Dört Hükümdar (John Julius Norwich)

Hayallerini gerçeklestir

Dört Hükümdar (John Julius Norwich)

Feodal Avrupa’nın ulusal devletler topluluğuna dönüştüğü, Doğu’da Osmanlı’nın güçlendiği, İspanya ve Portekiz’in keşiflerle zenginleştiği günlerde dört hükümdar: Fransız Rönesans’ına katkısı ve Protestanlara karşı sertliği ile tanınan I. François… Yaptığı sansasyonel evlilikler ve Anglikan Kilisesi’nin kuruluşuyla bilinen VIII. Henry… Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’na 1519-1556 yılları arasında hükmeden tahtı kendi isteğiyle bırakan V. Karl ve Osmanlı İmparatorluğu’nu dönemin en güçlü imparatorluğu haline getiren Avrupa’nın “Muhteşem” diye adlandırdığı Kanuni Sultan Süleyman…

On altıncı yüzyılın başı, yaşamaya değer heyecanlı bir dönemdi. Ortaçağın feodal Avrupa hızla değişerek ulusal devletler topluluğuna dönüşüyordu. Batı Hristiyanlığının birliği hiç olmadığı kadar tehdit altındaydı, hatta yüzyılın ilk çeyreği son bulmadan kaybolup gidecekti. Osmanlı Türkleri, peş peşe tahta çıkan muktedir ve hırslı sultanlar sayesinde bütün cephelerde batıya doğru ilerliyordu. Yenidünyanın keşfedilmesi İspanya ve Portekiz’e muazzam bir zenginlik kazandırmış, geleneksel Avrupa ekonomisinde büyük bir kesintiye yol açmıştır. Tarihin hiçbir döneminde kıtanın tamamı aynı on yıl içinde 1491-1500 arasında doğmuş dört büyük şahsiyet tarafından böyle gölgelenmemişti. Bu dört şahsiyet yaş sırasına göre İngiltere Kralı VIII. Henry, Fransa Kralı I. François, Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman ile Kutsal Roma-Germen İmparatoru V. Karl’dı. Kimi zaman dost, ama sıklıkla düşman, her zaman rakip olan bu dört hükümdar, Avrupa’yı avuçlarının içinde tuttular.

İçlerinde en renkli kişilik François’ydı. Tahta çıkmak için uzun bir yol kat etmesi gerekecekmiş gibi görünüyordu. Üç evliliğinin sonuncusu VIII. Henry’nin en küçük kız kardeşi Mary Tudor’du. Sanatı ve edebiyatı tutkuyla seven, kendini vererek ilgilenmesine sağlayabilecek servete sahip tam bir Rönesans adamıydı.

François; Yunanca, Latince ve İbranice eğitim verecek yeni bir okulun yöneticisi olması için devrin en büyük beşeri âlimi Rotterdamlı Erasmus’u davet etmiş ancak daveti rağbet görmemişti. 

Fransızlar, François’nın sonraki dört yüz yıl boyunca geleneksel düşmanları olan Almanlarla özdeşleştirilen Habsburg Hanedanıyla ömür boyu sürdürdüğü mücadelede gösterdiği katıksız şevki takdir ederler. Kayınbiraderi ve rakibi İmparator V. Karl’ın kasalarına akan yeni zenginlik karşısında afallayan François, Karl’ın her şeyi kendi bildiğini gibi elde etmemesi için Atlantik ötesine birkaç büyük keşif seferi düzenledi. François’nın hükümranlığının neredeyse tamamı Reformla aynı döneme rastladı. Protestanlığa yakınlık duyma eğiliminde olduğundan Karl’a sorun çıkarmış oluyordu.

François gibi İngiltere Kralı VIII. Henry de kral olmak için doğmamıştı. Kraliyet tacının ağabeyi Artur’a geçmesini bekleyerek büyümüştü. Daha üç yaşındayken babası tarafından İngiliz Yüksek Şövalye Nişanı ve dört yaşındayken İrlanda Valisi olmuştu. Ağabeyi Arthur Aragon Kralının kızı Prenses Catherine ile evlendiğinde daha on dört yaşındaydı. Ağabeyi 1502’de daha on beş yaşındayken veremden ölünce Catherine dul, Henry ise kendini tahtın varisi olarak bulmuştu. Ertesi yıl daha on iki yaşındayken, on yedi yaşındaki yengesi Catherine ile nişanlanmıştı. 1506’da papanın tanıdığı özel bir izinle evlendiler. Henry gayet sportif, sanata, müziğe ve edebiyata düşkün biriydi. Catherine’nin birkaç düşük yapmasının ilahi hoşnutsuzluğun bir göstergesi olarak gören Henry Papa VII. Clemens’in evliliğini iptal etmemesi gerektiğine inanıyordu. Ama boşanması sürekli Papa tarafından reddedilince, kiliselere ikonaların yerine kraliyet armaları koydurmuştu. Henry’in kavgası kurumsal değil kişiseldi. Henry sonunda Katolik kiliselerini kapatarak Anglikan kilisesini kurdu. Kendisinin haklı, Papanın haksız olduğunu, Tanrı’nın iradesini gerçekleştirenin Clemens değil, kendisi olduğundan emindi. Henry sadece hükümet işleri söz konusu olduğunda belirgin özgüven eksikliği gösterdiğinden siyasal kararların çoğunu son derece yetkin üç danışmanına bırakmıştı. Tudor Hanedanlığı boyunca her biri kendinden önce gelenden daha büyük bir güce sahip olmuştu. Henry’nin babası zamanında danışmanlarından Wolsey, York başpiskoposu ve kardinal oldu. Ancak Henry’nin evliliğini iptal ettirmeyi başaramadığından gözden düştü ve Henry’nin üçüncü danışmanı Thomas Cromwell kralın yeni gözdesi ve danışmanı oldu. Henry, Catherine’den  boşanıp Anne Boleyn’le evlenmek için Roma Kilisesi ile bağlarını koparması ve Anglikan Kilisesinin başkanı ilan etmesini mümkün kılan Wolsey değil Cromwell’di.

V. Karl ömrünün büyük bir bölümünü medeni dünyanın en güçlü adamı olarak geçirdi. Karl İmparator Maximillan’ın torunu Aragon kralı Felipe ile Kastilya Kraliçesi Juana’nın oğluydu. V. Karl, tarihte hiçbir Avrupalı hükümdarın sahip olmadığı kadar büyük bir miras devralmıştı. Bu mirasın üzerine topraklarını daha da genişletmesi sonucu kıta Avrupa’sında kutuplaşma başlamıştı. Fransa, adeta kapana kısılmıştı. Karl ise kendini bölünmüş bir hükümdarlığın hükümranı olarak bulmuştu. İmparatorluğunun iki parçası arasına giren Fransa ile birbirinden ayrılmıştı. Sonuç kaçınılmazdı: İki adam ömürleri boyunca Avrupa ve Batı Akdeniz’in hâkimiyeti için birbirleriyle mücadele edeceklerdi.

Sultan incelikli bir işçiliği yansıtan halılar ve minderlerle kaplı çok alçak bir sedirde oturuyordu. Yayı ve okları yanındaydı… Eğilip elini öptük ve sırtımızı ona dönmemeye dikkat ederek sedirin karşısındaki duvara dizildik. Odada üst düzeyde askerler, imparatorluk muhafızları, sipahiler ve yeniçeriler vardı.

Arşidük Ferdinand’ın Babıali’deki büyükelçisi Busbecq, dörtlümüzün sonuncusu, muhtemelen en büyük ve tartışmasız en zengin üyesini böyle betimliyordu. Muhteşem diye bildiğimiz Osmanlı Sultanı Süleyman, diğer üç kraldan biraz ayrılır. Birincisi Müslümandı, bu nedenle de Roma Kilisesine karşı tam bir kayıtsızlık içindeydi. Türkler, günümüzde isimlerini taşıyan topraklara nispeten yeni gelmişlerdi. İlk akıncı Türk dalgası Selçuklular, Küçük Asya’ya ancak 1071’de girmişti. Bizans imparatoru IV. Romanos Diogenes onlara karşı bir ordunun başına geçmiş a o yıl Malazgirt Savaşında ağır bir yenilgi alıp esir düşmüştü. Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan onu ve maiyetindekileri Konstantinopolis’e geri göndermiştir. O yüzyılın sonu gelmeden Türkler Anadolu’nun her yerine yayılmış, Bizans’ın elinde sadece bazı sahil bölgeleri kalmıştı.  Selçuklular arkalarında olağanüstü bir mimari miras bıraktılar. Bu yapıların büyük bir bölümü halen ayaktadır. Muhteşem camiler, zarafetle yükselen köprüler, görkemli kervansaraylar.

Ama hükümdarların hükmü uzun sürmedi. Orduları 1243’te Moğollar tarafından neredeyse yok edildi. Bunu izleyen kargaşa yıllarında geride kalan enkazdan birkaç küçük Türkmen devleti doğdu. Bunlardan biri de Osman adlı genç savaşçının aşiretiydi. Osman rüzgâr gibi ilerleyen bir seferin ardından Anadolu’nun batı ucunda, antik Bitinya’da bağımsızlığını ilan etmişti. Torunu Süleyman Paşa 1354’te Çanakkale Boğazını aşarak Gelibolu Kalesini aldı. Türklerin Avrupa topraklarındaki ilk üssü burası olacaktı. Osmanlılar neredeyse önüne geçilemez bir biçimde ilerlemeye başladır. Bu ilerlemenin zirve noktası tam yüz yıl sonra 29 Mayıs 1453’te bir Salı günü yirmi bir yaşındaki II. Mehmed’in tarihin en büyük kuşatmalarından biri sonrasında zaferle Konstantinopolis’e girmesi oldu. Süleyman II. Mehmed’in torununun oğluydu. Osmanlı İmparatorluğu, dört yüzyıl kadar daha varlık gösterecek olsa da onun yönetimi altında siyasal, askeri ve ekonomik gücünün zirvesine ulaşmıştı. Süleyman öldüğünde, Doğu Avrupa’nın büyük bir bölümü, Ortadoğu’yu, batıda Cezayir’e dek Kuzey Afrika’yı elinde tutuyordu. Donanması Akdeniz’in büyük bir bölümüne, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ne hükmediyordu. İngiltere Kıralı Henry’ye göre genellikle ciddi bir tehdit oluşturmayacak kadar uzaktı. Gelgelelim hem François hem de Karl açısından Süleyman’ın yarattığı tehdit hükümranlık alanlarının üstünde koca bir karabulut misali dolanıyordu.

Süleyman yirmi beş yaşında Osmanlı tahtına çıktığında, deneyimli bir hükümdardı. On beş yaşındayken Kırım’da Kefe’ye sancak beyi olarak atanmış,  bu önemli ticaret kentinde üç yıl görev yapmıştı. Ardından babası Yavuz Sultan Selim onu İstanbul’da saltanat naibi olarak görevlendirmişti. Babası Yavuz Sultan Selim kültürlü ve zeki bir hükümdardı. Ama görünüşe bakılırsa yönetimini idamlar ve infazlarla götürüyordu. Babası II. Bayezid’i 1512 yılında tahttan indirmiş sonra da öldürmüştür. Tahta çıktığında kendisinden küçük iki kardeşini ve beş yeğenini boğdurtmuştu. Dolayısıyla tahta çıkma vakti geldiğinde, Süleyman ailede sağ kalan tek erkekti.

Süleyman en başından beri geniş imparatorluğunu yönetme gücüne sahip olduğundan son derece emindi. İmparatorluğunun ötesindeki dünyanın hep farkındaydı. Batı Avrupa’daki başlıca güçleri ve hükümdarlarını incelemeye çok zaman ayırmıştı. “İspanya kralı” diye hitap ettiği İmparator Karl’ın, başarılı olursa onu ve tebaasını Asya steplerine geri sürecek Haçlı seferi düzenlemeye kararlı olduğunun farkındaydı. Talihi bakın ki o tarihlerde Hıristiyanlık âlemi acı bir bölünme içindeydi. En başta da Hıristiyan dini kendi içinde bölünmüştü. Süleyman dinin en bölücü güç olduğunu da biliyordu. Tehlike ne kadar büyük ya da ne kadar ihmal edilebilir olursa olsun, karşı koymak en iyi savunmaydı. Süleyman topraklarını Batı’ya doğru ne kadar genişletebilirse, imparatorluğu da o kadar güvende olacaktı. Süleyman, kendine özgü doğulu biçimde de olsa diğer krallar gibi o da bir Rönesans çocuğuydu. Türkçe, Farsça ve Arapçayı ana dili gibi konuşan yetenekli bir şairdi. Onun döneminde imparatorluk kentleri İznik (antik Nikaia) çinilerinin en ilham verici örneklerinin yanında başta Mimar Sinan olmak üzere imparatorluk mimarları bugün hala ayakta duran cami, okul ve kervansaraylar inşa ettiler.

Süleyman’ın on çocuk sahibi olduğu üç cariyesi vardı. İçlerinde derinden sevdiği ve sonradan karısı olan Polonya’ya bağlı Rutenya’da Ortodoks rahibin kızı olan Haseki Hürrem Sultandı. Hürrem sultan “Rus kadın” anlamına gelen Roxelane diye biliniyordu. Küçük yaşta Kırım Tatarları tarafından kaçırılmış, İstanbul’da köle olarak satılmış, imparatorluk haremine girmiş, muhtemelen mizah duygusu ve oyunculuğu sayesinde (Hürrem “neşeli kadın” anlamına gelir.) çok geçmeden sultanın gözdesi olmuştu. Sultana gitarıyla Slav şarkıları çalardı, çocuklarının çoğunu da doğurmuştu. Sonunda kölelikten azledilip sultanın nikâhlı karısı oldu. Orhan’dan beri hiçbir Osmanlı sultanın nikâhlı karısı olmamıştı. Dolayısıyla Hürrem çıkarlarını korumak açısından çok güçlü konumdaydı ve titizlikle de korudu.

Genç Prenses Catherine’nin İngiltere’deki ilk yılları mutlu geçmişti. On beş yaşındaki Prens Arthur’la sadece beş ay süren evliliğinin ardından dul kalmış, Galler prensi unvanını almış Henry ile evlendirilmiş sonraki yedi yıl boyunca ürkütücü bir biçimde iki ara bir derede kalmıştı. Catherine Londra’da boş olan Durham Piskoposları Sarayı’na yerleştirildi. Burada çoğu İspanyol olan birkaç hizmetçisi ile kalıyordu. Saraya davet edilmiyor, VIII. Henry’i görmesine izin verilmiyordu.

Nisan 1509’da VII. Henry Richmond’da veremden öldüğünde genç oğlunun yönetiminde özgürlük geri gelmiş ülkeyi yeni bir neşe ve iyimserlik havası sarmıştı. Catherine de kendini birden bambaşka bir dünyada bulmuştu. Haziran ayının 11’inde Henry ile Catherine evlendiler ve 24 Haziran’da Wetminster’da taç giyip tahta çıktılar.

Henry, Kral François’ten çok farklıydı. Henry’nin duyduklarına göre kendisine tehlikeli ve ciddi bir rakipti. François, Henry’i taç giyme törenine davet etmiş ancak bu davet kibarca geri çevrilmişti. Henry, François’in taç giydikten birkaç ay sonra İtalya’yı işgal etmeyi planladığını duyduğunda kulaklarına inanamamıştı. François bir zamanlar Fransa’ya ait olan toprakları tekrar geri almak ve Fransa’nın uğradığı askeri felaketlerin intikamını almak istiyordu. Milano’yu geri almak amacıyla İtalya seferi hazırlıklarına başlamıştı. Eylül 1515’de İsviçrelilerle yapılan Marignano’da Fransa tarihinin en büyük zaferlerinden birini kazanmıştı. François, Milano ve Napoli’ye daimi olarak ancak Papalığın işbirliği ile ayak basacağını biliyordu. Bologna’da Papa Leo’ya ihtiyaç duyduğu bütün güvenceleri verdi. Bologna buluşması sonrası Papa Leo’nun, François’dan yana kuşkusu kalmamış olmasına rağmen çok daha büyük bir tedirginliğe yakayı kaptırmıştı. Osmanlı Türkleri batıya doğru ilerliyordu. Osmanlıların, Balkanlar’ın derinlerine nüfuz edip Konstantinopolis’i fethetmelerinin üstünden yarım yüzyıla aşkın süre geçmişti ve o zamandan beri sürekli ilerliyorlardı. Kısa bir süre önce, Ağustos 1512’de Yavuz Sultan Selim öncülüğünde Suriye’yi fethetmişler, ertesi yıl Mısır’ı işgal etmişlerdi. Leo, “Uykudan uyanma vaktimiz geldi, yoksa farkında olmadan kılıçtan geçirileceğiz” diyordu. Fransa kralının ortak liderliğinde, diğer Hıristiyan kuvvetlerinin yeterliliklerine göre katılacağı yeni bir Haçlı seferi düzenlenmesini önerdi. Genel tepki Hıristiyanlık âleminde beş yıllık bir ateşkes ilan edilmesi oldu. Türk tehlikesi kabul ediliyor, ancak Avrupa’daki kralların önlerinde halletmeleri gereken daha acil sorunlar vardı.

Karl, Eylül 1517’de Felemenk kral naipliğini sürdürme işini halası Avusturyalı Margaret’e bıraktı ve Portekiz Kralı Manuel’le nişanlanmış, günün birinde I. François’yla evlenecek olan ablası Elenor eşliğinde İspanya’ya giden gemiye bindi. Bu yeni krallığa ilişkin ilk izlenimleri olumlu değildi. Küçük kardeşi Ferdinand üç yaşından beri İspanya’da yaşıyordu. Karl’ın İspanya ziyareti iki buçuk yıldan fazla sürecekti. Önceliklerinden biri, kardeşi Ferdinand’ın ayakaltından çekilmesini sağlamak için onu Flandre’a gönderdi. Kastilya, Aragon, Katalonya ve Galiçya’da uzun vakit geçirerek İspanyol tebaasının dilini ve göreneklerini öğrenmeye çalıştı. Mayıs 1520’de Flandre’a yelken açtığında ülkenin kalbini kazanamadığını biliyordu. Öte yandan Roma kralı seçilmiş ve artık Kutsal Roma-Germen imparatoru olmuştu.

Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, Avrupa’nın geri kalanını örnek almayı, seçimli monarşisini irsi monarşiye çevirmeyi asla beceremedi. İlk oğul ilkesi kabul edildiği sürece otomatikman işleyecek vesayet hakkında şüpheye yer bırakmaz. Seçim sistemiyse belirsizliğin aylar boyunca devam etmesine neden olur. Bu da hükümet ve idare üzerinde olumsuz etkiler yaratır. Seçimli monarşinin korunmasının temel nedeni, sadece imparatorluğun önemini değil benzersizliğini de vurgulamaktı. Hıristiyanlık âleminde en yüksek mevkie sahip yedi kişinin düşünüp yaptığı ağırbaşlı bir seçim sonrasında İmparatorluk aktarılacak ve bizatihi papanın taç giydirmesiyle kutsanacaktı. Bu yeterince etkili bir prosedür olabilirdi ancak on altıncı yüzyıl Avrupa’sında büyük ölçekli rüşvet anlamına geliyordu. 1519’daki imparatorluk seçimi Karl ile François arasında bir çekişme halini almıştı. İki hükümdarın savaş meydanında görmedikleri bir çekişmeydi bu. Karl, François’in almaması için bu unvanı kazanmaya ne kadar kararlıysa, François da onu Karl’a kaptırmamaya o kadar kararlıydı. Bunun iki gerekçesi vardı. Birincisi, İmparatorluk Almanya topraklarında olursa muazzam bir saygınlığa sahip olacaktı. İkincisi, İmparatorluğun Habsburgların denetiminde kalmasının yol açacağı diğer sorunları şöyle açıklıyordu: “Beni imparatorluğu almaya, bahsi geçen Katolik kralın imparatorluğu almasını önlemeye yönelten gerekçeyi anlayabilirsiniz. O başarırsa, krallığı ve derebeyliklerinin büyüklüğü itibariyle bana sınırsız bir zarar verir, her zaman güvensiz ve kuşkucu olacak, beni kesinlikle İtalya’dan atacaktır.”

Son derece haklıydı, ama seçici prensler için meselenin en iyi imparator kim olacağı değil, oyları karşılığındaki kazançları olduğunu öğrenmesi biraz zaman aldı. Yedi seçici prens 1519’da Frankfurt’ta toplandılar. Surların dışında Schwaben Birliği ordusu hazır bekliyordu. Nassau Kontu Henry meseleyi açıkça ortaya koydu. Mızrakları ve kılıçların ucunda değillerse, hiçbir Fransız, Almanya’ya girmeyecekti. Seçici prensler mesajı aldılar. Nihayetinde 23 Ekim 1520’de İmparator V. Karl olarak taç giydi.

1520’de VIII. Henry on bir yıldır, I. François ise beş yıldır tahtta oturuyordu. Rönesans’ın bu iki büyük kralı henüz yüz yüze tanışmamışlardı. Kardinal Thomas Wolsey ilk zirve görüşmesi için hazırlıklara başladı. Uzun ve titiz diplomatik görüşmeler sonrasında, Henry ile François, Golden Dale vadisindeki altın çadırlı ordugâhta 7 Haziran 1520’de görüştüler. Görüşmede hiç siyaset tartışılmadı. Zaten görüşmenin amacı siyasi değil sadece tanışma görüşmesiydi. İki ülkeyi ciddi biçimde yoksullaştıran Altın Çadırlı Ordugâh aslında muazzam bir gösteri olmaktan öteye gidememişti. Ancak, İngiliz ve Fransız soyluları arasındaki nefretin azalmasına açısından önemliydi.

Henry 11 Haziran’da Calais ile Gravelines arasında Karl’la buluştuğunda çok farklı bir hava esiyordu. François’dan aslında pek hoşlanmamıştı. Her şey bir yana Fransız kral ciddi bir rekabet gerektiriyordu. Yirmi yaşında olan Karl’a ise gerçek bir şefkat besliyordu. Nihayetinde eniştesi olan Kral Henry ona karşı bir ölçüde babacan hisler besliyordu. Gelgelelim, Henry, Fransız kralla kısa süre önceki görüşmesini ya da iki yıl önceki uluslararası antlaşmanın maddelerini unutmuş değildi. François’ya ihanet edecek bir şey söylememiş, sadece kendisinin de, imparatorun da Fransa’yla danışma görüşmeleri olmaksızın başka evlilik düzenlemeleri yapmamasını kabul etmişti. Karl, Henry’yi Fransız karşıtı bir ittifakın içine çekmeye, kız Mary ile douphin (Fransız veliahttı)  arasındaki evlilik sözleşmesini bozmaya çalışmıştı. Ama Henry verdiği sözü çiğnemesine yönelik bu tür uyarıları dinlemeye yanaşmamıştı.

 Bütün bunlara rağmen, Henry, Fransa’yı ya da İmparatorluğu müttefik olarak seçecekse, tercihini her seferinde İmparatorluktan yana kullanmak zorunda kalacağını gayet iyi biliyordu. François’yla ittifak kurmanın ona sunacağı pek bir şey yoktu. Karl’la kurulacak bir ittifak ise ordunun fethedebileceği kadar fazla Fransız toprağı elde edilmesini vaat ediyordu. Henry, önceki yıl dile getirdiği itirazlara rağmen Mary ile dauphin arasındaki evlilik sözleşmesini papalık unvanı bekleyen Wosley aracılığı ile bozdu. Mary’i, Karl ile nişanladı. Karl ile François arasında çatışmalar başladığında Henry’nin imparatordan yana çıkmasına kimse şaşırmadı. Henry de dört ay sonra savaş ilan etti.  

Ne var ki temel çekişme Fransa değil, İtalya’ydı. Karl’ın İtalya Yarımadasına duyduğu ilginin temelinde büyükbabası Kral Felipe’den Napoli, Sicilya ve Sardinya tahtlarını miras almış olması yatıyordu. Bunlardan başka İtalyan toprağı almak gibi bir niyeti yoktu.

Kral François İtalya’da kaldığı süre boyunca İmparatorluğun Napoli’deki varlığı karşısında büyük zorluk oluşturacaktı. 1515’te taç giyerken hak iddia ettiği, aynı yıl Marignano Savaşında aldığı Milano Düklüğünün endişe kaynağı haline geldiği kuzeyde de tehlike yaratıyordu. İmparator Karl, Henry’ye desteğinden ötürü derin bir minnet duyuyordu.

İmparator Karl’ın dünyanın hâkimi olması gerektiğine ne kadar kani olursak olalım, Sultan Süleyman hakkında bu ihtimalin çok uzak olduğuna inanırız. Türklerin doğu Avrupa’daki eski Hıristiyan düşmanlarının çoğu artık yoktu. Sırp ve Bulgaristan imparatorlukları on dördüncü yüzyıl sonunda, Bizans on beşinci yüzyıl ortalarında Osmanlı hâkimiyetine girmiş, geriye sadece Macaristan Krallığı kalmıştı.

Sultan Süleyman, tahminen üç yüz topa sahip yüz bin kişilik ordunun başında 6 Şubat 1521’de İstanbul’dan ayrılarak Macaristan’a doğru harekete geçti. Olağanüstü bir kariyerin eşiğindeki sağ kolu İbrahim Paşa’da yanındaydı. Arnavutluk’un küçük bir kasabasında dünyaya gelen İbrahim, korsanların baskını sırasında esir alınmış ve İstanbul’a getirilmişti. Cazibesi, zekâ ve yakışıklılığı ile görenleri etkilemiş ve Enderun’a gönderilmiş sonrasında sultanın kişisel yardımcılarından biri olarak atanmıştı. Çok geçmeden saraydaki en önemli görevlerden biri olan Odabaşılığa getirilmişti. Süleyman sarayın ileri gelenlerinin tüm karşı gelmelere rağmen 1523’te İbrahim’i sadrazamlık mevkiine getirmişti. İbrahim artık sultanın ve devletin en güçlü adamıydı. Süleyman’ın kız kardeşi Hatice Sultan’la evlendiğinde gücü daha da arttı. Venedik büyükelçisi “Sultan da, nedimleri de İbrahim olmaksızın karar alamaz, ama İbrahim sultana ya da başka birine danışmaksızın her şeyi yapar” diye yazıyordu.

Sultanın çıktığı bu yeni seferdeki ilk hedefi Belgrad’dı. Burası Sava ve Tuna nehrinin birleştiği yere kurulmuş güçlü bir kaleydi. Macaristan’a ve Tuna vadisine açılan kapıydı. Sultan buradan ordularını doğrudan Viyana’ya ilerletebilirdi. Janos Hunyadi 1456’da burayı Süleyman’ın büyükbabası II. Mehmed’e (Fatih Sultan Mehmed)  karşı savunmayı başarmış, II. Mehmed bu savaşta ciddi biçimde yaralanmıştı. Süleyman bu felaketin öcünü almaya kararlıydı. Belgrad kuşatması üç hafta sürdü. Nihayetinde Türk lağımcılar, kalenin başlıca kulelerini havaya uçurmayı başardı. Ortodoks Sırplar, Katolik Macarlardan nefret ettiklerinden canlarının bağışlanması koşuluyla barış antlaşması imzaladılar. Macarların tümü kılıçtan geçirildi.  Sırplar İstanbul’a götürüldü ve kentin kuzeydoğundaki ormanlık bölgeye yerleştirildi. Bugün burası Belgrad Ormanı olarak bilinir. Sonra, Türkler Belgrad’a girdi, çok geçmeden nüfusu yüz bini aşan Belgrad imparatorluğun İstanbul’dan sonraki ikinci büyük kenti haline geldi.

Hıristiyan âleminin doğudaki en büyük kalelerinden birinin İslam kuvvetleri karşında düştüğü, kiliselerin camiye çevrildiği haberi Batı Avrupa’ya ulaştığında genel bir şaşkınlık yaşandı. Sultan bundan sonra nereye saldıracaktı? Muhtemelen Budapeşte’ye doğru ilerler diye düşünülüyordu. Tuna boyunca ilerleyip Viyana’ya varabilirdi. Süleyman’ın acelesi yoktu. Tek düşmanı Macarlar değildi. Dikkatini, çok farklı yöndeki çok farklı bir düşmana yöneltti. Malta Şövalyeleri.

Filistin’de on birini yüzyılda hasta hacıları tedavi etmek amacıyla kurulan askeri bir tarikat olan Malta Şövalyeleri 1291’de son Haçlılarla birlikte Kutsal Topraklardan çıkarılmıştı. Uzun süren uygun bir karargâh arayışının sonra iki yıllık kuşatmanın ardından 1310’da şövalyeler Rodos’u aldılar ve burayı üsleri yaptılar.  Ardından Papalık kararnamesi ile burası onların mülkü haline geldi. Artık şövalyelik tarikatı değil, bağımsız bir devlet olmuşlar, İsa’nın düşmanlarına susturma savaşlarını sürdürüyorlardı. Süleyman’ın dikkatini şövalyelere çevirmesi an meselesiydi. Rodos, Anadolu sahillerinden on mil ötedeydi. Sultan II. Mehmed 1480 yılında yaklaşık yetmiş bin kişilik ordunun başında elli gemiyle Rodos’a hareket etmişti. Malta Şövalyeleri bu güçlü saldırıya altı yüz tarikat üyesi ve bin beş yüz paralı asker ve yerel milislerle karşı koydu. Kuşatmanın üçüncü haftasında surlar sarsılmaya başlamış tarikat lideri ağır yaralanmıştı. Ancak şövalyeler direnmeyi sürdürdüler, sonra birden Türk hatlarında baş gösteren panik ve başıbozukluklar nedeniyle ordu geri çekildi. Bu durumun neden böyle olduğu bugün bile esrarını korumaktadır. Türkler zafer kazanacakları anda kendilerini felaketin ortasında bulmuşlardı. Öfkeli sultan derhal yeni bir ordu kurmaya girişti 1481 baharında ordunun komutasını almak için Küçük Asya’dan geçerken dizanteriye yakalandıktan iki gün sonra Gebze yakınlarında öldü.

Dolayısıyla, II. Mehmed’in aldığı az sayıdaki yenilgiden birinin intikamı kırk yıl boyunca alınamamıştı. Malta Şövalyeleri o yıllarda hiç durmadan savunmaları üstünde çalışmışlardı. Tarikat lideri Philippe Villiers göreve gelmesinin ikinci haftasında Süleyman’dan bir mektup almıştı. Bu mektupta Belgrad ve diğer güzel iyi istihkâm edilmiş yerlerin sakinlerinin çoğunu öldürdüğünü geri kalanları esir ettiği birçok şehir dâhil olmak üzere yaptığı fetihleri anlatmıştı. Sonunda adada kalmak isteyen şövalyeler, sultanın egemenliğini tanımaları koşuluyla vergi ödemeksizin adada kalabileceklerdi. Philippe bu mektuba cevap vermedi.

26 Haziran 1522’de yedi yüz gemilik Osmanlı donanmasının ilk gemileri kuzeyde ufukta belirdi. Şövalyeler önceki yılı, aylar boyunca dayanmalarını sağlayacak kadar yiyecek, su ve cephane depolamakla geçirmişlerdi.

Uzun bir direnişten sonra Aralık ayına gelindiğinde şövalyelerin artık direnecek gücü kalmamıştı. Savaşta şövalyelerin yarısı ölmüş çoğu sakatlanmıştı. Sultan onurlu bir antlaşmayı önermeyi sürdürüyordu. Şövalyeler teslim olmaktansa kalenin enkazında yok olup gitmenin yeğ olduğunu savunuyorlardı. Sonunda Philipe sultana bir mesaj göndererek barış koşullarını görüşmek üzere şahsen kente davet etti. Müzakereler sonucunda tarikatın on iki gün içerisinde Rodos’tan ayrılmasına, geride elli esir, yirmi beş şövalye ve yirmi adalı bırakılmasına Türk ordusunun kentin bir kilometre uzağına çekilmesine ve yerel halkın beş yıl boyunca vergi ve devşirmeden muaf olmasına karar verildi.

1 Ocak 1523 akşamı tarihin en büyük kuşatmalarının birinden sağ çıkanlar Girit’e doğru yelken açtı. Şövalyelerin başka bir yurt bulması kolay olmadı. Girit’ten sonra Messina, Viterbo, Nice’i denediler ama hiçbirinde başarılı olamadılar. 1530’da Karl onlara Malta, Gozo ve Trablus’u verdi. Malta 268 yıl boyunca şövalyelerin yeni yurtları olacaktı.

Kral Henry son beş yıldır, İspanya’nın en Katolik ve Fransa’nın en Hıristiyan kralı unvanlarına denk bir unvan için Roma’nın başının etini yiyordu. Roma bu fikre çok soğuk bakmıyordu nihayetinde Papa X. Leo, Henry’e “inancın savunucusu” anlamına gelen Fidei Defensor (FD) unvanını verdi. FD simgesi bugün hala İngiliz paralarının üzerinde karşımıza çıkar.

İmparator Karl, 1521’de François’ya karşı elini güçlendirmek için Papa X. Leo’yla gizli bir anlaşma imzaladı. Bunun sonucunda Papalık ve İmparatorluğun birleşik kuvvetleri Fransızları Lombardiya’dan çıkardı ve Milano’da Sforzaları yeniden yönetime getirdi. Papalığın altı yıl önce kaybedilmiş Parma ve Piacenza’yı geri alınması sağlandı.

VII. Clemens’in on bir yıl süren papalığı sırasında Roma, barbar istilalarından beri görülmemiş düzeyde korkunç bir yağma geçirmiş, Almanya’da Protestanlık ayrı bir din olarak tesis edilmiş, İngiliz Kilisesi VIII. Henry’nin boşanma meselesi yüzünden kesin bir biçimde Roma’dan ayrılmıştı.

Gerçek şuydu ki aralarındaki husumete rağmen Karl’ın François’ya ihtiyacı vardı. Farklılıkları ne kadar aşılamaz olursa olsun iki hükümdar sadece Martin Luther’e değil, artık Süleyman’a karşıda güçlerini birleştirmek zorundaydı. Kral, Süleyman’ın bir dahaki sefere nereyi vuracağını merak ediyordu. Süleyman’ın Hıristiyanlık kuvvetlerine karşı ilerlemeyi sürdüreceğine kuşku yoktu. Karl’ın liderliğinde, bütün Hıristiyan güçlerinin desteklediği bir Haçlı seferi dışında başka nasıl durdurulabilirdi ki? Bu koşullarda François böyle bir girişimi desteklemeye nasıl ikna edilebilirdi? Kısacası Avrupa bu kadar acı bir biçimde, bu kadar acımasızca bölünmüşken böyle bir Haçlı seferi nasıl düzenlenebilirdi?

Ne var ki François bu koşullar altında hala kendi tehdit altında hissediyordu. Karl ile kardeşi Ferdinand Avrupa’nın tamamını denetim altına almaya kararlı görünüyordu. Kendi krallığıysa düşman toprakları ile çevrelenmişti. İşgale uğramamak için Doğu’da yeni bir müttefik bulması gerekiyordu. Bu sadece Osmanlı sultanı olabilirdi. Süleyman’a ilk Fransız diplomatik heyeti 1525 başında, ana kraliçenin talimatıyla gönderildi. Heyetin başında kim vardı bilmiyoruz, ama beraberinde götürdükleri değerli hediyelere Bosna paşası tarafından el konulup heyettekiler öldürüldü. François bu felaket haberini görünüşe bakılırsa tevekkülle kabul etti. François derhal başka bir heyet gönderilmesi talimatını verdi. Heyet başkanı bu kez Fransızlara hizmet eden Hırvat soylusu Jean Frangipani’ydi. Aralık ayında sağ salim İstanbul’a gelen Frangipani çok sıcak karşılandı. Bosna paşası Babıâli’ye çağrılarak aldığı her şeyi geri iade etmesi istendi. Süleyman kesin bir söz vermekten kaçınsa da yeni Fransız dostlarının, Karl’ın dünyanın hâkimi olmaması için ellerinden geleni yapacağını söyledi.

François Babıâli’yle dostane ilişkiler kurarak Doğu’da Hıristiyanların şansını hiç kuşkusuz arttırmıştır. Asıl amacı Karl’a karşı Osmanlıların yardımını almaktı. Sultanla yaptığı görüşmeler Avrupa’nın her yerinde biliniyordu. Thomas Cromwell’in bir zamanlar dediği gibi, “Hıristiyanlığın hiçbir ilkesi; eğer Milano’yu geri almasını sağlamayacaksa, Türk’ü ve Şeytanı Hıristiyanlığın kalbine sokmaktan kralı caydıramazdı.”

En Hıristiyan kral” düşmanlarının gözünde artık “Hıristiyan âleminin celladı” olmuştu. Söylentilere göre Türkler Tuna boyunda yeni bir sefere çıkmayı tasarlıyorlarsa, Fransızlar kuşkusuz bu seferi destekleyecekti. François kendisini bir gerilim hattında buldu. Avrupa’yı Hıristiyanlık davasına kesinlikle sadık olduğuna ikna etmekte yükümlüydü. Öte yandan sultanın güvenini kazanman, zaman zaman yapmak zorunda olduğu açıklamaların aslında önemli olmadığına onu ikna etmek hayati önemdeydi. Kendisinin Süleyman’a, Süleyman’ın ona olduğundan daha fazla ihtiyacı olduğunun da farkındaydı. Sultanın yardımı olmazsa, onu hem doğudan hem de batıdan sıkıştıran imparatorluğun büyük gücüne direnme şansı kalmazdı. Ayrıca Valois’ların eski hayalini gerçekleştirmeyi, İtalya’ya hükmetmeyi başka nasıl başarabilirdi ki?

Frangipani’nin diplomatik misyonu olabildiğince başarılı oldu. O sıralarda Süleyman’ın aklında başka düşüncelerde vardı. Macaristan’da bazı işleri yarım kalmış, bunları halletme vakti gelmişti. Böylece 21 Nisan 1526’da o ve sadrazam İbrahim paşa devasa bir ordunun başında İstanbul’un Edirne Kapısı’ndan çıkıp batıya yöneldi.

Yolları yeterince tanıdıktı. Sofya ve Belgrad’dan sonra Tuna boyunca ilerleyip Buda’ya yöneldiler. Osijek kasabasına geldiklerinde Drava Nehri üzerine yaptıkları 332 metre uzunluğunda köprüyü beş günde tamamladılar. Köprüden geçtikten sonra köprü yıkıldı ve geri çekilmek diye bir seçenek kalmamıştı. Sonunda Drava ve Tuna’nın birleştiği noktadan yaklaşık yirmi kilometre uzaktaki Mohaç Ovasına vardılar. İmparatorun kayınbiraderi Kral Lajôs burada onları bekliyordu.

Lajôs’a göre durum gerçekten de ciddiydi. Ülkesi derinden bölünmüştü. Köylülerin birçoğu o kadar büyük bir sefalet içinde yaşıyordu ki Türkleri kurtarıcı diye karşılamaya hazırdılar. Lajôs, Avrupa’nın başka yerlerinde destek bulabilmek için elinden geleni yapmıştı. İngiltere kralı Henry’e “Masteleri derhal yardım göndermezse krallığımı kaybedeceğim” diye yazmıştı. İspanya’da olan V. Karl’da yükümlülük altına girmekten kaçındı. Lajôs, İran şahına bile Doğu’da bir kargaşa çıkarması için yalvarmış ancak yanıt alamamıştı. Son çere olarak Kutsal Roma-Germen Dieti’ne başvurmuştu. Onlar da dinsel sorunlarının halledilmesi için genel bir konsey toplanması çağrısında bulunması koşuluyla yardım edeceklerini bildirmişti. Uzun tartışmalardan sonra konseyin on sekiz ay sonra toplanacağına söz verilmesi üzerine Kutsal Roma-Germen Dieti 24.000 asker göndermeyi kabul etti. Ama artık çok geçti. Mohaç Meydan Savaşı yapılmış ve kaybedilmişti.

Mohaç Meydan Savaşında Macaristan’ın bağımsız bir devlet olarak gelecek kuşaklarda devamına bir son verdi. Batı Avrupa’nın tamamı korkuya kapılmıştı. Yetmiş üç yıl önce Konstantinopolis’in kaybedilmesiyle yaşanan başarısızlığın tekrarıydı.

Mohaç’tan birkaç ay önce İmparator Karl, Portekiz Kralı I. Manuel’in kızı Isabel ile evlendi. Isabel, İspanya’da kaldı ve on üç yıllık evlilik hayatının yarısını kocası ile birlikte geçirdi. Isabel, otuz üç yaşındayken hayata gözlerini kapadı. Bu durum Karl’ı çok etkiledi ve ömrünün sonuna dek siyah giyindi.

VIII. Henry, Fransa’yı işgale yönelik bir harekât düşünse de bunun maliyeti oldukça yüksek olduğu için parlamento ayak sürüyordu. Ayrıca Henry Catherine’den ayrılma aşamasındaydı. Sonuçta, Ağustos 1525’te Fransa ile barış antlaşması imzaladı.

Cognac Birliği, İmparatorluk yanlılarını İtalya’dan çıkarma konusunda başarısızlığa uğramışlardı. Karl, birliğe karşı savaşan askerlerin paralarını ödeyemediği için, askerler Roma’yı yağmalamaya başlamışlardı. Tarihte ilk kez etkili bir yönetimin geliştiği Papalık devleti sarsılıyordu. Uzun çatışma ve yağmadan sonra Kardinal Pompeo Colonna’nın 8.000 askerle müdahalesinden sonra geçici bir düzen sağlanabildi.

Karl, İmparatorluk tacı giymeyi talep edecek kadar güçlüydü. Taç giymek artık önceki yüzyılda olduğu gibi vazgeçilmez bir tören değildi. Büyükbabası Maximillian bu töreni hiçbir şekilde dikkate almamıştı. Kendisi ise Aachen’de ilk kez taç giymesinin ardından on yıla yakın bir süredir tahttaydı. Bu süre zarfında otoritesinin nihai onayından yoksun kalmıştı. Yine de gerçek şu ki papa onu kutsayıp tacı başına takıncaya kadar Kutsal Roma-Germen imparatoru değildi. Geleneksel olarak taç giyme törenleri Roma’da yapılıyordu Ağustos 1529’da Cenova’ya geldiğinde Sultan Süleyman’ın başında olduğu büyük bir ordu Viyana’ya doğru ilerliyordu. Bu koşullarda İtalya Yarımadasının aşağı bölgelerine doğru bir yolculuğa kalkışmayı göze alamadı. Papa Clemens’e haberciler gönderildi. Clemens bu koşullarda Papalığa sıkı sıkıya bağlı ve erişilebilir durumda olan Bologna’da tören düzenlemeyi kabul etti. Karl, eylül ayında Bologna yolundayken Viyana’daki kardeşi Ferdinand’dan acil yardım çağrısı aldı. Taç giyme planlarını iptal etme noktasına geldi. Uzun süren değerlendirme sonucu töreni iptal etmekten vazgeçti. Viyana düşmüş veya Süleyman kış için geri çekilmiş olabilirdi. Her halükarda, İtalya’da beraberinde olan kuvvet terazinin kefelerini dengelemeye yetmeyecekti.

V. Karl bu nedenlerden dolayı 5 Kasım 1529’da Bologna’ya geldiğinde Papa Clemens büyük San Petronio Bazilikası basamaklarında onu bekliyordu. Yapılacak çok şey vardı. Taç giyme töreninden önce birçok sorunun tartışılması ve çözüme kavuşturulması gerekiyordu. Papalık Roma’sının İmparatorluk askerlerince yağmalanmasının Clemens’in Sant Angelo Kalesinde Karl’ın tutsağı olmasının üzerinden iki yıl geçmişti. Dostane ilişkilerin yeniden tesis edilmesi gerekiyordu. Taç giyme günü olarak 24 Şubat 1530 tarihi kararlaştırıldı. İmparatorluk ve papa İtalya’nın geleceğini karara bağlama konusunda kendilerine dört aydan kısa bir süre tanımışlardı.

Bu kadarı da yeterliydi. Barış antlaşmasının imzalanmasından sonra Clemens’in Cognac Birliği ve Karl’ın Roma’yı yağmalanmasını unutmamışsa bile en azından zihinlerde arka plana itilmişti. Belirlenen günde Karl önce kutsandı, sonra da papanın ellerinden Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun kılıcını, küresini ve asasını aldı. Sonunda tacını taktığında kutlamalar gece yarısına kadar sürdü.

 Tarihte son kez bir para imparatora taç giydiriyordu. Milattan sonra 800’de Papa III. Leo’nun imparatorluk tacını Charlemangne’ın başına takmasıyla başlayan yedi yüzyıllık gelenek o gün son bulmuştur. İmparatorluk son bulmamıştı ama bir aha hiçbir zaman sembolik olarak bile İsa’nın dünya üzerindeki temsilcisinin elinden devralınmayacaktı.

Sultan Süleyman yüksekten uçuyordu. Mohaç zaferi sonrasında Buda’yı almıştı. İtalya’daki kadar muhteşem Rönesans sanatı koleksiyonu barından sarayı yıkmış, kütüphanesindeki kitaplar ile Matyas Corvin koleksiyonunu İstanbul’a göndermişti. Mohaç, Hıristiyanlığın kalbinde Türklerin kazandığı ilk büyük zaferdi. Mesele şimdi Macaristan’ı kimin yöneteceğiydi. Kral Lajôs varis bırakmadan ölmüştü. Ekim 1526’da Lajôs’un kayınbiraderi Arşidük Ferdinand önce Bohemya, sonra Macaristan kralı olarak seçildi. Sonuçta Macaristan’da biri sultanın tanıdığı, diğeri imparatorun tanıdığı iki kral vardı.

Ferdinand’ı ortadan kaldırma, böylece Macaristan’ı kendi hükümdarlığı altında birleştirme arzusu sultanın 1529’da Viyana’ya saldırma kararının gerekçelerinden biriydi. Doğu Avrupa’yı fethetme yönündeki büyük planının bir parçası olarak her halükarda gerçekleştirebilirdi. Süleyman, Viyana’nın önemine rağmen şaşırtıcı derecede korunaksız olduğu, çok geçmeden boyun eğeceği inancındaydı. Viyana, Türk sınırına sadece yüz on kilometre uzaklıktaydı. Seferin nispeten kolay seyretmesi bekleniyordu. Belki de bu nedenle görünüşe bakılırsa hiç acelesi yoktu.  İstanbul’dan mayıs ayında ayrılmış, Macaristan’da epey vakit geçirmiş, Buda’ya başarılı bir saldırı düzenlemişti. Hiçbir şekilde gözü yılmayan sultan eylül ayında Viyana surları önüne  gelmiş ve kuşatmayı başlatmıştı.

Çok geçmeden Viyana’nın savunmasının sandığından daha güçlü olduğunu anlayacaktı. Kent içinde, yaklaşmakta olan tehlikenin farkında olan savunmacılar Avrupa’dan paralı askerler getirmişlerdi. Kentin dört kapısı kapatıldı surlar güçlendirildi ve devasa iç hendek inşa edildi.

Türk kuşatma savaşlarında yapıldığı üzere, lağımcılar surların altına tünel ağı kazmaya stratejik noktalara mayın yerleştirmeye başladılar. Savunma kuvvetleri mayınları yerleştirir yerleştirilmez tespit edip etkisiz hale getiriyorlardı. Türkler kendilerinin uzun ve zorlu bir kuşatmanın beklediğinin farkına varmaya başladılar. Kötü hava koşulları hasta askerleri daha da bitap düşürüyor, cephane ve erzak tükeniyordu. Süleyman elindeki bütün kuvvetleri çaresizce son bir saldırı için topladı. Bu saldırı da başarısızlığa uğrayınca ordunun başına geçip İstanbul’a dönmekten başka seçeneği kalmadı.

Osmanlı ordusu ufukta yitip giderken Viyana’da kilise çanları çalıyor, kutlama amacıyla top atışları yapılıyordu. Osmanlı ordusunun sıkıntıları henüz son bulmamıştı. Boğaziçi’ne doğru uzun ve korkunç bir yol uzanıyordu önlerinde. Toplarının ve yüklerinin çoğunu kaybetmişler ya da terk etmişlerdi. Erzakları kıt olduğundan esirlerin birçoğu yolda ölecekti. Sultanın şahsi kanaatine göre sefer tam bir felaket olmuştu. Batı’ya doğru ilerlemesinin sınırlarını belirlemekle kalmamış, devranın tersine dönmesinin Osmanlı İmparatorluğunun sonraki dört yüzyıl içinde sürekli gerilemesinin de başlangıcı olmuştu.

Henry’nin Aragonlu Catherine’le evliliği ilk yıllarda yeterince mutlu bir birliktelikti. 1527’de bunların hepsi uzun zaman önce geride kalmıştı. Catherine kendisinden beş yaş büyüktü. Henry, Anne’nin kız kardeşi Mary Boleyn’i de biliyoruz. Söylentilere göre ondan bir oğlan çocuğu olmuştu. Ancak Henry hiçbir zaman bu çocuğu kabul etmemişti. Anne’nin tahta çıkması sonrasında Mary saraydan çıkarılmıştı.

Cromwell 1532’de, Henry François ile bir görüşme daha yapmaya karar verdiğinde çok güçlü bir konuma gelmişti. Henry’nin evliliğinin iptali konusunda papanın ayak sürümesinin, Catherine’nin yeğeni imparatoru rencide etme korkusundan kaynaklandığının farkındaydı. İki kralın bir araya gelip, Kutsal Baba’yı ikna etmesi mümkün değil miydi? İngiltere’yi Katolik saflarında tutmak adına korkusunu bir kenara bırakamaz mıydı? Temmuz 1532’de İngiltere ve Fransa yönetimlerinin imzaladığı gizli anlaşmayla Henry’nin ertesi ekimde Manş’ı geçmesine karar verildi. Biraz yüz kızartıcı olsa da Henry, Anne’i yanında götürmeye karar verdi.

Henry’nin, François’dan yardım isteme amaçlı bu ziyaretin ikinci gerekçesi imparatorun Almanya’daki prenslerle ilgili sorgulanabilir konumuydu. Karl’ın kardeşi Ferdinand 1531’de Romalıların kralı, dolayısıyla İmparatorluğun varisi seçilmişti. François Cambrai’de, Almanların işlerine karışmamaya söz vermişti. Ama prenslerin taleplerine direnmek kolay değildi. Henry ile birlikle imparatora azami düzeyde rahatsızlık vermek için nasıl bir yol izleyeceklerini kararlaştırmaları gerekiyordu.

Papa VII. Clemens o sıralarda gücünü ciddi biçimde yitirmekteydi. Görünüşe bakılırsa hiçbir konuda kesin karara varamıyordu. François ve Henry bu nedenle ona sert sözler içeren ve iki kralında memnuniyetsizliğini gösteren mektuplar göndermeye karar vermişlerdi. Henry’nin mektubu evliliğinin iptali, François’in ki ise İtalya hakkındaydı.

Sultan Süleyman Viyana’yı alamadığı için kendini aşağılanmış hissediyordu. İkinci bir girişimde bulunma kararıyla Nisan 1532’de bir kez daha Sadrazam İbrahim Paşa’yla İstanbul’dan ayrıldı. Tuna boyunda ve çevresinde ikinci bir sefere girişilecekti. Ardında yüz bin asker, üç yüz top ve on iki bin yeniçeri bulunuyordu. Belgrad’da on beş bin asker daha kendilerine katılacaktı. Kırım Hanı Giray’ın emrindeki Kırım Tatarları sultanın emrine verilmişti. Süleyman görünüşe bakılırsa Hıristiyan ordusunun başında Karl’ın bulunacağını varsayıyordu. Ordu Sırbistan’da Niş’e vardıklarında Ferdinand’ın elçileri, efendilerini Macar kralı olarak karşıladığında ona yüz bin duka önerdiklerinde onları şu sözlerle geri çevirmişti.

“İspanya kralı uzun zaman önce Türklerle savaşmak istediğini söyledi. Allah’ın inayetiyle ordumla onunla karşılaşmak üzere yola revan oldum. Yüreği büyükse, beni savaş meydanında beklesin. Allah’ın iradesi yerine gelsin. Benimle karşılaşmaya niyeti yoksa imparatorluğuma vergi ödesin.”

 Ordu, 5 Ağustos’ta Viyana’dan seksen kilometre uzakta bulunan Güns kasabasına vardığında durdu. Süleyman’ın ilerlemesi bir şekilde gecikmişti. Ordunun komutası geçici olarak İbrahim Paşa’daydı. Kuşatma altındaki Macar garnizonu sekiz yüz askeriyle büyük bir kararlılıkla yirmi beş gün içinde on dokuz büyük saldırıya karşı koydu. Sadrazam altıncı günde kalenin komutanı Nicolas Jurisics’e teslim olması ve iki bin florin haraç ödemesi çağrısında bulundu. Bu çağrı Nicolas tarafından reddedildi.

  Süleyman eylül ayını Steiermark’ta olabildiğince fazla kasaba ve şehri yağmalayarak geçirdi. Sonra Belgrad üzerinden 18 Kasım’da İstanbul’a döndüğünde zafer kutlamaları yapılıyordu. Ancak bu ikinci sefer, birincisi kadar bile başarılı olamamıştı. Viyana’ya saldırmak şöyle dursun, yaklaşamamıştı bile. Başka bir girişimde bulunmayacaktı. Bütün kentlerden daha fazla elde etmek istediği bu kent Hıristiyanların elinde kalacaktı.

  Belki de François’dan aldığı cesaretle Henry, Dover’a dönmelerinin ertesinde gizli bir nikâh töreniyle Anne Boleyn’le evlendi. Centerbury Başpiskoposu Cranner, St. Peter Manastırında toplanan özel bir mahkemede, Catherine’in Artur’la önceki evliğinden dolayı, Henry ile olan evliğini iptal etti. Birkaç gün sonra da Henry ile Anne’in evliliğinin geçerli olduğunu ilan etti. Papa Clemens bu evliliği resmen kınadı ve eylül ayına kadar tekrar Catherine ile evlenmezse kiliseden aforoz edileceği tehdidinde bulundu. Catherine hem kendi ülkesine hem de ülkesi olarak benimsediği İngiltere’ye gayet iyi hizmetlerde bulunmuştu. 1507’de İspanya Krallığı’nın İngiltere’deki resmi temsilcisi olarak atanan Catherine, Avrupa tarihinin ilk kadın büyükelçisi olmuştu. Gözden düşen Catherine Cambridgeshire’da Kimbolton Şatosunda kendine verilen küçük bir odadan çıkmayı reddetti ve 1536’da hayata gözlerini yumdu.

 Artık dizginler Anne’in elindeydi. İngiltere’de çok az sevilen kraliçe olmuştu. Başpiskopos Cranmer manastırda ona İngiltere kraliçesi tacını taktı. Üç ay kadar sonra Anne bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Henry’nin annesi bebeğe Yorklu Elizabeth adını verdi. Henry’nin bir oğlu oluncaya kadar tahtın varisi Elizabeth’ti.

 1533 yılı François açısında unutulmayacak bir yıldı. Oğlu papanın yeğeniyle evlenmişti. Augustins Kilisesinde VII. Clemens, yeğeni Catherine ile François’nın oğlu Orleans Dükü Henri’nin nikâhlarını kıydı. Böyle bir tören, Fransızlar ile Papalık arasındaki ittifakın bir emaresi olarak yorumlanabilirdi. François ile Clemens’in uzun sohbetleri sırasında François’ın eski takıntısı Milano’yu ve Clemens’in ise Parma ve Piacenza konusunu açtığını ayrıca François’ın İngiltere kralının aforozunun altı ay daha ertelenmesi ve Türklerin, Hıristiyanlığı işgaline karşı çıkmamakla kalmayacağını kendine ait olan ve imparator Karl’ın gasp ettiği yerleri geri alabilmek için Clemens’i elinden geldiğince destekleyeceğini belirtmişti.

Kral Henry soğuk terler döküyordu. Roma’dan kopuşu onu hiç olmadığı kadar François’ya bağımlı hale getirmişti. Öte yandan François artık resmen papanın akrabası olması nedeniyle Henry ona ne kadar güvenebilirdi? Henry’nin kuşkularından tamamen haberdar olan François bunları sonuna kadar kullanmış, Londra’ya tam yetkilere sahip elçi göndermişti.

Papa Clemens Eylül 1534’de öldüğünde görevinde başarılı olamamıştı. Henry ile hiç bitmeyecekmiş gibi görünen savaşında elindeki kartları iyi oynayamamıştı. Papa Clemens’in ölümünü Henry coşku ile karşılarken François’ın kolu kanadı kırılmıştı.  Clemens’in ölümünden iki ay sonra İngiltere Parlamentosu, kralı “İngiltere Kilisesi’nin toprakları üzerindeki tek üstün başkan” olarak ilan eden Üstünlük Yasası’nı onaylamış ve İngiltere’nin Roma’ya tabiiyetinden tümüyle silkinmişti. O zamana dek Roma’ya bağımlı olan İngiltere Kilisesi her şeyi başkalaştırmıştı. Henry kendisinin, seçilmiş halkını Papalığın mahkûm ettiği esaretten kurtaracak Musa olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişti. Avrupa’da daha önce seküler bir kral, tebaası üzerinde böyle manevi bir otoriteye sahip olduğunu ileri sürmemiştir. Krallığın nerelere uzandığını bildiren fermanlar çıkarıldı.

Alessandro Farnese’nin Papa III. Paulus seçilmesi, Fransa’nın Vatikan’a karşı izlediği politikanın değiştirilmesi gerektiği anlamına geliyordu. Ekim 1534 Pazar sabahında Paris’in her yerinde “Missa Ayinin (İsa’nın dirildiğine inanıldığı Pazar günü ayini) Korkunç Suiistimali Hakkında Gerçekler” yazılı afişler bu sözlerle başlıyordu. Katolik ayine yönelik okuyanları korkutan ifadelerle doluydu. Söylentiler yayılırken bütün Katolik kiliseleri yakılacak, Katolikler ibadet yerlerinde katledilecekti. Bu olayın arkasında kimlerin olduğu araştırılmaya başlandı. Sayısız kişi tutuklandı ve masum bazı kişiler yakıldı. François aklını yitirmişti. Ardından engizisyon uygulamalarından farklı olmayan olaylar yaşandı. Yeni kitaplar yasaklandı. 21 Ocak 1534’de Paris’te genel bir geçit töreni düzenlendi. Kralın üç oğlu ve Vendome dükünün taşıdığı bir tahtırevanda oturan Paris piskoposu kutsal ayin ekmeğini elinde tutuyordu. Notre-Dame Katedralinde düzenlenen ayinden sonra François büyük bir kalabalığa hitap etti. Dinden çıkmış kim varsa ailelerini ve dostlarını bile cezalandırmaya teşvik edici sözler kullandı. O gün, altı kişinin yakılması ile son buldu. Korkunun hükümranlığı işte böyle devam etti. İnsan aslında ufak bir kışkırtmaya François’nın neden bu kadar vahşice ve aşırı bir tepki verdiğini merak ediyor.

Henry ile François Ekim 1532’de birbirlerine veda eder ve Türklere karşı güçlerini birleştirmeye niyetli olduklarını açıklarken, iki kral belli bir plandan ziyade belirsiz bir niyetten bahsediyordu. Bunu anlamak zor değildi. Osmanlı İmparatorluğu çok uzaktaydı, en azından Henry’yi doğrudan ilgilendirmiyordu. Öte yandan sultanı üç yıl önce Viyana kapılarında gören V. Karl açısından ciddi bir tehditti. 1534’te birdenbire alarm çanları çalmaya başladı. Yeni tehlike beklenildiği gibi Doğu Avrupa’da değildi. İmparatorluğun en güneydoğu ucunda Sicilya Adasındaydı. Bu tehdidin ardında şahsen sultan değil, tebaasının en tehlikeli mensupları Berberi korsanları vardı. Mağribîlerin İspanya’dan sürülmesi yersiz, yurtsuz, sefil ve intikam arzusuyla dolu insanların yayılmasına yol açmış birçoğu Kuzey Afrika’daki dindaşlarına katılmış korsan hayat tarzını benimsemişlerdi. Berberi efsanesi işte böyle doğmuştu.

1530’ların başında korsanların lideri Barbaros Hayreddin’di. Midilli Adasında doğan Barbaros’un babası Yunanistan doğumlu yeniçeri annesi ise Rum asıllıydı. Kuzey Afrika sahil şeridinde hem Hıristiyan hem de Müslüman gemileri arasında felaket rüzgârları estiren 1516’da Cezayir sultanını kendi sarığıyla boğan ağabeyi Oruç’tan liderliği devralmıştı. Oruç ertesi yıl bugünkü Cezayir’in büyük bir bölümünü İspanya’dan aldı ve Süleyman’ın babası I. Selim’e armağan etti. Sonuçta bu topraklar artık Osmanlı İmparatorluğuna aitti. Oruç 1528’de İspanya’nın Tlimsen kuşatması sırasında öldürüldü. Kardeşi sultanı hükümdarı olarak kabul etti ve on beş yıl boyunca Kuzey Afrika sahillerindeki seferleri Süleyman’ı o kadar etkiledi ki 1533’te onu Osmanlı donanmasının kaptanıderyası ilan etti. Böylece Barbaros 1534 yazının başında yeni inşa edilmiş bir filoyla Altın Boynuzdan ayrıldı. Nihai amacı kırk dört erkek kardeşini öldürdüğü Mevlay Hasan’ın yönettiği Tunus’u fethetmekti. 16 Ağustos 1534’de Tunus limanına geldi ve bombardımana başladı. Mevlay Hasan’ın çoktan kaçtığını anladı. Tunus artık Barbaros’un elinde olduğundan imparator Karl’ın Sicilya’daki hükümranlığı ciddi bir tehdit altındaydı.

Karl bu haberi alır almaz, Batı Akdeniz’in bir “İspanyol gölü” haline geldiğinde fethin ancak tamamlanmış olacağını söyleyen büyükannesi Isabel’in buyruğuna uyarak Tunus’u geri almak için muazzam bir sefer planlamaya başladı. Kararlı bir şekilde harekete geçmezse Akdeniz sahillerinin Türklerin eline geçmesi içten bile değildi. Daha sonra Sicilya ve hatta İspanya için büyük bir tehdit oluşturacaktı. Karl’ın topladığı filoda İspanya, Napoli, Sicilya, Sardinya, Cenova ve Malta’daki şövalyelerin gemileri bulunmaktaydı. Filonun başında amiral olarak Cenovalı Andrea Doria olacaktı. Doira Kral François’yla ciddi bir tartışma yaşamış sonrasında François’nın saflarından ayrılmış, ardından imparatora bağlı olduğunu bildirmişti. Cenova’nın da desteğini sağlamış olan Karl, gut hastalığı yüzünden eziyet çekmesine rağmen donanma savaşına katılmak üzere İspanyol filosuyla sefere çıkmaya karar vermişti.

Tahminen 400’den fazla gemiden oluşan İmparatorluk filosu 1535 yılının Mayıs ayında Barcelona’dan yirmi yedi bin askerle yola çıktı. Bu filoya Cagliari limanında 200 gemi daha katıldı. Barbaros ve adamları Afrika sıcağında savaşırlarken 14 Temmuz’da Karl’ın gelmesinden bir ay sonra Halkü’l-Vadi Kalesi Malta Şövalyelerinin eline geçti. Barbaros geri çekilmek zorunda kaldı. Karl, ordusunu takibe yollamadı. Mevlay Hasan imparatora yıllık haraç ödemeyi kabul edince yine kentin başına geçirildi. Tunus bir kez daha Hıristiyanların eline geçmişti. Sicilya güvendeydi. Binlerce Hıristiyan esaretten kurtarılmıştı. İmparator, Avrupa’nın asıl savunucusunun kâfir seven Fransız değil kendisi olduğunu açıkça göstermiş bulunuyordu.

Karl, Tunus’tan papayı ziyaret etmek için Roma’ya gidiyordu. Yeni seçilmiş Papa II. Paulus imparatorun Kuzey Afrika’da kilit önemde bir limanı ele geçirmesinden oldukça memnundu.

İmparator Karl’ın, Kuzey Afrika sahillerinde Süleyman’ın donanmasıyla çarpışırken François’yla Sultan görüşüyorlardı.  François’ya göre sultan, imparatorla mücadelesinde onunla birlikte çarpışmaya hazır bir müttefikti. Süleyman içinse Hıristiyanlık güçlerini hiç olmadığı kadar ciddi bir biçimde bölme ve hatta Hıristiyan müttefik kazanma fırsatıydı. 1534 yılında İstanbul’dan gönderilen elçi François’ya imparatorla barış yapmamasını isteyen mesaj getirmişti. 1535 yılına gelindiğinde François’nın Karl’a karşı Süleyman’ın fiili yardımına ihtiyacı vardı. Şubat ayında François, Malta Şövalyesi Forêt’i, Süleyman’la görüşmesi için İstanbul’a gönderdi. Forêt’in yanında geniş çaplı askeri seferin ayrıntılı planları vardı. Elçi önce Tunus’a uğrayıp Barbaros’la görüşmüş yapılacak seferi planlamışlardı. Planın ana fikri Fransızların yardımıyla Cenova’ya sürpriz bir saldırı düzenlenirken, Fransız kuvvetlerinin büyük bir bölümü İtalya’ya sefer yapacak, Sultan’da o tarihlerde İspanyol valinin yönetimindeki Napoli Krallığına saldırı başlatacaktı. Forêt Boğaziçi’ne geldiğinde Süleyman’ın İran’da bulunduğunu öğrendi. 1536 yılı başında sultan ve sadrazam tekrar başkente döndüklerinde İbrahim, sultan adına Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasında ilk resmi anlaşma imzalandı. Bu anlaşmanın en önemli yönü askeri ittifak içermesiydi. Ayrıca, Osmanlı ve Fransızlar birbirlerinin ülkelerinde serbest ticaret yapmayı öngören mutabakatta içeriyordu. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Fransızlar İstanbul’daki Fransız Elçiliğine ile Şam, İskenderiye’de yaşayan Fransızlar ise buradaki konsoloslarına karşı sorumlu olacaktı. Bu anlaşma Akdeniz’deki bütün güç dengesini değiştirdi. Batı Avrupa, Doğu’ya hiç olmadığı kadar yakındı. Osmanlı artık Avrupa’daki güçler dengesinin bir parçasıydı.

Bu anlaşmanın imzalanması İbrahim Paşa’nın hayatındaki son önemli işi oldu. 15 Mart sabahı, eski Bizans hipodromunun kuzeybatı ucundaki kendisi için yaptırdığı sarayda ölü bulundu. Onu öldürmek için gönderilen dilsizlerle sıkı bir çatışmaya girdiği açıktı. Bu olaydan üç yıl sonra bile duvardaki kan lekeleri hala görülebiliyordu. İbrahim Paşanın cenazesi cephaneliğin arkasındaki derviş dergâhına götürüldü. Ne bir yazıt, ne bir anıt dikilmeksizin gömüldü. Bu suikastın gerekçesi hiçbir zaman açıklanmadı. Ama saray çevresi dolaylı olarak ondan her zaman nefret etmiş olan Hürrem’in işi olduğundan kuşku duyulmuyordu.

Elizabeth’in doğumuna rağmen Henry ile Anne’in evliliği daha başlamadan bitmeye yazgılıydı. Kral 1534 yazının ortalarında Anne’in nedimelerinden Jane Seymour ile ciddi flört ediyordu. Anne artık, Jane sayesinde Catherine’in kalbini dolduran acı kıskançlığı hissetmeye başlamıştı. Sonuçta kocasıyla öfke dolu bir dişi kapışma yaşadı. Her birinde haberi olmaksızın tabutuna yeni bir çivi çakıldı.

Henry açısından durum çok geçmeden dayanılmaz bir hal alacaktı. 1535 yılına gelindiğinde karısıyla temasını asgari düzeyde tutmaya gayret ediyordu. Anne ona bir oğul doğursaydı her şey düzelebilirdi ama ölü ve düşük doğumlar yüzünden bu gerçekleşmedi.

Henry, 24 Nisan 1536’da Anne ile boşanabilmesi için uygun bir gerekçe bulması amacıyla Thomas Cromwell ve Norfolk dükü başkanlığında bir komisyon topladı.  Komisyonun işi çok geçmeden bitti. Anne bir haftadan kısa bir süre içerisinde birkaç saray mensubuyla zina yapmakla suçlandı. Bu kişilerin hepsi de, doğru ya da yalan kanıtların krala sunulması ile ihanetten suçlu bulundu. Kral 2 Mayıs’ta karısını Londra Kulesine gönderdi. Anne sadece zina değil, erkek kardeşiyle ilişki ve cadılıkla suçlanıyordu. Jüride amcası Thomas Howard ile yirmi iki yaşındayken gizlice nişanlandığı Northumberland dükünün oğlu Henry Percy de yer alıyordu. Hüküm elbette ki önceden verilmişti. Calais’den özel bir kılıç ustası getirildi. 19 Mayıs 1536’ı sabahı İngiltere kraliçesi infaz edildi.

Aragonlu Catherine ve Anne Boleyn artık ölmüş olduklarında Henry’nin Roma Katolik saflarına geri dönmesinin vakti gelmemiş miydi? Papa ona kucak açmaya, topraklarında Karl ile François’nın kendi ülkelerinde sahip olduğuna benzer bir yetki tanımaya kesinlikle hazırdı. Ama Henry geri dönüş noktasını çoktan ardında bırakmıştı. Aforoz tehdidinin kaldırılmasını isteyebilirdi elbette. Ancak Almanya’da Protestanlık hızla yayıldığından o da seçeneklerini açık tutmak istiyordu. Thomas Cromwell ile beş yıl devam edecek bir proje başlamıştı. İngiltere deki tüm manastırların lağvedilmesi ve malvarlıklarına el konulması projesiydi.

Bu arada Akdeniz ve açık denizlerin yanı sıra liman ve rıhtımlarda hem Hıristiyan hem de Müslüman filoları çok meşguldü. İstanbul’da Süleyman muazzam bir gemi inşa programının sorumluluğunu şahsen üstlenmişti. Forêt, çalışmaları hızlandırmak ve teşvik etmek amacıyla cephanelikleri ve top dökümhanelerini günde iki kez ziyaret ediyordu. 1536’da Osmanlı donanmasından bir filo kışı Marsilya limanında geçirirken Andrea Doira komutasındaki imparatorluk filosu Osmanlı filosundan bir grup gemiye ani baskın düzenledi. Bu saldırının intikamını almaya kararlı olan sultan 17 Mayıs 1537’de İstanbul’dan ayrılarak Arnavutluk sahilindeki Avlonya’ya gitti. Burası İtalya’ya en yakın Osmanlı limanıydı. Beraberinde Forêt’i de götürmesi Fransa ile ortak bir harekât olarak görülüyordu.

Süleyman’ın stratejisi gayet basitti. François’yla birlikte İtalya çapında beklenmedik bir harekât düzenleyecekti. Önce hayati önemdeki Brindisi limanını alacak oradan Napoli ve Roma’ya uzanacaktı. Bu arada François kuzeyden bir işgal başlatacağına söz vermişti. Onun başlıca hedefi Cenova ve Milano olacaktı. Son anda François fikrini değiştir. Süleyman’la kararlaştırdığı planları bir kenara bırakıp kuzey yerine güney Picardie ve Flandre’a yöneldi. Osmanlı filosu Avlonya’ya vardığında Fransız donanması hala Marsilya limanında demirliydi. Hem ordusu hem de donanması Adriyatik’te olan Süleyman küplere binmiş başka seçenekler aramaya başlamıştı.

Süleyman İon Adalarının en büyüğü olan Korfu adasına saldırmaya karar verdi. Korf adası IV. Haçlı Seferinden beri, üç yüzyılı aşkın bir süredir Venedik kolonisiydi. Sultana muazzam ordusunun karşısında kolay bir av gibi görünmüş olsa gerek. Süleyman yirmi beş bin askeriyle kentin başlıca kalelerini kuşattı ve boyun eğmeleri için bombardımana başladı. Korfu’nun savunması güçlüydü. Bu kalenin içinde iki bin İtalyan hemen hemen aynı sayıda Korfu’lu askerler ve limanda demirlemiş Venedik gemilerindeki mürettebatında yer aldığı garnizon vardı. Yiyecek ve cephaneleri bol moralleri yüksekti. Türk toplarınca sürekli bombardımana tutulmasına ve birkaç içeri sızma girişimine rağmen sapasağlam ayaktaydı. Korfu adası fırtınaların korkunçluğu ile nam salmıştı. Eylül 1537’de patlak veren fırtınalardan dolayı toplar çamura saplandı. Türk ordusunda sıtma ve dizanteri baş gösterdi. Üç hafta bile sürmeyen kuşatmanın ardından Osmanlı ordusu 15 Eylül’de yeniden gemilere binerek ardında şaşkınlıkla da olsa zaferini kutlayan bir garnizon bıraktı.

Ama savaş henüz bitmemişti. Barbaros’un filosu hala işbaşındaydı. Akdeniz’de Venediklilerin elinde kalmış diğer ada ve limanlar Korfu kadar iyi savunulmuyordu. Yirmi beş adası yağmalanan ve binlerce yurttaşı esir düşen Venedik dizlerinin üzerine çökmüştü. Barbaros İstanbul’a döndüğünde kahramanlar gibi karşılandı.

Korfu kazandığı zaferin tadını çıkaramıyordu. Her hafta yeni yenilgi ve kayıp haberleri geliyordu. Sultan yine saldırıya geçmişti. Hıristiyan kralların bütün planlarına ve vaatlerine rağmen ittifakları kâğıt üzerinde kalmaktan öte geçemiyor, daha şekillenmeden küçük çekişmelerle bozuluyordu. 1538 yazında Venedik, papa ve imparatorun ateşli bir Haçlı seferi havasıyla başlattığı, biraz daha ileri gidip Osmanlı İmparatorluğunu kendi aralarında paylaşma planlarına kalkıştığı girişim hiç de hayal ettikleri gibi olmadı. Eylül 1538’de Epir sahillerindeki Türk kalesi olan Preveze’de feci bir yenilgiye uğradılar. Venedik’in sultanla hangi koşullarda olursa olsun barış anlaşması müzakere etmesi gerektiği artık açıklık kazanmıştı. Doğu’da yeni meselelerle meşgul olan, Batı’daki denizlerde en azından bir ateşkes fikrine soğuk bakmadığı bilinen Süleyman’ın bu öneriyi memnuniyetle kabul edeceği sanılıyordu. Fakat hiçte düşündükleri gibi olmadı. Venedik düşündüğünden çok daha sert bir anlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştı.

1538 baharında Karl ile François arasındaki gerilim hala devam ediyordu. François Mart ayında İtalya’ya girerek Rivoli’ye kadar ilerledi. Papa Paulus’un ateşkes anlaşması ayarlaması üzerine durdu. Zaten ciddi bir savaş sürdürecek durumda değildi. Birkaç mesele konusunda ciddi görüş ayrılıkları vardı. Bunlardan en rahatsız edici olanı Milano’ydu.

Kral Henry karısının infaz haberini alır almaz gemisine binerek doğruca Jane Seymour’un yanına gitti. Ertesi gün nişanlandılar. 30 Mayıs 1536’da Anne’nin ölümünden sadece on bir gün sonra evlendiler. Jane ile hayatın, Anne’yle olduğu kadar eğlenceli olmayacağı çok geçmeden açıklık kazanmıştı. Ne var ki Jane, karekteri giderek zorlaşan kocasıyla ilişkisinde üvey kızı Prenses Mary ile ilgili önemli bir başarı kaydetmişti. Mary’in hayatı kâbus gibiydi. Önce gayri meşru sayılmış ve bu durumun getirdiği her şeye katlanmak zorunda kalmıştı. Sürekli bir evden diğerine gönderilen Mary annesinin yanında kalması yasaklanmıştı. Henry, Catherine ölüm döşeğindeyken bile anne kızın görüşmelerine karşı neden bu kadar katı bir tutumla karşı çıktığı merak konusudur. Bu konuda Catherine ile kızının imparatorla, onun üzerinden de papayla aralarındaki gizli bağları koruduklarını inandığı ve bu gizli ilişkiden korktuğu için görüşmelerine izin vermediği ile sürülmüştür. Anne de, Catherine de artık mezarda olduğundan durum değişmişti. Jane önce Mary ile dostluk kurmuş, sonra üzgün prensesin akraba olarak görülmesini sağlamıştı. Ne yazık ki, Mary’nin tahtın varisi sayılmasını başaramamıştı. Bu iş Henry’nin altıncı ve son eşi olan Catherine Parr’a düşecekti. Jane en azından baba ile kızın arasında nispeten sıcak ilişkilerin yeniden tesis edilmesini sağlayabilmişti.

Jane Seymour, Henry’ye hiç sorun çıkarmayan ilk eşiydi. Henry muhtemelen hiç olmadığı kadar mutlu olmuştu ama kuzeyde ciddi sorunlar vardı. Roma’dan ayrılmak, manastırlara ve katedrallere yönelik saldırılar, kralın önceki iki eşi ve iki kızına karşı tutumu, verasetin güvenceye alınmamış olması, infazların devam etmemesi. Tüm bu sorunlar toplumda hoşnutsuzluk yarattıklarından Ekim 1536’da açık bir isyana dönüşmüştü. İsyan Lincolnshire’de başladı, Yorkshire’a ulaştığında ciddi boyutlara gelmişti. İsyanın başını avukat Robert Aske çekiyordu.  Aske dokuz bin kişi ile York’u işgal etti. İsyancıların sayısı iki hafta içinde kırk bine ulaştı. Norfolk Dükü Thomas Howard ile Shrewsbury Dükü Georga Talbot isyancılarla müzakereler yürütmeye baştı. Norfolk dükü, kral adına genel af ilan edilmesi, bir yıl içerisinde York’ta parlamentonun toplanmasına ayrıca bu süre içerisinde dini yapıların geri verilmesi vaadinde bulundu. Aske adamlarını dağıttı, ardından Londra’ya gidip kralla görüştü. Henry onu büyük bir nezaketle karşıladı.  Yorkshire’a güvenli şekilde geri dönmesi dâhil başka vaatlerde bulundu. Ama Aske kuzeye doğru yola çıkmıştı ki çatışmalar yeniden başladı. Bu kadarı Henry’nin fikrini değiştirmeye yetti. Ake tutuklanıp Clifford Kule’sine kapatıldı. Burada zincire vurulmuş halde asıldı. Sonraki iki yıl içinde isyana katılanlardan 216’sı daha infaz edildi.

İnfazların zirveye çıktığı 1537 baharında Seymour kocasına hamile olduğunu söyledi. 12 Ekim’de kralın tek meşru erkek çocuğunu Edward’ı dünyaya getirdi. Üç gün sonra vaftiz edilen bebeğin annesi nedeni bilinmeyen bakteriyel enfeksiyon nedeniyle loğusa hummasına yakalanmıştı. 24 Ekim’de hayata gözlerini yumdu.

Henry her ne kadar yas tutsa da bu uzun süreli olmadı. Artık bir oğlu vardı, önemli olan buydu. Üç ay sonra fiilen yeni bir eş araya başlamıştı. İlk tercihi Danimarka’nın tahttan indirilen kralı II. Chirstian’ın kızı, imparatorun yeğeni on altı yaşındaki Christina oldu. Chiristina Henry’nin dördüncü eşi olmaya istekli değildi.

Kralın kaygılanmasına neden olan şey sadece evlilikten yana yeni umutlara kapılmış olmadı değildi. Henry imparatorun Reform ve Kuzey Afrika’da yaşadığı zorluklar nedeniyle kendisine karşı bir Katolik Haçlı seferi başlatamayacak kadar meşgul olmasından dolayı memnuniyet duyuyordu. Ufukta Papa III. Paulus’tan gelebilecek tehlike belirmişti. Henry’nin manastırlara karşı devam eden saldırısı, Luthercilerle açıktan müzakereler yürütmesi, kutsal mabetleri yıkması papayı onun yerine başka birinin kral olması gerektiği düşüncesine itmişti. 17 Aralık 1538’de papa, Henry’i aforoz etmenin yanı sıra, resmen tahttan indirilmesi, tebaasının ona itaat yükümlülüğünden azade kılınmasını öngören tasarı imzaladı. On gün sonra da İngiliz Kardinal Reginald Pole’u, Katolik güçleri toplaması ve eyleme geçmeye ikna etmesi için İngiltere’ye gönderdi. İlk adım diplomatik ilişkilerin kesilmesi ve ticaret ambargosunun ardından açıkça İngiltere’nin silahlı işgali tasarlanıyordu. Ocak ayında Karl ile François bu kez Toledo’da birbirlerinin rızası olmadan Henry ile hiçbir anlaşma yapılmamasını kararlaştırdılar.

Henry birkaç yıl önce papanın temsilcisine aforoz edilmeyi hiç umursamadığını haykırmıştı. 1539 yılının başına gelindiğinde neredeyse panik halindeydi. İşgalin yakın olduğundan bahsediliyordu. İngiltere’nin savunması sadece güney ve doğu sahillerinde değil, İskoç sınırında da güçlendirildi. Kral harekete geçti, siperleri, hendekleri, barikatları ve ablukaları denetliyordu. Kaygılanmakta haklıydı. İşgal gerçekleşirse 1536’da olduğu gibi ülkede devrim patlak verirse kral olarak konumu gerçekten tehlikeli bir hal alacaktı.

Almanya’da reformla ilgili fikirlerin ülkenin kuzeyinde yayılması onu kurtardı. Protestan prensler Saksonya ve Brandenburg’da yönetimi ele getirmişti. Süleyman’a karşı Haçlı seferine girişme planları hayal olan Karl’ın uğraşması gereken meseleler, Henry’i işin için katmadan halledemeyeceği kadar çoktu. Kardinal Pole, Toledo’ya geldiğinde bunu gayet açık bir biçimde anlattı. Pole karşılanma biçiminden o kadar rahatsız olmuştu ki François ile yapmayı tasarladığı görüşmeyi iptal etti. Carpentras’a dönerek efendisinden gelecek talimatları beklemeye karar verdi. Mayıs ayında Henry’i şaşırtan ve oldukça rahatlatan bir gelişme oldu. Fransız elçi Londra’ya gelerek efendisinin ona düşmanca niyetleri olmadığını bildirdiğinde panik sona ermişti.

Kral Henry’nin düşünceleri yine evlilik meselesine döndü. Jane Seymour öleli on sekiz ay olmuştu. Henry kırk sekiz yaşındaydı, gençleşmek bir yana korkutucu şekilde kilo alıyordu. Bebek oğlu zayıf ve hastaydı ve başka bir oğula ihtiyaç duyuyordu.  Henry Almanya’nın Protestan prensleriyle ittifak kurmaya da tedirginlikle bakıyordu. Her zaman olduğu gibi Cromwell’in teşvik ettiği Henry, Kleve düküyle iletişime geçti. Dükün kız kardeşi Anne’ye ilgi duymaya başlamıştı. Hans Holbein’ı Kleve’ye gönderip dükün kız kardeşinin portresini yaptırdıktan sonra evlilik teklif etme aşamasına gelmişti. Henry heyecanla Rochester’a indi ama gördükleri onu ürküttü. “Erkeklerin onu o kadar takdir etmesi ama benim onu beğenmemem karşısında mahcup oldu” diye açıklama yaptı. Evlilik iptal edildi.

François Aigues-Mortes’tan döndüğünde, Protestanlara karşı yürütülen zulüm ve işkencenin acımasızca devam ettiğini gördü. François 1 Haziran 1540 yılında Fontainebleau Fermanını çıkardı. Bu fermanla Protestanlık, Tanrıya ve insanlığa karşı işlenmiş büyük bir suç olarak kabul ediliyor. İşkence, mülke el koyma, toplum önünde aşağılama, ölüm cezasının meşru olduğu ileri sürülüyordu. Bu yetmezmiş gibi François’nın takipçileri de benzer türde kararnameler çıkararak terör rejimini devam ettirdiler. Protestan nüfusun çoğunluk oluşturduğu köylerin tamamı yakılıyordu.

Kleveli Anne’nin evliliğinin iptal edilmesinden bir ay önce 10 Haziran 1540’da Thomas Cromwell konsey masasında etrafında bakanlarıyla toplantı yaparken muhafız takımı yüzbaşısı tarafından tutuklandı. Norfolk dükü ile Southampton dükü onun dizbağı nişanını “Bir hain bunu takmamalı” diyerek söktüler. Cromwell “O zaman sadakatle hizmet etmenin ödülü bu” diye mırıldandı. Ardından nehirde bekleyen kayığa bindirilerek kuleye götürüldü. Cromwell uzun zamandır Stephen Gardier ve Norfolk dükü gibi birlikte çalıştığı hırslı rakiplerdi. Cromwell iktidarda kaldığı sürece kralın gözüne giremeyeceklerini biliyorlardı. Cromwell’in düşüşü on yıl önce Wolsey’in başına gelenler gibi dikkat çekiciydi. Norfolk dükünün tasarladığı, Gardner’in yardımcı olduğu başarısız bir evlilik girişiminin bahane edildiği olaydı. Bu evliliği öneren ve coşkuyla destekleyen kişinin de Cromwell olması ve evlilik girişiminin başarısız olması komplocuların karşısına bekledikleri fırsatı çıkarmıştı.

Kralla görüşmeye çalışan komplocular, başbakana evliliğin başarısızlıkla sonuçlanmasının yanı sıra, ihanet ve heretiklik de "dinde sapkın öğretiye mensup olan" dâhil daha ciddi suçlamalar yönelttiler. Cromwell hakkında çıkarılan şerefsizlik tasarısı yarım yamalak ve yalanlarla dolu paçavra olarak tanımlanmıştır. Belki de bu nedenle Cromwell yargılanmadan Kule’de kafası vurulmuştur. Henry en iyi en inançlı danışmanının infaz edilmesi gerektiğine nasıl ikna olduğunu anlamak zordur. Bu konuda Henry o yıl bitmeden büyük bir pişmanlık duyacaktı.

Henry, Anne Boleyn’in kuzeni Catherine Howard’a âşık olduğunda onu “dikensiz gül” diye betimlemişti. Ama bu fikri uzun süre koruyamayacaktı. Catherine amcası Norfolk dükü tarafından 1539 yılı sonunda saraya tanıtılmıştı. Ailesi onu saf ve dürüst olduğunu söyleyerek takdir ediyordu.  Catherine’nin başından iki ilişki geçmişti. Biri müzik öğretmeni Henry Mennox, diğeri saray nedimlerinden Francis Dereham’dı. 1541 yılının yaz aylarında Catherine’nin Kraliyet Danışma Meclis üyelerinden Thomas Culpeper ve Dereham’la ciddi yakınlık kurması Başpiskopos Cranmer tarafından ortaya çıkarıldığında ikisinin de darağacını boylamışlardı. Catherine’nin ömrü iki aşığınınkinden biraz daha uzun olmuştu. 1542 yılının Şubat ayında Kule’ye götürülmüştü. Catherine’in ölümünün ardından Henry’nin ruh hali değişmişti. Yirmi altı hanımın katıldığı büyük bir ziyafet verdi. Gösterişli yeni yıl hediyeli alıp verdiği Kleveli Anne’i yanına geri çağırmaya hazır olduğu bile söyleniyordu. Ama hayır, şimdilik Venüs’le yeterince haşır neşir olmuştu. Bir kez daha Mars’ın vakti gelmişti. 

Muhteşem Süleyman’ın 29 Ağustos 1526’da Mohaç’ta Macarları bozguna uğratıp Buda’yı yağmalaması sonrasında yenilgiye uğramış bu ülkenin yönetimi konusunda vasalı Janos Zapolya ile V. Karl’ın kardeşi Ferdinand arasında anlaşmazlık baş göstermişti. 1538 yılında bu iki isim uzlaşmaya varmışlardı. Her ikisi de kendi topraklarında barış içinde hüküm sürebilirdi. Zapolya öldükten sonra Macaristan’ın tamamı Habsburglara ait olacaktı. Ne var ki ertesi yıl bu uzlaşıda karışıklık yaratacak bir durum ortaya çıktı. Zapolya, Polonya Kralı Sigismund’un kızı Isabella ile evlendi. Zapolya’nın oğlu doğduktan iki hafta sonra ölmesi işleri daha da karışık hale getirmişti. Ferdinand bu bebeğin Isabella’dan olmadığını ileri sürmekte vakit kaybetmezken bir yandan da İstanbul’a elçi gönderip krallığın kendisine devredilmesinde ısrar etti.

Açıktır ki Süleyman’ın zaten geniş olan Habsburg topraklarını daha da genişletmeye hiç niyeti yoktu. Öncelikli olarak bu bebeğin kimliğinin tespit edilmesine karar verdi. Isabella’ya bir elçi gönderdi. Elçi Isabella’nın huzuruna çıktığında, Isabella, Büyük Efendinin koruması dışında hiçbir koruması olmayan bebeği elçinin ellerine verdi. Elçi küçük Janos’un ileride Macaristan’a hükmedeceği sözünü verdi. Elçinin bu sözü Ferdinand’a ulaştığında derhal Buda’nın kuşatılması emrini verdi. Isabella sultandan yardım istedi. Ferdinand Buda’ya doğru ilerliyordu. Isabella’nın Macar soyluları arasındaki çalkantılı ilişkiler karşısında güçsüz olduğu açıktı. Bu durumda Süleyman’ın Macaristan’ın tamamını ilhak etmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı. Türk filosu Tuna’da yol alırken Avusturya karşı koymadı. Sultan, oğlu Bayezid eşliğinde 2 Eylül 1541 yılında Buda’ya girdi. Uzun ve zorlu diplomatik müzakereler sonrasında ülke bir kez daha üç parçaya bölündü. Orta ve güney vilayetler, Buda da dâhil olmak üzere sultanda kaldı.  Kuzeybatı bölgesi Habsburgların yönetiminde, doğu bölgesi ise Sultan’ın verdiği söz doğrultusunda Isabella’nın oğlu Janos Zsigmond reşit olduğunda ona teslim edilecekti.

Süleyman’ın Buda’ya girmesinden üç hafta sonra V. Karl Cezayir’e yelken açtı. Bundan altı yıl önce Tunus’u alarak bir zafer kazanmıştı. Bu kez felakete koşuyordu. Cezayir, Türk korsanlarının üstleri haline gelmişti. Karl Ekim ayı sonunda rüzgâr ve sağanak yağmurlar karaya çıkmayı zorlaştırıyordu. Karl birkaç gemisini bu fırtınada kaybetti. Bu gemilerin bazıları imparatorluk arşivlerini taşıyordu. Bu şartlar altında Karl’ın geri çekilmekten başka çaresi kalmadığından Balear adaları üzerinden İspanya’ya döndü.

1542 yılında Orta Avrupa’ya büyük sefer hazırlığında olan ve bu yüzden filoya ihtiyacı olmayan sultan, Fransa ile ortak bir harekât için filosunu François’ya vermeyi teklif etti. Nisan ayında 120 gemi İstanbul’dan hareket ederek İtalya ve Sicilya sahillerini yağmaladı. İddialara göre François’ın ısrarı üzerine Papalık Devletlerine dokunmaktan özellikle kaçınıldı. Birkaç hafta süren başarılı seferden sonra filo Marsilya’ya vardığında Enihien Kontu Bourbon tarafından değerli hediyelerle karşılandı. Bütün bunlar Fransa’nın Türklerle olan dostluğuna verdiği önemin belirtisiydi. Barbaros imparatora karşı girişilecek bir sonraki seferin planlarını tartışmayı umuyordu. Fransızların tüm vaat ve sözlerine rağmen aslında hiçbir ciddi hazırlıkta bulunmadıklarını anladı. Barbaros küplere binmişti. Büyük bir filoyla uzunca yol kat etmiş olmasına, hareketsizliğe mahkûm edilmiş olmasına öfkelenmişti. Barbaros, imparator İspanya’dayken oraya doğrudan bir saldırı düzenlenmesini umuyordu. François, Hıristiyan âleminin tepkisinden korktuğu için böyle bir harekâtın imkânsız olduğu belirtti. Onun yerine imparatorun destekçilerinden Savoie dükünün yönettiği Nice’e saldırılmasını teklif etti. Barbaros’un aklından geçen seferle yakından uzaktan ilgili yoktu. Bu koşullar altında umut edebileceğinin en iyisi olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.

15 Ağustos 1543 sabahında Barbaros’un kalyonlarından açılan ağır top ateşi kentin başlıca kulelerini vurmaya başladı. Yağmalanan ve yakılan Nice bir hafta içinde teslim oldu. Kaçınılmaz olarak bunlardan Türkler sorumlu tutuldu ama arkasında Fransızların olduğu bilinmiyordu. Nice kuşatması Fransız ve Türk ittifakının ilk ve son ortak harekâtıydı.

Nice kuşatmasından bir ay önce Kral Henry Hampton Sarayında son kez evlendi. Catherine Parr altıncı eşi oldu. Catherine iki kez dul kalmıştı. Henry’nin ölümünden sonra dördüncü kez evlenecekti. Catherine Parr, zeki, eğitimli ve ılımlı bir Protestandı.

Bu arada Karl ile François arasında istikrarsız bir savaş sürüyordu. Henry 1543 yılında Fransa işgaline kalkışarak çatışmalara müdahale etmeyi düşündü. Ancak İskoçlarla yaşanan ciddi sorunlar nedeniyle işgali ertelemek zorunda kaldı. Karl’la kurduğu yeni ittifakta da sorunlar vardı. İmparator, kilisede bölünme yaratıp aforoz edilmiş biriyle ittifak kurduğu için derin bir mahcubiyet içindeydi. Henry, Karl’ın Roma’ya karşı her zaman saygılı olmadığını dile getirdi. 1527 yılında Karl’ın kenti yağmalaması ve papayı zindana göndermesi Romalıların zihninde tazeliğini koruyordu. Aslına bakılırsa François’nın Süleyman’la olan dostluğu nedeniyle bir Haçlı seferi olasılık dışıydı. Haziran başında Henry, Suffolk ve Norfolk dükünün başında olduğu orduyla Manş’ı aşıp Calais gelmişlerdi. Ordu doğuda Fransız topraklarında ilerken nihai istikametin nereye olacağı emri verilmemişti. Sonunda kral kararı verdi. Norfolk dükü Montreuil’ü, Suffolk dükü de Boulogne’yi kuşatacaktı. Karl, bir kez daha planın Prais’i işgal etmek olduğunu belirterek itiraz etti. Henry kuşatılmış iki kent alınmazsa orduya yetek erzak temininde zorluk yaşayacaklarını belirtti. Karl, Paris ciddi bir tehdit altında kalıncaya kadar Champagne’ye doğru ilerlemeyi sürdürdü. Norfolk dükü Montreuil’ü kuşatma girişimi başarısız olmasına rağmen Boulogne harekâtı dikkat çekici başarı kazanmıştı. Henry durumdan son derece memnundu. Henry muzaffer edasıyla Boulogne’ye girdiğinde coşkunluğundan eser kalmamıştı. İngilizlerin Boulogne’yi aldıkları gün Karl ile François Crepy-en-Lanonnois’da anlaşma yaptıklarını, hak iddialarından vazgeçerek Türklere karşı ortak bir sefer konusunda uzlaşmaya vardıklarını öğrendiğinde İmparatorla olan ittifakı darmadağın olmuştu. Bu barış anlaşması Henry için gerçekten çok kötü haberdi. Henry, Fransız ordusunun tamamını karşısına almıştı. Ordusunu yeni ele geçirilmiş kentte bırakan Henry ay sonunda İngiltere’ye geri döndü. Londra’ya varmadan feci haberler aldı. Dükler açıkça verdiği talimatlara uymayarak ordunun tamamını Boulogne’de çıkararak Calais’e dönmüşlerdi. Fransızlarla anlaşma dışında başka bir seçenek kalmamıştı. Ekim ayı ortalarında Calais’de görüşmeler başladı. Müzakereler tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Henry, Boulogne’u elinde tutmakta ve François’nın İskoçya ile ittifaktan vazgeçmesi gerektiğinde ısrar ediyordu. Fransızlar Kasım ayı başında öfkeyle Paris’e döndüler. Henry kışın yaklaşmasıyla birlikte biraz nefes alabilecek duruma gelmişti. 1545 yılının yazına gelindiğinde Karl ile Henry arasındaki ilişkiler kopma noktasına gelmişti. Bu arada Fransız gemileri Boulogne’u kuşatmış ve ciddi tehdit belirmişti. Savaş maliyeti oldukça yüksekti. 1544 yılında yapılan seferden üç kat daha maliyetli olmuştu. İngiliz parası ciddi şekilde değer kaybetmişti. Henry değerli metallerden yapılma kilise çanaklarını bile almaya başlamıştı. Henry yana yakıla para arıyordu. Sefer tutkusunun getirisi az olmasına rağmen iki milyon sterlinden fazla maliyeti olmuştu. Bundan da önemlisi en önemli dost kralları kendine düşman etmişti. Bu krallardan biri topraklarını işgal edebilirdi. 19 Temmuz 1945 tarihinde iki yüz gemiyi aşkın Fransız filosu Solent’e girerek ertesi gün Wight Adasına daha sonra Seaford’da karaya çıktılar. Beachey Head’de İngiliz filosuyla sonuç getirmeyen çatışma sonrasında İngiltere kıyılarından ayrıldılar. Bu kısa süreli akınlar daha iddialı sefere hazırlık olabileceğini düşünen Henry’i korkutmuştu.

İmparator Karl’ında kaygıları vardı. Macaristan’daki harekâtları imparatorluk için giderek daha tehlikeli bir tehdit hali alan sultan Süleyman’dı. 1544 yılı başında Speyer Dieti’nde, Karl cömert bir maddi destek vaadine karşılık şahsen Türklere karşı bir sefere girişmeye karar vermişti. Ancak daha sonra Fransa’da çıkan çatışmalar bunu engellemişti. Kardeşi Ferdinand da biraz zaman kazanmak için ateşkes müzakeresine girmişti. François’nın Süleyman’la şaşırtıcı derecede dostane ilişkiler içinde olduğu Avrupa’da gayet iyi biliniyordu.  Karl ile Ferdinand bu nedenle François’ya Macarların kolaylıkla kabul edebileceği bir ateşkes anlaşması müzakere etme görevi verdiler. Hem Karl hem de François İstanbul’a özel heyetler gönderdi. Sorun şuydu ki Karl ile François’nın temsilcilerini aynı biçimde bilgilendirmemişlerdi. Dolayısıyla daha işin başında kargaşa doğdu.  Süleyman Crepy’de ihanet olarak algıladığı gelişmeler yüzünden François’yı hala affetmemişti. Ama İran’a yeni bir sefer hazırlıklarıyla meşgul olduğundan aynı anda iki cephede savaşmaya niyeti yoktu. Düşmanlıklara sınırlı bir süre boyunca son verildiğini görmekten memnuniyet duyacaktı. Bu sürenin tam olarak ne kadar süreceği daha sonra kararlaştırılacaktı. 1545 yılının yazında iki kralın elçileri tekrar İstanbul’a geldiler. Fransız elçi D’Aramon’un amacı sultanı, Macaritan’da imparatora karşı saldırıya geçme ikna etmekti. Sultan getirilen hediyeleri aldıktan sonra saldırıdan bahsetmeye yanaşmadı. 13 Haziran 1545 yılında Karl’ın elçisi Veltwyck ile beş yıllık bir ateşkes imzalamayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre Karl ile Ferdinand Osmanlı Macaristanı’nı tam anlamıyla tanıyordu. İmparator ülkenin kuzey ve batısındaki Habsburg topraklarına karşılık sultana yıllık otuz bin florin haraç vermeyi kabul ediyordu. Buna karşılık Süleyman sınır boyunca barışın korunacağını garanti etmişti. Bu anlaşma sonrasında François’ya durumu açıklayan dostane bir mektup yazarak aralarındaki dostluk ve sadakati koruyacağını söz verdi. Ateşkes anlaşması nihayetinde 1545 yılının Kasım ayında Edirne’de imzalandı. Karl sonunda Almanya’daki sorunlarıyla uğraşabilecek hale gelmişti. Karl’ın bu tutumu Avrupa’da sert eleştirilere neden olmuştu. Katoliklere göre sultan Deccaldı ve ona eşitmiş gibi muamele etmek affedilmeyecek bir günahtı. En Hıristiyan Kral François’nın Osmanlılarla ittifak kurması zaten yeterince kötü olmuştu. Karl’ın da böyle yapması Macaristan’ın nispeten küçük bir kısmının Habsburgların denetiminde kalması için hatırı sayılır bir meblağı her yıl ödemeyi kabul etmesi çok kötü bir durumdu. Türkler hiç tereddüt etmeden bu ödemeyi haraç diye nitelendiriyorlardı. Sadece Hıristiyan âlemi değil İsa Mesih’in kendisine de bir ihanet değil miydi? Macarlar imparatorun adı anıldığında tükürüyorlardı. Kadim krallıklarını geri kazanmalarına yardım etsin diye ondan medet ummuşlardı. Onun bu davranışı kendisine güvenilmeyeceğini göstermişti. 

Alman Protestanlara gelince, onlar da sultandan nefret ediyorlardı. Kabul etmeseler de ona hatırı sayılır derecede borçluydular. Montpellier piskoposunun François’ya işaret ettiği üzere, Türkler olmasaydı reform kolayca Albi heretikleriyle aynı akıbete uğrayabilirdi. Gerçek şu ki, Karl, Osmanlıların Orta Avrupa üzerindeki baskısına direnebilmek için Alman Protestanlarına ihtiyaç duymuştu. Dolayısıyla 1532 yılında Nürnberg Barışı’nı imzalamaktan başka seçeneği kalmamıştı. Bu anlaşma Almanya’da Protestanlığın varlığını resmen tanıyan ve 1555 yılındaki Ausburg Barışı’na zemin hazırlayan anlaşmaydı. Türkler bunların farkındaydı. Protestanları, putlara tapmayı onaylamadıkları için Katoliklere tercih etmişlerdi. Protestanların onlara minnettar olduğu kadar onlar da içten içe Protestanlara minnet duyuyor olması gerekti.

Karl, Protestanlarla kısmen uzlaşmış olsa da papa böyle bir uzlaşmaya henüz hazır değildi. Muhteşem Lorenzo’nun sarayında yetişmiş olan Alessandro Farnese bir Rönesans çocuğuydu. Yirmi beş yaşındayken kardinal olmuştu. Papa III. Paulus olarak adam kayırmacılıkta bir o kadar uzanmazdı. Torunlarından biri on altı, diğeri on dört yaşındayken Kardinaller Kuruluna yerleştirmişti. 1536 yılında karnavalı geri getirmişti. Roma yeniden boğa güreşleri, at yarışları, havai fişek gürültüsüyle dolmuştu. Vatikan’da balolar ziyafetler düzenlenir olmuştu. Roma Katolik Kilisesinin en etkili reformcularından biri olmuştu. Kardinaller bir reform yapılmasını kendi rahat hayat tarzlarına yönelik tehdit olarak görüyorlardı.

Fransa kralı ise imparatorun dini sorunlara gömüldüğünü görmekten mutluluk duyuyor ve bu sorunların hiç çözülmemesini umut ediyordu. Papa III. Paulus bir komisyon kurarak Kilisenin bütün sağlıksız yönlerinin ortaya çıkarılmasını istedi. Komisyon üyeleri meselelerin üzerine giderek hazırladıkları raporda endüljans satışı, kilise görevlilerinin maaşları, arpalıklar, piskoposluk unvanları ve sayılmayacak kadar çok şey yüzünden Papalığı sorumlu tutmuşlardı. Tüm bunların sonucunda Protestan Reformunun doğrulunu ileri sürmüşlerdi. Kilise evini temiz tutsaydı reform diye bir şey olmazdı diyorlardı. Sonunda ortalığı ciddi bir reform kokusu sarmıştı. Papa III. Paulus da bu reformu teşvik etmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Kendisi gibi düşünen meslektaşlarıyla birlikte İsa Cemiye adında bir tarikat kurmuştu. Papa 1540 yılında bu tarikatı resmen onaylayan karar tasarısı çıkarmıştı. Tarikatlarına özel farklı giyim tarzları, belirli bir merkezleri, koro halinde okunan duaları olmayan Cizvitleri birbirine bağlayan iki şey vardı. Katı disiplin ve koşulsuz itaat. İnişli çıkışlı tarihleri olan Cizvitler karşı reformun başını çekmişlerdi.

Konsil hiçbir zaman kısmi bir başarı olmanın ötesine geçemedi. İnsanları Katolik yapmak amacıyla oluşturmuş reform karşıtı mezhebe dayalı konsil olmaktan öteye geçememişti. Sonuçlar bunu gayet açıkça ortaya koyuyordu. Fransa’da Huguenot’lara karşı sekiz iç savaş, Paris’te gerçekleştirilen Aziz Bartolomeus katliamı ile üç binden fazla Hugenot’un hayatını kaybetmesi. İspanya ile Hollanda arasında seksen yıl devam edecek savaş ve Kuzey Avrupa’nın tamamında anlatılmayacak kadar büyük bir yıkıma neden olan Otuz Yıl Savaşları (1618-1648).

1545 yılının sonuna gelindiğinde Kral Henry’nin sağlığı ciddi şekilde bozulmuştu. Aşırı derecede şişmanlamıştı. Öte yandan kral dostlarıyla sonu gelmez diplomatik mücadelesini sürdürmeye son derece kararlıydı. Artık onun için karar alacak bir Wolsey ya da Cromwell yoktu yanında. Kendisiyle tartışacak papa da yoktu. Ama durum papa olmadan da zaten yeterince karışıktı. Henry’nin her şeyden çok istediği Boulogne’u elinde tutmaktı. İngiltere Meclisi, Fransa’yla barış yapmak için onun bu kararından vazgeçmesi için baskı uyguluyorlardı. Henry bunların hiçbirini duyacak halde değildi. Boulogne bir sembol haline gelmişti. Burayı elinde tutmaya kararlıydı. Ancak imparatorun yardımı olmadan bu mümkün görünmüyordu. İmparator Karl’a Crepy’de kabul ettiği barış anlaşmasını feshetmesi ve bir yıl önceki İngiltere-İmparatorluk ittifakına geri dönmesi için baskı yapıp duruyordu. Gelgelelim Karl bu meseleye aslında ilgi duymuyordu. Henry’nin önce François’yla bir anlaşmaya varması durumunda toplantı önerisini kabul etmeye hazırdı. Böyle bir uzlaşmanın ancak Boulogne’un teslim edilmesine bağlı olacağını biliyordu. Gerçek şu ki imparator birbirleriyle sürekli kapışan bu iki kraldan epey bunalmıştı. Vebaya yakalanmaları dileğinde bulunabilirdi elbette. İmparatorun asıl amacı Almanya’da Protestanlığı kökünden temizlikte. Onun için şimdilik bundan başka hiçbir şeyin önemi yoktu.

Alman Protestanlar hayatta kalmak istiyorlarsa daha fazla güç toplamaları gerektiğinin farkındaydılar. 1545 yılının Eylül ayında Hessen, Saksonya ve Württemberg eyaletlerinden gelen temsilcilerden oluşan kurul İngiltere’ye ortak bir heyet göndermeye karar verdiler. Bunun amacı doğrudan yardım istemek değil Henry ile François arasında arabuluculuk yaparak İmparatorluğun saldırılarına karşı kendileri ile birlikte direnmelerini sağlamak için. Henry öneriyi kabul etti. Ama heyetin girişimleri başarısız oldu. Heyet ilgili sorunların karmaşıklığını anlamaya daha başlamamıştı bile.

İngilizlerle, Fransızlar arasındaki savaş devam etti. İngiliz ordusu Calais’de karaya çıktı ancak fazla ilerleyemediler. Bunun nedeni Fransızların direnişi değil Henry’nin aniden fikrini değiştirmesinden dolayı. Henry’nin neden fikrini değiştirdiğini bilmiyoruz. Ancak yeterince yiyecek silah ve cephane toplayamamış ve Karl ona yardım etmeye yanaşmadığı için vazgeçmişti. 1546 yılının Nisan ayında barış görüşmeleri için toplandılar. Boulogne iki milyon kurona karşılık Fransa’ya geri verildi.

1546 sonbaharında Henry’nin sağlığı iyiden iyiye bozulmaya başlamıştı. Kral bu tarihlerde tuhaf davranışlar sergiliyordu. En dikkat çekicisi Norfolk dükü ve oğlu Surrey kontuna karşı görülmemiş vahşilikte saldırıya geçmesi oldu. Surrey kontu bir yıl önce yapılan seferde kendini göstermediği için 29 yaşındayken Ocak 1547’de kafası vuruldu. Dük genel bir hoşnutsuzlukla karşılanmasına rağmen ülkeye hizmetleri göz önünde bulundurularak mahkûm edildi. Şansına Henry’nin ölmesi onu kurtardı. Kraliyet Meclisinin VI. Edward’ın tahta çıkışını kan dökerek kutlamaya niyeti yoktu. Ama Edward’ın hükümranlığı boyunca Kule’de tutuldu. Nihayetinde 1553 yılında Kraliçe Mary tarafından serbest bırakılıp affedildi. Henry 26 Aralık 1546 tarihinde çok hoşnutsuz olduğunu açıkladığı vasiyetini düzenledi. Ömrünün son ayı bitmek bilmez tartışmalar ve değişikliklerle geçmişti. Kızları Mary ile Elizabeth’in meşruiyetini doğruladı ve ikisine de veraset sırasında yer verdi.

Henry 28 Ocak 1547 tarihinde elli beş yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Otuz sekiz yıl hüküm sürdüğü topraklarda St. George Şapelinde Jane Seymour’un yanına gömüldü.

Norman fethinden bu yana gelmiş geçmiş krallar arasında VIII. Henry kesinlikle kötü bir kraldı. Ancak İngiltere’nin çehresini değiştirme konusunda çok fazla şey yapmıştı. Henry hem imparatora hem de papaya meydan okumuştu. Roma’nın sultasını sarsmış ancak Protestanlığa kucak açmamıştı. Henry ölümüne dek X. Leo’nun ona İnancın Savunucusu unvanı vermesine neden olan Luther karşıtı kitabın tek bir kelimesini bile değiştirmemişti. İngilizlerin papaya değil krala itaat etmesi gerektiğini ortaya koymuştu. Komünyon ayini de dâhil Katolik ibadetinin diğer bütün esasları değiştirilmeden korunmuştu. Thomas Cromwell sayesinde ülkeye müthiş bir idari örgütlenme kazandırmıştı. İngiliz donanmasını değiştirmiş, ilk kez yanlara doğru ateş açan gemiler inşa ettirmiş, donanma savaşlarında devrim yaratmıştı. Keşiflere pek ilgi göstermemişti. Onun yaşadığı dönemde Amerika kıtasının keşfinde öncü rolü üstlenen İspanya muazzam ölçüde gelir elde etmiştir. Portekiz önce Afrika sonra Hint Adalarına açılarak uçsuz bucaksız zenginlik kaynaklarına ulaşmıştır. Henry’e göre yenidünya o kadar ilginç değildi. Fransa’ya sergilediği modası geçmiş dikkatin yarısını Güney Amerika’ya sarf etseydi durum bambaşka olurdu.

Paris’e gönderdiği elçinin Henry’e 1543 yılında yazdığına göre François hiç olmadığı kadar hareketliydi. Hiçbir yerde iki gece kalmıyor kendisiyle maiyetinin nerede olduğu bilinmesin diye yer değiştiriyordu. Karl ile Süleyman 1545 yılında Edirne Anlaşmasını imzalarken François son derece hastaydı. Hastalığına rağmen hükümet üzerindeki sultası bir an olsun gevşemedi. Henry’nin öldüğünü öğrendiğinde İngiltere elçisine iyi ve gerçek dostunu kaybettiğinden dolayı üzüntü duyduğunu belirtmişti. Notre-Dame’da Henry için bir anma töreni düzenlemeyi planlıyordu. Ancak 31 Mart 1547’de elli iki yaşındayken o da hayata gözlerini yumdu. Cenaze merasimi neredeyse iki ay sürdü. Törenlerin ilginç tarafı on bir gün boyunca krala yemek servis edilmesiydi. Kralın tabutu ancak 11 Mayısta Notre-Dame’a oradan da Saint-Denis Manastırındaki mezarlığa götürüldü.

Böylece 1547 yılının ilk üç ayında dört hükümdardan ikisi ölmüştü. Onlardan sonra tahta çıkan acınası halefleri gerilemeden başka bir şey ifade etmediler. İngiltere Kralı VI. Edward tahta çıktığında dokuz yaşında bir çocuktu. Henry ile Jane Seymour’un oğlu olan Edward, Protestan olarak yetiştirilen ilk İngiltere kralıydı.

Edward bebekliğinden beri kaçınılmaz olarak sonu gelmez diplomatik satranç oyununda bir piyon oldu. 1 Temmuz 1543 yılında daha beş yaşındayken İskoçya ile yedi aylık İskoçya Kraliçesi Mary ile nişanlanması öngören Greenwich Anlaşması imzalanmıştı. İskoçlar bu anlaşmayı tanımadıklarında kral öyle öfkelendi ki oğlunun dayısı Hertford Dükü Edward Seymour’a İskoçya’yı işgal etmesini Edinburg’u yakıp yıkmasını herkesi kılıçtan geçirmesini emretti. Seymour onun talimatlarını harfiyen uyguladı. İskoçya seferinde hiç insaf göstermedi ve hiç esir almadı. Tarihte İngilizlerin İskoçlara karşı giriştiği seferlerin en acımasızı ve en vahşisiydi. Bu arada Mary Fransa’ya kaçırıldı. Sonra da burada douphin (taht varisi) II. François ile nişanlandı. Temmuz 1559’dan ölünceye kadar on yedi ay Fransa kraliçesi oldu.

Edward babasının gömülmesinden dört gün sonra Westminster Abbey’de taç giydi. Edward’ın hükümranlığı sırasında kiliselerden dini resimlerin ve ikonların kaldırılması ve Protestanlığa yönelim dikkat çekici hızla ilerledi. Geleneksel Katolik cübbelerin yerini Cenevre cübbeleri ve şeritleri aldı. Cranner’in moda haline getirdiği üzere yüzlerce rahip evlenme sırasına girdi. Ama Edward’ın hükümranlığı uzun sürmeyecekti. Ocak 1553’te ateşlenip hastalandı. Kısmen iyileşse de tüberküloz hastalığı müzmin hale gelmişti ve nihayetinde 6 Temmuz 1553 tarihinde Greenwich’te öldü. Büyükbabası VII. Henry’nin şapeline gömüldü. Babası aynı annesi ayrı olan kız kardeşi Mary 31 yaşında tahta çıktı. Onun hükümranlığı Edward’ınkinden de kısa sürdü. Bu süre içerisinde tam bir terör dalgası estirdi. 280’de fazla Protestan muhalifi yaktırdı.

Yeni Fransa Kralı II. Henri, I. François’nın ikinci oğluydu. Ağabeyi 1536 yılında çocuk sahibi olmadan öldüğü için II. Henri 1536 yılında yirmi sekiz yaşındayken babasının yerine Fransa kralı olarak tahta çıktı. Din konusunda babasının izlediği yolu takip etti. Protestan ve Huguenot’lara yönelik zulüm politikasına acımasızca devam etti. 1 Temmuz 1559 tarihinde Paris’te İspanya Kralı Felipe arasındaki sekiz yıllık savaşı bitiren Cateau-Cambresis Barış Anlaşmasını kutlamak için düzenlenen turnuvada at üzerinde mızrak atarken rakibi Muhafız Alay komutanı Montgomery Kontu Gabriel’in mızrağının parçalanması sonucu kralın siperliğinden içeri giren bir parça kralın gözüne saplanmıştı. Bu olaydan on gün sonra Henri öldüğünde yerine oğlu François geçmişti. François 1560 yılında kulak iltihabı sonucu hummaya yakalanıp öldüğünde taht önce IX. Charles sonra III. Henri’ye geçtiğinde iki kralda çocukları olmadan öldüklerinde Fransa çirkin din savaşlarına derinden gömülmüştü. Navarre’lı IV. Henri’nin tahta çıkma yolu açılmıştı. Böylece ülkenin başına bir kez daha adını anmaya değer bir kral geçmişti.

Muhteşem Süleyman’ın hayatında sayılamayacak kadar çok cariyesinin dışında üç kadın olmuştu. Birincisi Gülfem Hatundu. Gülfem Hatundan olan oğlu Murad doğumdan kısa bir süre sonra ölmüştü. Gülfem Hatun çok geçmeden bir kenara bırakılıp görmezden gelinmişti. İkincisi Süleyman’ın Gülbahar dediği Mahidevran Sultandı. Tarihçelerin Arnavut ya da Çerkez olarak olduğunu söyledikleri Mahidevran Sultan 1512-1525 yılları arasında beş çocuk doğurmuştu. 1520 yılına gelindiğinde ciddi bir rakiple karşı karşıyaydı. Roxelane yani Haseki Hürrem Sultan gerçekten çok tehlikeli bir rakipti.

1550 yılına gelindiğinde Roxelane da kaygılanmaya başlamıştı. Süleyman’a beş oğul vermişti. Ama sultanın en büyük oğlu bunlardan biri değildi. Gülbahar’ın oğluydu. Mustafa otuz yedi yaşında ömrünün en verimli çağındaydı. Son derece kültürlü ve çekici bir şehzadeydi. Her bakımdan babasının halefi olmaya değer korkusuz bir askerdi. Raxelane’ın bakış açısına göre Mustafa tahta çıkacak olursa ilk işi Osmanlı geleneğine göre diğer kardeşlerini boğdurmak olacaktı. Roxalane’ın hayatı bağışlanabilirdi, ama o da yaşlanmış cariyelerin hayatlarının geri kalanı geçirmeye gönderildiği Eski Saray’a gönderilecekti. Bu nedenle Mustafa’nın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Roxelane bu tür meselelerde hiç de deneyimsiz değildi. Sarayda dolaşan söylentilere göre 1536 yılında İbrahim Paşa’nın suikasta kurban gitmesinin ardındaki isim oydu. Mustafa biraz daha çetin ceviz çıkabilirdi. Ancak yanına İbrahim’in halefi Sadrazam Rüstem Paşa’yı da almıştı yanına. Rüstem’in ona yardım etmekten memnun olacağından emindi. Rüstem kısa süre önce 1552 yılı baharında İran’a karşı girişilen seferde ordunun başına komutan olarak geçirilmişti. Şehzade Mustafa’nın da görev yaptığı ordu ertesi kış Karaman’da kamp kurmuştu. Ama sultan kışı geçirmek için başkente dönmüştü. O kış Rüstem Paşa süvari komutanı Şemşi Efendi ile seferde olup bitenlerin yer aldığı, ama birde uyarının bulunduğu rapor getirmişti. Sultan ordunun başında olmadığından askerler onun yaşlandığını, tahta daha genç birini geçirme ihtimalini tartıştıklarını içeren not. Raporda Mustafa’nın bu öneriyle ilgilendiği, hatta İranlılarla gizlice temas kurup yardımlarını istediği söyleniyordu. Süleyman küplere bindi. Oğluna lanet yağdırmaya başladı. Derhal Rüstem’i geri çağırdı ve baharda ordunun başına geçmek için gerekli hazırlıklara başladı. Süleyman Karaman’a vardığında oğluna huzuruna çıkıp kendisine isnat edilen suçlardan aklanmasını emretti. Kendisini aklarsa korkacak bir durum olmadığının güvencesini verdi. Mustafa bıçak sırtında olduğunu gayet iyi biliyordu. Masum olduğunu bildiği için babasının emrine uymak dışında bir seçeneği yoktu. Arşidük Ferdinan’ın elçisi Ghislain de Busbecq tarafından sonraki olaylar şöyle aktarılmıştır.

Mustafa içeri girdi. Dram başladı. Dört bir yanı çevrildi. Şehzade gücünü topladı. Galip çıkarsa tahtı alacağını biliyordu. Kargaşayı, savaş ateşinin yeniçerilerde ne zaman merhamet uyandıracağını biliyordu. Süleyman’ın öfkesine karşı kendini savunmak için silahlandığını görmüştü. Ordunun onu sultan edeceğine inanmıştı. Bu gerçekten Süleyman’ın korktuğu şeydi. Sultan çadırının arkasına perdeler gererek önlemini almıştı. Bu trajedi yaşanırken kimse bir şey görmeyecek ve herhangi bir şeyden kuşkulanmayacaktı. Mustafa’nın güçlü yaşama ve hükmetme arzusu hepsine karşı onu yenilmez kıldı. Çatışmanın sonucu hala belirsizdi. Perdenin diğer tarafında duran Süleyman dilsizlerin teslim olmaya hazır olduğunu gördü. Dilsizler Mustafa’nın üzerine atıldılar. Onu yere serip canını aldılar. Sonra da talihsiz şehzadenin naaşını Süleyman’ın çadırının önüne serdikleri bir halının üstüne yatırdılar ki yeniçeriler Süleyman’ın gücünü ve yetkisini, sultan olmasını istedikleri adamın başına gelen felaketten anlasınlar.”

Mustafa adamları arasında çok sevilirdi. Soğukkanlı bir biçimde öldürülmesi orduda öfke dalgası uyandırmıştı. Askerler Süleyman’ın yüzüne karşı hakaret ediyorlardı. Bu daha önce hiç yaşanmamış bir olaydı. Işıltısıyla imparatorluk hanedanının görkemini arttıracak parlak güneşi söndürmekle suçladıkları Roxelane ve Rüstem’e lanetler savuruyorlardı. Sultan onları yatıştırmak için tüm suçu Rüstem’in üzerine attı. Sadrazamlık mührünü aldı ve yerine başka birini atadı. Ama yaşlı sadrazam kaybedilmeyecek kadar değerliydi ki iki yıl sonra görevinin başına getirildi.

Ancak Mustafa’nın öldürülmesi yeterli değildi. Şehzade’nin hala ergenlik çağında olan ve Bursa’da sakin bir hayat süren Murad’ın da ortadan kaldırılması gerekiyordu. Roxelane işi şansa bırakamazdı. Nitekim iki hafta sonra Murad’ında sonu geldi. Bu iki kıyım haberi tüm Avrupa’yı sarsmış olmasına rağmen herkes rahat bir nefes aldı. Çünkü Mustafa zeki, hırslı, cesur bir şehzadeydi. Eğer yaşasaydı imparatorluğun sınırlarını ne kadar genişletebilecek ti?

İmparator Karl, İngiltere’de yaşanan değişikliklerin tam anlamıyla farkında olduğundan büyük sıkıntı içindeydi. Özellikle de birinci dereceden kuzeni Prenses Mary için kaygılıydı. İmparator endişelenmekte haklıydı. Kraliyet Meclisi, Mary’nin papazını talimatların dikkate alınmaması halinde ağır cezaya çarptırmakla tehdit ediyordu. Papazın verdiği cevap herkes Cranmer’ın kısa süre önce yayımlanmış toplu dua kitabını benimsemişken, kendisinin hanımının talimatlarına uymaktan başka bir seçeneği olmadığını söyledi.

Mary’ye gelince bu ciddi kriz anlamına geliyordu. Ayin onun yegâne kurtuluş umuduydu. Ayini kınamak yerine ülkeyi terk etmeye kararlıydı. Karl’ın istediği bu değildi. Eğer böyle yaparsa tahta çıkma şansını kaybederdi. Nihayetinde Karl, Mary’nin tek şansının İngiltere dışında başka bir yere kaçırılması olduğuna inandığı için ayrıntılı bir casusluk planı hazırladı. Plan asla uygulanmadı. Mary, İngiltere’de kaldı ve kutsal ayin müziğini gizlice dinlemeye devam etti.

1553 yılında Edward’ın ölümünün ardından Henry’nin vasiyetiyle onaylanan vesayet yasasına göre Mary kraliçe olacaktı. Öte yandan İngiltere artık iyiden iyiye Protestan bir ülkeydi. Eğer Mary tahta çıkacak olursa Katolikler bir kez daha denetimi ele geçireceklerdi. Genç kral bu düşünceyle ölüm döşeğindeyken kız kardeşi Mary değil, Protestan Lady Jane Grey’i halefi ilan etti. Jane Grey, Kraliyet Meclis başkanı olan Northumberland dükünün oğluyla evliydi. Nihayetinde 10 Temmuz 1553 yılında kraliçe ilan edildi.

Mary, Kraliyet Meclisine taht üzerindeki hakkını ileri süren bir mesaj gönderdi. Northumberland feci bir hata yaptığını anladı. Mary’nin özgürlüğünü asla tanımamalıydı. Kral ölüm döşeğindeyken Mary’i tutuklamalıydı. Mary diğer düklerle ittifaka geçerek bir haftaya kalmadan yirmi bin kişilik ordu toplamayı başardı. Kraliyet Meclisi daha fazla dayanamayacağını anladığından Mary’i kraliçe olarak ilan etmek zorunda kaldı. Mary’nin tahta çıkması Roma’da hatırı sayılır bir heyecan uyandırdı. Papa III. Julius, Kardinal Pole’u Londra’ya elçi olarak gönderdi.

İmparatorun tüm engellemelerine karşın IV. Paulus papa seçildi. Paulus 1555 yılında Lutherci yöneticilerin hâkim olduğu bölgeleri onlara bırakarak Almanya’da barışı sağlayan Augsburg Barışını imzaladığı için imparator Karl’ı asla affetmedi. İki yıl sonra Karl’ın Katolik Reformunun başlıca lideri olduğunu görmezden gelip Fransa Kralı II. Henri ile ittifak kurarak İspanya’ya savaş açtı. Ağustos 1557’de İspanyol ordusu Saint-Qentin kasabanı kuşatarak yağmaladı. Sonra şehir terk edildi. Buraya Fransızların yerleştiğini duyan papa küplere bindi. Nihayetinde ülkesinde Katolik inancı yeniden tesis etmiş olan Mary’yle bile kapışmayı başarmıştı. Kardinal Pole’un elçilik görevine son verdi. Çıkardığı tatsızlıklar yüzünden Kraliçe Elizabeth’in ülkede Protestanlığı yeniden tesis etme çabalarına büyük katkı sağladı. 1559 yılında on altıncı yüz yılın en sevilmeyen papası olarak öldü. Halk sevinçten sokaklara döküldü. Önce engizisyon merkezine saldırılıp mahkûmlar serbest bırakıldı. Capitolino’daki heykelinin kafası kopartılarak Tiber Nehri’ne atıldı.

1553 yılında Karl, kuzeni Mary’nin zafer kazandığını öğrenince yeni bir hedefe yöneldi. İngiltere’nin eski Burgonya topraklarıyla ittifak kurması, Fransa’yı tehdit eden bir hamle anlamına geliyordu. Dolayısıyla Karl, Kral Henri karşısında konumunu fazlasıyla güçlendirecekti. Bunun ilk adımı açıktır ki Mary’nin oğlu Felipe’yle evlenmesinden geçiyordu. Temmuz 1554 yılında Mary ve Felipe evlendiklerinde babası Napoli Krallığını oğluna vermişti. Parlamentonun çıkardığı tüm yasalar ikisinin adıyla yayımlanacaktı. Paralarda ikisinin de kabartması yer alacaktı. Felipe tek kelime İngilizce ya da Fransızca bilmediğinden devlet işlerine ilişkin tüm notlar Latince ve İspanyolca olacak şekilde hazırlanması karara bağlandı. Eğer çocukları olmazsa Felipe’nin İngiltere ile olan bağlantısı Mary’in ölümü ile son bulacaktı. Felipe’nin heveslerine son bir darbe 26 Aralık 1554 tarihinde İngiltere Parlamentosu Felipe’nin İngiltere kralı olarak taç giymesini onaylamaması oldu.

İmparator Karl 1535 yılında Tunus’un alınmasından sonra tahtan çekilme hayalleri kuruyordu. Ancak henüz tahtan çekilebilecek durumda değildi. Oğlu Felipe henüz sekiz yaşındaydı. Zihinsel ve fiziksel açıdan tükenmiş gut hastalığı yüzünden acı çeken Karl, Felipe’nin Flandre ve İspanya’da onun yerine alır alamaz tahtan ayrılmaya can atıyordu. Ocak 1556’da İspanya ile ona bağlı toprakların tacını oğluna verdi. Almanya, eski İmparatorluk ile birlikte kardeşi Ferdinand’ın elinde güvende olduğundan, kendisine imparator unvanından başka bir şey kalmamıştı. İspanya yazında kaptığı humma yüzünden Karl 21 Eylül 1558 sabahı hayata gözlerini yumdu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun bin yıllık tarihinde hiçbir imparator görevine V. Karl’dan daha sadık olmamıştı.

Batı Avrupa’nın cehresi hızla değişiyordu. Karl’ın ölümünden iki ay sonra İngiltere Kraliçesi Mary’nin ölümü üzerine tahta kız kardeşi Elizabeth geçti. Temmuz 1559’da Kral II. Henri ölümcül bir yara aldı. Aynı yıl Papa IV. Paulus hiç kimseyi üzmeden gitti. 1560 yılında Henri’nin varisi II. François on yedi yaşındayken ölmesi sonucu tacı kardeşi IX. Charles’a bıraktı.

1559 yılı papanın ölümü dışında başka iyi haberlerde getirdi. Nisan ayında Cateu-Cambresis Barış anlaşması imzalandı. İspanya büyük ölçüde Savoie Hanedanın verdiği yardım sayesinde Fransa’yı yenmişti. Bununla birlikte Henri İtalya’da hak iddiasında bulunmayacağına söz veriyordu. Felipe, Milano, Napoli, Sicilya ve Sardinya’yı doğrudan denetimine almıştı.

Avrupa’da geçici olsa da barış sağlandığına göre 1550 yazında Felipe Türkleri halletme vaktinin geldiğine inandı. Hedefi korsanlık faaliyetlerinin en yoğun olduğu bölge olan Trablus olacaktı.

Bahar geldiğinde papalık ve belki de şaşırtıcı ama Fransız askerlerinin de katıldığı filo Trablus’a değil de Tunus sahili açıklarındaki Cerbe Adasına doğru yelken açtılar. Önde gelen korsanlardan Kılıç Ali, Piyale Paşa’ya haber vermişti. Piyale Paşa buraya yirmi gün içerisinde gelerek rekor kırmıştı. 11 Mayıs 1550 tarihinde Amiral Piyale Paşa yönetimindeki seksen altı gemilik Türk filosu ufukta göründü. Tam bir şaşkınlığa kapılan Hıristiyan ordusunun kaçmaktan başka çaresi yoktu. Piyale Paşa beş bin esirle İstanbul’a döndüğünde muzaffer komutan edasıyla karşılanmıştı. Sultan bu başarıdan dolayı Piyale Paşa’yı torunlarından biriyle evlendirecek kadar takdir etmişti. Bu tarihten itibaren yaklaşık beş yıl boyunca Doğu ve Orta Akdeniz’de nispeten sükûnet hüküm sürmüştü.

Habsburglarla düşmanlıklar aslında tam olarak son bulmuş değildi. 1550’lerin başında Arşidük Ferdinand talihsiz bir girişimde bulunarak Isabella ile küçük oğlu Janos Zsigmond’un Osmanlı hükümdarlığı altında yönetimi ellerinde tuttukları Transilvanya’yı işgal etmeye kalkımıştı. Haber çok geçmeden İstanbul’a ulaştığında sultan küplere binmişti. Ferdinand’ın elçisini tutuklattırıp Yedi Kule zindanına göndermişti. Çatışmalar istikrarsızca devam etti. Müzakereler iki taraf da sıkıntıdan patlayana kadar sürdü. Rüstem Paşa’nın 1561 yılında ölümünden sonra sekiz yıl boyunca geçerli olacak barış anlaşması imzalandı. Bundan üç yıl sonra 1564’de Ferdinand öldü. Yerine oğlu II. Maximilian aldı. İlk işi Transilvanya’ya saldırmak oldu. Türkler hemen karşı saldırıya geçti. Süleyman sabrının yeterince zorlandığını düşünmüştü. Mayıs 1566’da İstanbul’dan Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’yla birlikte son kez ayrıldı. Muazzam silah donanımına sahip üç yüz bin kişilik ordunun başına geçti.  Süleyman Belgrad’a vardığında Janos Zsigmond kendisine mücevherlerle süslenmiş hançer, kama, eğer ve elli bin duka değerinde yakut ile Transilvanya ile Tisza Nehri arasında hatırı sayılır bir toprak parçası hediye etti. Sultanın asıl planı Transilvanya’ya giden yolu kontrol eden Eylau kentini almaktı. Ancak seçkin subaylarından birinin öldürüldüğünü haber aldığında Szeged’e doğru yola çıktı. Szeged kuşatması bir aydan uzun sürdü. Süleyman, Sokullu’ya büyük fetih davulu henüz işitilmedi diye mırıldandı. Emir verildi ancak Süleyman duymayacaktı. 7 Eylül 1566 gecesi muhtemelen kalp krizi sonucu öldüğünde yetmiş bir yaşındaydı. Sokullu hızlı davrandı. Asıl önemli olanın o sıralarda Batı Anadolu’nun Kütahya şehrinde sancak beyi olan Şehzade Selim’in sorunsuzca tahta çıkarılması olduğunu fark etmişti.

Ankara, Aralık 2022

                                                                                              Cengiz Emik  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir