sanmıyorum, birtakım dağınık ve anonim metinleri amaçlarına en uygun isimlere atfederek toplamışlardır sadece. Bunları uydurdukları kadar dayatılmasını da teşvik etmişlerdir, zira bunların farkında olmamaları imkânsızdı. Kutsal kitabı oluşturanların sahte hünerleri, okul çocuğu belagatiyle yazılmış bu romantik kitabın her bölümünde bir ruh olan babanın bir bakireden doğan çocuğunun Tanrı'nın Oğlu olduğu akıl almaz düşüncesi önünde eğilindiği görüldüğünde, hiçbir dayatma bunlardan kuşkulanmamızı haksız çıkaramaz. Her cümle ve her olay üstünde boş inanç işkencesinin barbar elinin izi vardır ve hiçbir şekilde ifade edemeyecekleri anlamları taşımaya zorlanmışlardır. Her bölümün ve sayfanın başı İsa ve kilisenin adlarıyla süslenmiştir ve ihtiyatsız bir okur da bu yüzden okumaya başlamadan önce yanlış bir izlenime kapılabilir.
Suriye ve İsrail kralları (Yahudilerin ikiye ayrıldıkları, bunlardan birinin başkenti Yeruşalim olan Yahuda, diğerinin de İsrail olduğuna daha önce değinmiştim), Yahuda kralı Ahaz'a savaş ilan ettiler ve ordularını birlikte Yeruşalim'e sürdüler. Ahaz ve halkı telaşa kapıldı, bu konuya kitapta şöyle değinilmektedir, (Yeşaya 7:2. ayet) "...yürekleri rüzgârda sallanan orman ağaçları gibi titredi." Bütün bunlar olurken, Yeşaya Ahaz'a yaklaşır ve ona Tanrı adına (tüm peygamberlerin basmakalıp sözleri) güvence vererek bu iki kralın ona karşı başarılı olamayacağını bildirir, Ahaz'ı inandırmak için de bir işaret talep etmesini söyler. Kitaptakilere göre Ahaz Tanrı'yı sınamak istemediğini söyleyip bunu yerine getirmekten kaçınır; bunun üzerine Yeşaya 14. ayette şunları söylemektedir, "Bundan ötürü Rabbin kendisi size bir belirti verecek: İşte, bakire gebe kalıp bir oğul doğuracak..." 16. ayette de, "Ama çocuk kötüyü reddedip iyiyi seçecek yaşa gelmeden, seni dehşete düşüren o iki kralın toprakları [Suriye ve İsrail krallığını kastediyor] ıssız kalacak," diyerek devam etmektedir. İşaret buydu ve bu vaadin yerine getirilmesi için zaman kısıtlıydı; yani çocuğun önce kötüyü reddedip iyiyi seçmeyi öğrenmesi gerekiyordu.
Bu kadar ileri giden Yeşaya'nın sahte peygamber suçlamasına maruz kalmamak ve bunun sonuçlarına katlanmamak için işaretin gerçekleşmesini sağlayacak tedbirler alması gerekliydi. Elbette dünyanın hiçbir döneminde hamile bir kız bulmak ya da onu hamile bırakmak zor bir iş değildi, hem belki de Yeşaya önceden böyle birini biliyordu. O günün peygamberlerinin de bugünün rahiplerinden daha güvenilir olduğunu pek sanmıyorum: Sonraki bölümün 2. ayetinde, "Kâhin Uriya ile Yeverekya oğlu Zekeriya'yı kendime güvenilir tanık seçtim; ve kadın peygambere gittim, o da gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu." Çocuk ve bakireyle ilgili aptalca hikâye böyledir işte. Bu hikâyenin utanmaz sapıklığı üzerine Matta kitabı, daha sonralarıysa rahiplerin arsızlıkları ve pis çıkarlarının da eklenmesiyle İncil denen öğreti yaratılmıştır.
Bu hikâyeyi İsa Mesih ismini verdikleri kişi için de kullanmışlardır; kutsal denilen bir ruh tarafından hamile bırakılmış nişanlı daha sonra da evlenmiş, ama bakire denen bir kadının bir erkek çocuk doğurmasının aptalca hikâyesi yedi yüz yıl sonra bile anlatılmaktadır; şahsen ben bu teoriye inanmakta tereddüt içindeyim ve Tanrı ne kadar gerçekse bu hikâye de o kadar uydurmadır diyebilirim.
Yeşaya'nın yalancılığını ve hilesini göstermek için hikâyenin devamına bakmamız yeterli; Yeşaya kitabında hiç anılmadan geçilmesine rağmen hikâyenin sonu. Tarihler'in 28. bölümünde yer almaktadır; ancak burada iki kral, Yeşaya'nın güya Tanrı adına bildirdiğinin tam tersine Yahuda kralı Ahaz'a karşı başarılı olurlar:
Ahaz yenilir ve yok edilir, halkından yüz yirmi bin kişi kılıçtan geçirilir; Yeruşalim yağmalanır ve iki yüz bin kadınla çocuk tutsak alınır. Yalancı ve sahte peygamber Yeşaya ve onun adını taşıyan yalanlar kitabı için bu kadarı yeter. Şimdi de Yeremya kitabına geçiyorum. Bu peygamber, son Yahuda kralı Sidkiya'nın döneminde Nebukadnessar'ın Yeruşalim'i kuşattığı yıllarda yaşamıştır ve Nebukadnessar lehine hainlik yaptığına dair hakkında güçlü kuşkular vardır. Yeremya'yla ilgili her şey onun karakterinin belirsiz olduğunu göstermektedir; çömlek ve kil benzetmesinde (18. bölüm) kehanetlerini, olayların tahmin ettiğinden farklı gelişmesi durumunu da göz önüne alarak, bir açık kapı bırakacak kadar ustaca bildirmiştir.
7. ve 8. ayetlerde Tanrı'ya şunları söyletmektedir, "Bir ulusun ya da krallığın kökünden söküleceğini, yıkılıp yok edileceğini duyururum da, uyardığım ulus kötülüğünden dönerse, başına felaket getirme kararımdan vazgeçerim" Burada olayın bir yanı için bir koşul ileri sürülmektedir; diğer yanı için de 9. ve 10. ayetlerde şunlar yer almaktadır, "Öte yandan, bir ulusun ya da krallığın kurulup dikileceğini duyururum da, o ulus sözümü dinlemeyip gözümde kötü olanı yaparsa, ona söz verdiğim iyiliği yapmaktan vazgeçerim.
"Burada meselenin diğer yanı için başka bir koşul ileri sürülmektedir; bu peygamberlik söylemine göre Tanrı ne kadar yanlış yaparsa yapsın bir peygamber hiçbir zaman hatalı olamaz. Bu tür saçma bahaneler ve Tanrı'nın bir insan gibi konuşması, Kitab-ı Mukaddes'in ahmaklıkla dolu ifadelerinden başka hiçbir şeye yakışmaz. Kitabın özgünlüğüne gelince, her ne kadar bazı bölümlerin Yeremya tarafından anlatıldığı söylenebilecekse de, kitabın onun tarafından yazılmadığına karar vermek için sadece okumak yeterlidir.
Yeni Ahit'in eskinin peygamberlikleri üstüne inşa edildiği söylenmektedir; böyleyse temelinin kaderini izlemelidir. Bir kadının evlenmeden bir çocuk sahibi olmasında ve bu çocuğun haksız yere de olsa cezalandırılmasında olağanüstü bir durum olmadığı için, Meryem, Yusuf ve İsa gibi kişilerin varlığına inanmamak için bir neden göremiyorum; bunların varlıkları ilgilenmeye değmeyen bir sorundur, inanmak ya da inanmamak için bir neden yoktur, hem varsın öyle olsun, ne fark eder ki? Bununla birlikte, büyük bir ihtimalle bu kişiler yaşamıştı ya da en azından bazı koşullarda onlara benzeyen kişiler var olmuştur, çünkü hemen hemen tüm duygusal hikâyeler bazı gerçek durumlardan türetilmiştir; örneğin hiçbir kelimesi doğru olmayan Robinson Crusoe hikâyesi, Alexander Selkirk olayından esinlenmiştir.
Bu insanların yaşayıp yaşamamalarının üstünde durmuyorum; Yeni Ahit'te anlatılan İsa'nın hayatı ve bunun üstüne kurulmuş hayali ve çılgın doktrinin karşısındayım ben. Anlatılan hikâye kâfirlik derecesinde müstehcendir. Evlenmek üzere nişanlanmış genç bir kızdan söz edilerek, kızın nişanlılık döneminde bir ruh tarafından baştan çıkarılması anlatılmaktadır: "Kutsal ruh senin üzerine gelecek,
Yüceler Yücesi'nin gücü sana gölge salacak." (Luka 1:35. ayet) denilerek baştan çıkartılması anlatılmaktadır. Buna rağmen Yusuf daha sonra onunla evlenir, birlikte yaşamaya başlarlar ve sırası geldiğinde bu ruhun rakibi olur. Bu, hikâyeyi akla uygun konuma getirmektir ve bu biçimde anlatıldığında artık hiçbir rahip bundan dolayı utanç duymayacaktır. İnanç dünyasında müstehcenlik, nasıl sunulursa sunulsun, masal ve sahteciliğin göstergesidir, çünkü Tanrı'ya ciddi olarak inandığımızda onu saçma yorumlara neden olabilecek hikâyelerle ilişkilendirmeyiz. Bu hikâye Jüpiter'in Leda'yla, Europa'yla ya da adı ne olursa olsun birisiyle yaşadığı aşk maceralarına benzemektedir; Akıl Çağı'nın birinci kitabında da ifade ettiğim gibi bu Hıristiyan inancının putperest mitolojilere dayandığını göstermektedir.
Eski Ahit'te olduğu gibi insanların peygamber yaratmak için girdiği çabalar hariç, isteyerek yalan söyleyen birileri olduğuna inanmak gibi bir eğilim içinde değilim; çünkü peygamberlik profesyonel bir yalancılıktır. Neredeyse diğer tüm vakalarda basit bir varsayımın bile insanların saflığı sayesinde bir yalana dönüştüğünü ve bu yalanın da sonunda gerçek olarak anlatıldığını görmek zor değildir; bu tür bir şeye inanmaya iyi bir neden bulsak bile onların en aşırısını benimsemek zorunda değiliz.
Din tarihine aşina olmayanlar, Musa'ya atfedilen kitabın Musa'dan beri var olduğuna inandıkları gibi, Yeni Ahit adlı kitabın da İsa döneminden bu yana var olduğunu düşünebilirler. Oysa tarihi durum bundan tümüyle farklıdır: İsa'nın yaşadığı söylenilen zamandan 300 yıl sonrasına kadar Yeni Ahit denilen bir kitap yoktu.
Dört kitabın yazıldığı tarihte basım teknikleri gelişmemişti, bu nedenle elle yazılan kopyalardan başkalarının olması mümkün değildi, bu durumda da kopyayı çıkaranlar onlarda değişiklik yaparak bunların özgün kopyalar olduğunu iddia edebilirlerdi. Bilgeliğini ve iradesini ifade etmek için Tanrı'nın bu tür güvenilmez aracılara başvurmasının tutarlı olacağını düşünebilir miyiz? Ya da inancımızı bu tür belirsizlik içeren söylemlere bağlamamız tutarlı mıdır? Tanrı'nın yarattığı bir ot parçasını bile yapamayan ya da onu taklit edemeyen biz insanların Tanrı Kelamı'nı bu kadar kolaylıkla dile getirebilmesi ya da onları değiştirebilmesi ne tuhaftır.
Kilisenin amacı tüm ulusal kilise örgütlenmelerindeki gibi kazanç ve güç elde etmektir ve kullandığı araç da korkudur; dolayısıyla topladıkları bu yazılar arasında en mucizevi, en dikkat çekici olanlarının oylamada en fazla şansa sahip olması kaçınılmazdı. Kitapların özgünlüğünü bu oylar güvence altına almaktadır, çünkü bundan daha öteye gitme olanağı yoktur.
Bununla birlikte, kendilerini Hıristiyan olarak adlandıran önemli kişiler arasında, sadece doktrinde yer alan düşünceler alanında değil ama aynı zamanda kitapların özgünlüğüne yönelik tartışmalar sürmüştür. İ.S. 400 yıllarında St. Augustine ve Fauste arasında yer alan çekişmede Fauste şunları söylemektedir; "Evangelist adı verilen kitaplar havarilerden çok sonra kimliği bilinmeyen bazı kişiler tarafından, bunlara kendi isimlerini vererek ortaya çıkarırlarsa yeteri kadar inanılır bulunmayacağı korkusuyla havarilerin ismiyle yayınlanmıştır; içlerinde çok sayıda aptalca ve anlamsız ilişkiler vardır, bu nedenle de aralarında uzlaşma ve bağlantı sağlanamamaktadır."
Bu kitaplarda sahtekârlık yapma fırsatının çok olması da sahtekârlığı teşvik etmiştir. Kimse Homeros ya da Eukleides adıyla yazarak kazançlı çıkmaz, eğer onların yazdıklarına eşdeğer bir şey yazıyorsa bunları kendi adıyla yayınlaması daha iyidir. Yeteneksizse başarılı olamaz. Birincisine gurur, ikincisine yetenek izin vermez. Yeni Ahit'i oluşturan kitaplarda yer alan tüm sahtekârlıklar da bu kitapta sahtekârlık yapılmasını teşvik etmiştir. Hayal ürünü olan bir hikâye iki veya üç yüzyıl sonra gerçek bir yazarın adı altında özgün hale gelemez; bu konudaki tek başarı şansı sahtecilikte yatmaktadır; kilise yeni öğretisini bahane ederek gerçeği ve yeteneği bir kenara itmiştir.
İnsanların öldükten sonra sokaklarda yürümesi, ruhların ve hayaletlerin şiddet ya da olağandışı yöntemler kullanarak yok edilmesi hikâyeleri (daha önceden de gözlemlendiği gibi) yaygın bir biçimde anlatılmaktaydı; o dönemde yaşayan insanlar meleklerin ve Şeytan'ın görünmesi, insanların içine girmesi, onları malarya gibi ateşli hastalıklardan kurtarması ve kusma krizlerini sona erdirmesi –Markos'un kitabında Mecdelli Meryem'in yatağa yedi şeytan tarafından taşındığından söz edilmektedir– gibi şeylere kolayca inanacak yapıdaydı; İsa isimli bir kişiden böyle bir hikâyenin çıkarılması, daha sonra da Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adlı kitapların temelini oluşturması olağanüstü bir durum değildi. Her yazar duyduğu hikâyelere, görgü tanığı olduğuna inandığı aziz ya da havarinin adını vermiştir. Bu kitaplardaki çelişkiler ancak bu durumla açıklanabilir; öyle değilse, safdillik mazeretine sığınılmayacak yalan ve sahtekârlığın doğrudan dayatılması söz konusudur. Bunların Fauste'nin ifadesinde belirtildiği gibi yarı Yahudiler tarafından yazılmış olmaları yeteri kadar açıklayıcıdır.
Musa'nın ve peygamber olarak anılanların sahtekârlığı ve cinayetlerine sık sık yapılan atıflar bu durumu yeteri kadar açıklamaktadır; öte yandan da kilise, Eski Ahit ve Yeni Ahit'in karşılıklı cevaplar verdiğini kabul ederek bu sahtekârlığı tamamlamaktadır. Yahudi Hıristiyanlar ve Yahudi olmayan Hıristiyanlar arasındaki peygamberlik ve peygamberlerin vahiyleri, simgeler ve simge haline getirilenler, işaretler ve işaret haline getirilenler konusundaki tartışmalar özenle araştırılmış ve eski kilitlere uydurulan maymuncuk gibi birbirlerine uydurulmuştur.
Havva ve yılan arasındaki aptalca ama insanlarla yılanlar arasındaki düşmanlık yüzünden (çünkü yılan daha yukarılara ulaşamadığı için insanı topuğundan ısırır, insan da kendini korumak için onun başına tekme atar26) gayet doğal olan hikâye epey aptalca anlatılmaktadır. Bu aptal hikâye bir peygamber vahyine, simgeye ve başlangıç sözüne dönüştürülmüştür; Yeşaya'nın Ahaz'a bir bakire hamile kalacak ve bir oğlan doğuracak yalanını Ahaz'ın zafer kazanacağının simgesi olarak dayatması, Ahaz (Yeşaya kitabının incelenmesinde anlatıldığı gibi) yenilgiye uğrayınca çarpıtılmış ve üstü kapatılmıştır.
Pavlus'un mektupları. Pavlus'un yazdığı iddia edilen mektupların sayısı on dörttür ve Yeni Ahit'in geri kalan bölümünü tamamlamaktadır. Bu mektupların yazarının öğretisine açıklık getirmek için tartışma yolunu seçmiş olması nedeniyle, bunların Pavlus tarafından yazılıp yazılmadığının önemi yoktur. Diriliş ve göğe yükseliş olaylarını tanık olmuş gibi anlatmaz ve bunlara inanmadığını ilan eder.
Akıl dediğimiz yerde bir düşünce oluşmasının olağanüstü güzelliğini kim tarif edebilir? Düşünce oluştuğu zaman, şu anda yazdığım düşünce gibi ölümsüzlük kazanma yeteneğine sahip olur, bu da insanoğlunun böyle bir özelliğe sahip tek ürünüdür.
Bronz ve mermer heykeller yok olabilir; bunları taklit ederek yapılan heykeller, bir resmin kopyasının aslıyla aynı olmaması gibi, eskisinin aynı olmayacak, farklı bir işçilikle yapılacaktır. Fakat bir düşüncenin binlerce kez yeniden yayınlanması, bir ağaca oyularak, bir taşa kazılarak yazılması onun her durumda aynı düşünce olma niteliğini değiştirmez. Maddenin değişiminden etkilenmeyen, kesinlikle kendine has, bildiğimiz ya da tasavvur edebileceğimiz her şeyden farklı bir doğası olan benzersiz bir varoluş yeteneğine sahiptir. Üretilen şey kendi içinde ölümsüz olma yeteneği taşıyorsa onu üreten güç de, ki bu varoluş bilinciyle aynı şeydir, ölümsüz olabilir; üretilen şey de bağlantılı olduğu ilk maddeden, düşüncenin yazıldığı ya da basıldığı ilk şeyden bağımsız olduğu gibi bağımsızdır.
Doğruluğu görülürse, bir fikre inanmak, başka bir fikre inanmaktan daha zor değildir. Varoluş bilinci aynı biçime, aynı maddeye sahip olmaya bağlı değildir, duyularımız algılama becerisine sahipse, yaratılışın ürünleri duyularımıza gösterilir. Çok sayıda hayvanın yaratılmış olması, yaşamdan sonra başka bir yaşam olduğu inancını Pavlus'tan daha iyi öğretir. Bunların küçük yaşamları yere ve göğe, şimdiki zamana ve geleceğe benzetilebilir; deyim yerindeyse, içinde küçük ölçekte ölümsüzlüğü barındırır.
Yaratılışın gözle görülebilen büyüklükteki en güzel parçaları dünyaya geldiklerinde farklı biçimde olan kanatlı böceklerdir. Bu biçimlerine ve eşsiz görkemlerine bir süreç sonunda kavuşurlar. Yavaş hareket eden ve sürünen bir tırtıl, birkaç gün içinde ölü gibi hareketsiz duran bir figüre dönüşür, ama bundan sonra yaşamın küçük ölçekte tüm ihtişamı içinde bir değişim gerçekleşir ve muhteşem kelebek ortaya çıkar. Önceki varlıktan eser kalmaz, her şey değişmiştir; artık tüm enerjisi yenidir, yaşam onun için başkadır. Hayvandaki varoluş bilincinin önceki duruma göre aynı olup olmadığını anlayamayız; öyleyse aynı vücut içinde yeniden dirilmenin bundan sonraki varoluş bilincimi sürdürmek için gerekli olduğuna niçin inanmalıyım?
Akıl Çağı'nın birinci kitabında, yaratılışın kendisinin gerçek ve tek Tanrı Kelamı olduğunu ifade etmiştim; sadece bu örnek ya da yaratılışın kitabındaki bu metin, sadece bunun böyle olabileceğini değil, olduğunu da göstermektedir; yani gelecekte farklı bir durumda olmaya inanmak, yaratılışta gözle görülen olgulara dayanması nedeniyle akla uygundur: Bir kurtçuğun bir kelebeğe dönüşerek uçmasını bir olgu olarak bilmemiz nedeniyle, bundan sonra bulunduğumuz durumdan daha iyi bir durumda varlığımızı sürdüreceğimize inanmak zor değildir.
Burada, Eski Ahit ve Yeni Ahit konusunu kapatıyorum. Bunların sahte olduğunu gösteren kanıtları kitapların kendisinden çıkardım, bunlar iki tarafı keskin kılıç olarak kullanılabilir. Kanıtlar reddedilirse, kutsal metinler de reddedilmelidir, çünkü onları İncil'den çıkardım; kanıt kabul edilirse kitapların özgünlüğü reddedilir. Eski Ahit ve Yeni Ahit'teki akıl almaz çelişkiler, bunlara yemin eden insanları bir şeyin hem yanında hem de karşısında olma durumunda bırakmaktadır. Her iki kanıt da onun yalan yere yemin etmesine ve böylece güvenilirliğini yitirmesine neden olmaktadır.
Kendi açımdan, vahyin mümkün olduğunu kabul etsem de Tanrı'nın herhangi bir kimseyle, herhangi bir tarzda, herhangi bir dille, herhangi bir görüntüyle ya da duyularımızın algılayabileceği başka bir araçla doğrudan haberleştiğine inanmıyorum; tersine kendisini yarattığı varlıklarda gösteren Tanrı inancı, yaptığımız kötülüklerden pişmanlık duymamızı ve iyi davranışlara sahip olmamızı sağlayacaktır.
İnsanlığı sarsan en iğrenç kötülükler, en korkunç acımasızlıklar, en büyük sefaletler temelini vahiy ya da gökten indirilen din denilen bu olguda bulmaktadır. İnsanın yaratılışından bu yana yayılmasına çalışılan yüceliğin niteliğine karşı en onursuz inanç, ahlaka ve insanın mutluluğuna karşı en karşı en yıkıcı şey bu oldu. Binlerce şeytanın ortalıkta dolaşmalarına ve –eğer varsa– Şeytan öğretisini yaymaya çalışmalarına izin vermemiz, Musa, Yeşu, Samuel ve öteki Kitab-ı Mukaddes peygamberleri gibi düzenbaz ve canavarların dilindeki sahte Tanrı Kelamı ile bizden itibar görmesinden kat be kat iyidir.
Bazı Hıristiyanlar, Hıristiyanlığın silah zoruyla kurulmadığını söyler; iyi ama hangi dönemden söz etmektedirler? On iki kişinin bu işe silahla başlaması mümkün değildi, böyle bir güçleri yoktu. Ama Hıristiyanlığı yaymaya çalışanlar yeterli güce ulaştıktan sonra silah kullandılar, hatta kazığa oturtmayı ve canlı canlı yakmayı da; Muhammed de başlangıçta silah kullanmamıştı.
Benzer biçimde, başrahibin hizmetkârının kulağını kesen (hikâye doğruysa) Petrus'un yeterli gücü olsa başrahiple hizmetkârının kafasını kesmiş olacağını söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra, Hıristiyanlık başlangıçta Kitab-ı Mukaddes'e, bu kitap da tümüyle silaha dayanır; silah da korkutmaya değil, yok etmeye yönelik olarak kullanılmıştır. Yahudiler kimseyi kendi dinlerine döndürmediler, herkesi katlettiler.
Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit'in atasıdır, her ikisi de Tanrı Kelamı olarak adlandırılır. Hıristiyanlar her iki kitabı da okur, vaizler her iki kitaptan da vaaz verir, Hıristiyanlık denen şey her ikisini de destekler. Bu nedenle Hıristiyanlığın silahla kurulmadığını söylemek yanlıştır.
Zulmetmemiş tek mezhep Quaker'lardır; bunun tek nedeni Hıristiyan'dan çok deist olmalarıdır. İsa'ya çok fazla inanmazlar ve kutsal metinleri geçersiz yasalar olarak nitelerler. Bunlara daha kötü bir isim verselerdi, gerçeğe daha çok yaklaşmış olacaklardı.
Bir vahiy dininin tüm fikirlerini tehlikeli bir sapkınlık ve dindışı bir aldatmaca olarak reddetmek, Yaradan'ın karakterine saygı duyan, uydurma ıstıraplar listesini kısaltmak ve insanlığın arasına ekilmiş zulüm tohumlarını ortadan kaldırmak isteyen herkesin görevidir.
Vahiy dini denen bu sahte şeyden neler öğrendik? İnsana yararlı olabilecek hiçbir şey, ama Yaradan'ın onurunu zedeleyecek her şeyi. Kitab-ı Mukaddes bize ne öğretir? Yağmacılık, acımasızlık ve cinayet. Yeni Ahit bize ne öğretmektedir peki? Tanrı'nın nişanlı bir kadının aklını çelip ondan bir çocuk sahibi olduğuna inanmayı ve bu inanca da iman dememiz gerektiğini. Bu kitaplara düzensiz biçimde ve küçük parçalar halinde dağıtılmış olan ahlak bölümleri, bu sahte vahiy dininin parçası değildir. Vicdanın doğal ilkeleri ve ayrıca toplumu bir arada tutan ve onlar olmadan varlığını sürdüremeyeceği bağlardır; tüm dinler ve toplumlarda neredeyse aynıdırlar. Yeni
Ahit de bize bu konuda yeni hiçbir şey öğretmemekte, aşırıya kaçtığı noktalarda da acımasız ve gülünç olmaktadır. Verilen zararlara karşılık vermeme öğretisi, Yahudi olmayanlar ve Yahudilerden derlenmiş Özdeyişler kitabında Yeni Ahit'ten çok daha iyi işlenmektedir. Bu kitabın 25:21. Ayetinde "Düşmanın acıkmışsa doyur. Susamışsa su ver." denmektedir, bu deyiş Yeni Ahit'te şu biçimi almıştır, "Birisi sağ yanağınıza bir tokat atarsa, öbür yanağınızı da çevirin." Bu insanın sabırmeziyetine düzenlenmiş bir suikasttır ve onu köpek düzeyine indirir.
İşte buradayız. Tanrı'nın gücünün varlığı, her ne kadar doğayı ve onun varoluş biçimini kavrayamasak (kavramamız da imkânsız) da yeteri kadar gösterildi bize. Buraya nasıl geldiğimizi kavrayamıyoruz ama burada olduğumuzu biliyoruz. Bizi yaratan gücün, ne zaman isterse bu dünyadaki yaşamımızı nasıl sürdüğümüzün hesabını soracağını da bilmemiz gerekir; dolayısıyla inanç için başka gerekçe aramadan, isterse bunu yapacağına inanmak mantıklıdır, çünkü yapabileceğini önceden biliyoruz. Bilmemiz gereken tek şey, bunun gerçekleşme ihtimali hatta imkânıdır; bunu ihtimal değil de kesin bir gerçek olarak bilseydik düpedüz korkunun esiri olurduk; inancımızın hiçbir değeri ve en iyi davranışlarımız da erdemi kalmazdı.
Ankara-Ağustos, 2022
Cengiz Emik