Kendine ait ne bir evi ne de toprağı olan bir ayakkabıcı, ailesiyle birlikte bir köylünün kulübesinde yaşıyor, ayakkabıcılık yaparak geçiniyordu. Ekmek pahalı, emek ucuzdu. Kazandığı ancak boğazlarına yetiyordu. Ayakkabıcının, karısıyla ortaklaşa giydiği bir gocuğu vardı, o da iyice yıpranmış, yüzüne bakılır yanı kalmamıştı.
Bir sabah koyun postu almak için köye gitmek üzere hazırlandı ayakkabıcı. Gömleğinin üzerine karısının pamuklu kumaştan ceketini, onun üstüne de çuha kaftanını giydi. Üç rubleyi cebine koydu, ağaçtan bir dal kırdı ve kahvaltıdan sonra yola koyuldu. “Köylülerden beş rubleyi alırım, bendeki üç rubleyi de ekledim mi gocuk için gerekli olan koyun postunu alırım.” diye düşünüyordu. Ayakkabıcı köye gelince alacaklı olduğu köylülerden birine uğradı, adam evde yoktu; karısı para vermeyip haftaya kocasıyla göndereceğine söz verdi. Ayakkabıcı bir diğerine gitti. Adam parasının olmadığına yemin billâh etti, yalnızca onarılacak bir çift çizme için yirmi kapik verebileceğini söyledi. Böylece ayakkabıcı, yirmi kapik ve bir köylüden kenarlarına deri dikeceği bir çift eski keçe çizme almak dışında hiçbir şey yapamamıştı. Canı sıkıldı, elindeki yirmi kapiğe votka içti ve post alamadan evin yolunu tuttu. Sabahtan beri üşüyordu, ama içkiyi içtikten sonra üstünde sağlam bir gocuk olmamasına rağmen ısınmış gibiydi.Ayakkabıcı söylene söylene dönemeçteki şapele yaklaştı, şapelin arkasında beyaz bir şey gördü. Ortalık kararmaya başlamıştı. Dikkatle baktı, ama bunun ne olduğunu seçemiyordu. “Burada böyle bir taş yoktu.” diye geçirdi içinden, “Bir hayvan mı ki? Hayvana da benzemiyor. Kafası insan kafasına benziyor, beyaz da bir şey. Ama burada insanın ne işi olur?” Gerçekten de bir adam, şapele yaslanmış kımıldamadan oturuyor, üstünde de hiçbir şey yok, sağ mı ölü mü belli değil. Ayakkabıcı korkmaya başladı. “Birileri bu adamı öldürmüş, soymuş ve buraya bırakmış olmalı. Bu işe bir bulaşırsam sonrasında başımı kurtaramam.” diye düşündü. “Geri mi dönsem, yoluma mı devam etsem? Yanına gidersem başıma bir kötülük gelebilir. Kim bilir kimin nesi? Buralara iyi bir sebepten gelecek değil ya! Yanına gitsem, ya üstüme atlayıp boğazıma sarılırsa? O zaman ondan kaçamam. Hadi boğazıma sarılmadı diyelim, gel de uğraş dur adamla. Çıplak bir adamla ne yapayım? Son kıyafetlerimi de ona veremem ya. Tanrı yardım etsin!” Ayakkabıcı bu düşünceyle hızlı hızlı yoluna devam etti. Biraz daha gitmişti ki vicdanı el vermedi ve yolun ortasında durdu. “Sen ne yapıyorsun, Semyon?” dedi kendi kendine “Adam çaresizlik içinde ölüyor, sense korkup adamı oracıkta bırakıyorsun. Yoksa servetinin soyulmasından korkacak kadar zengin mi oldun? Ah Semyon, yazık sana.”
Adama yaklaştı, dikkatle inceledi: Gençten, sapasağlam biriydi. Bedeninde yara bere görünmüyordu, belli ki çok üşümüş ve korkmuştu. Şapele yaslanmış öylece oturuyordu ve başını kaldırıp Semyon’a bakamayacak kadar hâlsiz düşmüştü. Semyon iyice yaklaştı ve adam birden kendine gelir gibi oldu. Başını kaldırıp gözlerini açtı ve Semyon’a baktı. Semyon’un bu bakışla adama kanı kaynamıştı. Elindeki çizmeleri yere bıraktı, kuşağını çözdü ve çizmelerin üzerine bırakıp kaftanını çıkardı. Semyon adamı dirseklerinden tutup kaldırdı. Adam ayağa kalkınca Semyon, adamın temiz, ince yapılı bir vücudu; biçimli elleri ve ayakları, dokunaklı bir yüzü olduğunu gördü. Kaftanını adamın omuzlarına attı, fakat adam kollarını bulamayınca Semyon kaftanın kollarını geçirdi. Düzeltip önünü kavuşturdu ve kuşağını sıktı.
Semyon yürüyor, yolcu da geride kalmıyor, Semyon’un yanında yürüyordu. Rüzgâr çıktı, Semyon’un gömleğini delip geçiyordu ve içtiği votkanın etkisi yavaş yavaş geçen Semyon üşümeye başlamıştı. Yürürken burnundan zar zor soluyor, karısının ceketine sıkıca sarınıyordu. “Al sana post! Post için yola çıktım ama sırtımda kaftanım bile olmadan dönüyorum, yanımda da çıplak bir adam.” diye düşünüyordu. “Matryona bu işe hiç sevinmeyecek!” Karısı aklına gelince canı sıkıldı.
Matryona kocasından gelen içki kokusunu hemen aldı. “Sahiden de içmiş.” diye düşündü. Kocasını kaftansız, sırtında sadece bir ceketle susup ezilip büzülürken görünce Matryona’nın kalbi duracakmış gibi oldu. Üstelik kocası post falan da almamıştı. “Paraları bir ipsizle içkiye yatırmış, bir de adamı tutup yanında getirmiş.” diye düşündü. Matryona onları içeri geçirdi, arkalarından kendisi de girdi. Adama baktı: Kocasıyla ortaklaşa kullandıkları kaftanı giymiş, gençten, zayıf bir yabancıydı. Kaftanın altında gömlek görünmüyordu, şapkası da yoktu. Hiç kıpırdaman, gözlerini dahi kaldırmadan öylece dikiliyordu. Matryona, “İyi birine benzemiyor, korktuğuna göre.” diye düşündü. Semyon karısına içkiye sadece yirmi kapik yatırdığını anlatmak, adamı nerede bulduğunu söylemek istediyse de Matryona ona tek kelime dahi ettirmedi. Semyon’un ağzından bir şey çıksa karısı daha fazlasını söylüyordu. On sene önce ne olduysa hepsini bir bir dile getirdi.
-Yahu ben de bunu anlatmaya çalışıyordum sana. Yürüyordum, bu adam şapelin yanında çırılçıplak oturuyordu, soğuktan kaskatı kesilmişti. Yaz değil ki çırılçıplak otursun. Beni ona Tanrı gönderdi, yoksa mahvolacaktı. Ne yapsaydım? Kim bilir başına ne işler geldi! Aldım, giydirdim ve buraya getirdim. Biraz sakinleş. Günahtır, Matryona. Hepimiz öleceğiz bir gün. Matryona ağzına geleni söylemek istedi, fakat yolcuya bakınca sustu. Adam, sedirin kenarında öylece oturuyor, hiç kıpırdamıyordu. Ellerini dizlerinde kavuşturmuş, başını önüne eğmişti, gözlerini hiç açmıyor ve sanki bir şey onu boğuyormuş gibi yüzünü buruşturuyordu. -Matryona, Tanrı’dan korkmuyor musun hiç?! dedi. Matryona bu sözleri duyunca yolcuya bir daha baktı, kalbi birden yumuşamıştı. Kapıdan geri döndü, sobanın olduğu köşeye geçti, yiyecek bir şeyler çıkardı. Masaya fincan koyup kvas doldurdu, kalan son somun parçasını da çıkardı.
-Mihayla, öylece yatıyordum, dondum. Semyon beni görünce acıdı, kaftanını çıkarıp bana giydirdi, sonra buraya getirdi. Sen de karnımı doyurdun, içecek bir şeyler verdin, bana acıdın. Tanrı sizi korusun! Mihayla, Semyon’un ne gösterirse hemen anlıyordu, üçüncü günden itibaren sanki tüm hayatı boyunca çizme dikmiş gibi çalışmaya başladı. Durmadan çalışıyor, az yiyordu; işi bittiğinde susuyor ve hep yukarıya bakıyordu. Dışarıya çıkmıyordu. Fazla konuşmuyor, şaka yapmıyor ve gülmüyordu. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı ve bir yıl geçti. Mihayla Semyon’un evinde kalmaya devam ediyor ve çalışıyordu. Semyon’un işçisi Mihayla’nın ünü öylesine yayıldı ki, hiç kimsenin çizmeleri onun kadar düzgün ve sağlam dikemeyeceği söyleniyordu ve o civardan insanlar çizme almak için Semyon’a gelmeye başlamışlardı. Semyon’un durumu gittikçe düzeliyordu.
Semyon ile Mihayla bir kış günü oturmuş çalışıyorlarken kulübeye üç at koşulu, çıngıraklı bir araba yaklaştı. Pencereden baktılar. Araba kulübenin karşısında durdu, arabacı yerinden bir genç atlayıp kapıyı açtı. Arabadan kürklü bir bey inip kulübeye doğru yürüdü ve sundurmaya girdi. Matryona fırlayıp kapıyı ardına dek açtı. Bey eğilerek içeri girdi, doğrulduğunda başı neredeyse tavana değecekti, tüm köşeyi kaplayacak kadar da cüsseliydi adam. Bana öyle bir çizme dik ki bir yıl dayansın ne şekli bozulsun ne de dikişleri sökülsün. Yapabileceksen deriyi al, kes, yok ama yapamayacaksan ne al ne de kes. Peşin peşin söylüyorum: Eğer çizmelerin dikişleri bir yıldan evvel sökülürse ve şekilleri bozulursa seni hapse attırırım; sökülmezler ve şekilleri de bozulmazsa sana işinin karşılığı olarak on ruble öderim.
-İşi almasına aldık da başımız derde girmese bari. Mal değerli, bey ise aksinin teki. Hata yapmamamız lazım. Haydi, bakalım, senin gözlerin daha keskin ve ellerin de benimkilerden çok ustalaştı. Ölçüyü sen al. Deriyi kes, ben de burunlarını dikip bitiririm, dedi Semyon Mihayla’ya. Matryona, Mihayla’nın yanına gelip deriyi nasıl kestiğine baktı ve Mihayla’nın yaptığını görünce şaştı kaldı. Matryona da çizme işine aşinaydı, Mihayla deriyi çizme için kesmiyor, yuvarlak kesiyordu. Matryona bir şey demek istedi ama içinden, “Herhâlde beyin çizmesinin nasıl dikileceğini ben anlamadım; Mihayla’nın bir bildiği vardır belki, işine karışmayayım.” dedi. Mihayla diğer deriyi de kesti, ipliği aldı ve çizme diker gibi çift kat iple değil, terlik diker gibi tek kat iplikle dikmeye başladı. Matryona buna da şaşırdı, ama yine karışmadı. Mihayla dikmeye devam ediyordu. Öğle yemeği vakti gelince Semyon kalktı ve Mihayla’nın, beyin getirdiği deriden terlik dikmiş olduğunu gördü.
-Eyvah! dedi Semyon. “Tam bir senedir benimle birlikte çalışıp hiç hata yapmayan Mihayla nasıl olur da şimdi böyle feci bir hata yapar? Bey geniş konçlu şeritli çizme sipariş etmişti, ama o tabansız terlik dikmiş, deriyi heba etmiş. Ben şimdi beye ne derim? Bunun gibi bir malı da bulamam.” diye düşündü.
Tam Mihayla’yı azarlamaya başlamıştı ki kapının önünde gümbürtüler duyuldu, birisi kapıya vurdu. Pencereden baktılar: Bir adam gelmiş, atını bağlıyordu. Kapıyı açtıklarında daha önce beyin yanında gelen uşak içeri girdi. -Beyimin sipariş ettiği çizmeler için! Artık onlara ihtiyacı kalmadı. Kendisi sizlere ömür.
Yıllar birbirini kovaladı ve Mihayla artık altı yıldır Semyon’un evinde yaşıyordu. Yine hiçbir yere gitmiyor, gerekmedikçe konuşmuyordu ve onca yıldır sadece iki kez gülümsemişti İlki, Matryona kendisine yemek verdiğinde, diğeri de çizme diktirmeye gelen beye bakarken. Semyon işçisinden son derece memnundu. Artık nereden geldiğini sormuyordu; tek korkusu, Mihayla’nın onu bırakıp gitmesiydi.
Bir gün evde hep beraber oturuyorlardı. Matryona kap kacakları sobaya yerleştiriyor, çocuklarsa bir sedirden diğerine koşuyor, pencereden dışarıyı seyrediyorlardı. Semyon bir pencerenin önünde dikiş dikiyor, Mihayla ise diğerinin önünde ökçe çakıyordu. Sedirdeki çocuklardan biri Mihayla’ya doğru koştu, omzuna dayanarak dışarı bakmaya başladı.
-Mihayla amca, baksana, yanında kızlarıyla bir tüccar karısı buraya geliyor gibi. Kızlardan biri de topal. Çocuk bunu söyler söylemez Mihayla işini bırakıp, pencereye koştu ve dışarı baktı. Semyon şaşırmıştı. Mihayla hiç bakmazdı dışarı, ama şimdi pencereye uzanmış bir şeye bakıyordu. Semyon da baktı ve temiz giyimli bir kadının sahiden de onlara doğru geldiğini gördü. Kadın, kürk giymiş ve yün şallar bürünmüş iki kız çocuğunun elinden tutuyordu. Kızlar birbirinin aynıydı, ikisini ayırt etmek mümkün değildi. Ancak birinin sol bacağı sakat olduğundan biraz aksaya aksaya yürüyordu.
Kadın masaya yakın oturdu, kızlar da dizine sokuldu. İçeridekileri görünce çekinmişlerdi. -Bu iki kıza baharlık deri başmak dikilecek. -Olur elbette. Bu kadar küçük ayakkabı hiç dikmedik, ama yaparız. Vardolalı yapabiliriz, keten bezinden vardolasız yapar pençesini içten dikeriz. Bu benim ustam Mihayla. Semyon dönüp Mihayla’ya baktı ve onun işini bırakmış, gözlerini hiç ayırmadan kızlara baktığını gördü.
Kadın olanı biteni anlatmaya başladı.
-Bundan altı yıl önceydi, bu kızlar bir hafta içinde hem öksüz hem yetim kaldılar: Babalarını salı günü defnettiler, anneleri de cuma günü öldü. Bu çocuklar babalarının ölümünden üç gün sonra doğdu, anneleri de bir gün bile yaşayamadı. Biz o zamanlar kocamla birlikte köyde yaşıyorduk. Onların komşusuyduk, bahçelerimiz dip dibeydi. Kimsesiz bir köylü olan babaları ormanda ağaç keserdi. Bir gün nasıl olduysa üstüne ağaç düşürmüşler, ağaç babalarını enlemesine sıkıştırıp tüm iç organlarını ezmiş. Evine getirilir getirilmez ruhunu teslim etti, karısı da aynı hafta ikiz, işte bu kızları, doğurdu. Yoksulluk, yalnızlık içinde tek başına bir kadındı ne bir hizmetçisi ne de bir büyüğü vardı yanında. Bu çocukları tek başına doğurdu, tek başına da öldü.
Aralarında böyle biraz konuştuktan sonra kadın ayaklandı; Semyon ile Matryona onu geçirdiler ve Mihayla’ya baktılar. Mihayla elleri dizlerinin üzerinde, gözleri yukarıya çevrilmiş, gülümser hâlde oturuyordu.
-Mihayla, görüyorum ki sen sıradan bir insan değilsin, ben seni ne alıkoyabilirim ne de sorguya çekebilirim. Ama bana sadece şunu söyle: Seni bulup eve getirdiğimde sıkıntılı bir hâlin vardı, karım sana yemek verdiğinde ona gülümsedin ve o andan itibaren yüzün neden aydınlandı? Sonra, o bey çizme sipariş ettiğinde bir daha gülümsedin ve o andan itibaren neden yüzün biraz daha aydınlandı? Şimdi de, kızlarla gelen kadını görünce üçüncü kez gülümsedin ve artık ışık saçıyorsun. Söyle bana Mihayla, neden senden böyle bir ışık yayılıyor ve neden üç kez gülümsedin?
Mihayla anlatmaya başladı:
-Tanrı beni cezalandırmıştı, artık affetti, o yüzden ışık saçıyorum. Üç kere gülümsedim, çünkü Tanrı’nın üç hakikatini öğrenmem gerekiyordu. Tanrı’nın üç hakikatini öğrendim; ilk hakikatini karın bana merhamet ettiğinde öğrendim, bu yüzden ilk kez gülümsedim. Diğer hakikati zengin adam çizme sipariş ettiğinde öğrendim ve ikinci kez gülümsedim, şimdi de kızları görünce, üçüncü ve son hakikati öğrendim ve üçüncü kez gülümsedim.
-Tanrı beni, O’na itaat etmediğim için cezalandırdı. Ben gökyüzünde bir melektim ve Tanrı’ya itaatsizlik ettim.
Tanrı beni bir kadının ruhunu almam için gönderdi. Yeryüzüne indiğimde o kadın tek başına yatıyordu, hastaydı, ikiz doğurmuştu, iki kız bebek. Bebekler annelerinin yanında kımıldanıp duruyordu, anneleri onları göğsüne kaldıramıyordu. Kadın beni görünce Tanrı’nın beni, kendisinin ruhunu almam için gönderdiğini anladı, ağlamaya başladı ve şöyle dedi: “Ey Tanrı’nın meleği! Kocamı daha yeni defnettik, ormanda bir ağacın altında kalıp öldü. Benim ne bir kız kardeşim var ne teyzem ne de annem. Öksüzlerimi büyütecek kimsem yok. Benim ruhumu alma, çocuklarımı besleyip büyütmeme müsaade et, ayaklansınlar! Çocuklar babasız, annesiz yaşayamaz!” Kadının sözünü dinledim, bebeğinin birini göğsüne koydum, diğerini de eline verdim ve göğe yükseldim. Tanrı’nın huzuruna çıktım “Tanrım, o lohusanın ruhunu alamadım. Kocası ağacın altında ezilmiş, kadın ikiz doğurmuş, ruhunu almamam için yalvardı. “Çocuklarımı besleyip büyütmeme müsaade et, ayaklansınlar. Çocuklar annesiz, babasız yaşayamaz.” diye yalvardı. Ben o kadının ruhunu alamadım.” Bunun üzerine Tanrı şöyle dedi: “Git o lohusanın ruhunu al ve üç hakikati öğren: İnsan içinde ne barındırır, insana ne bahşedilmemiştir ve insan ne ile yaşar? Öğrendikten sonra göğe döneceksin.” Böylece tekrar yeryüzüne indim ve yeni doğum yapmış olan kadının ruhunu aldım. Bebekler annelerinin göğsünden düştü. Kadının cansız bedeni yatağa yığılıp bebeklerden birinin üzerine düşerek ayağını ezdi. Kadının ruhunu Tanrı’ya götürmek için köyün üzerinde yükseldim, ama rüzgâra yakalandım, kanatlarım koptu ve kadının ruhu Tanrı’ya tek başına yükseldi. Bense yeryüzüne, yolun kenarına düştüm.
Semyon ve Matryona yanlarında kimin yaşadığını, kimi giydirdiklerini ve kimin karnını doyurduklarını anlamışlardı, korkudan ve sevinçten ağlamaya başladılar.
Melek şöyle devam etti:
-Tarlada yalnız ve çıplaktım. Önceleri insani ihtiyaçları, soğuğu ve açlığı bilmezdim, insan hâline gelince acıktım, soğuktan donmuştum ve ne yapacağımı bilmiyordum. O tarlada bir şapel gördüm, Tanrı için yapılan bu şapelde barınabileceğimi ümit ederek oraya gittim. Şapelin kapısı kilitliydi, içeri giremedim. Ve rüzgârdan korunmak için şapelin arkasına oturdum. Akşam oldu, epey acıkmıştım, kaskatı kesilmiştim ve hiç dermanım kalmamıştı. Birden yoldan bir adamın geçtiğini işittim, elinde bir çift çizme vardı ve kendi kendine konuşuyordu. İnsan hâline geldiğimden bu yana ilk kez bir ölümlüye rastlıyordum, yüzü bana korkunç gelince de hemen başımı çevirdim. Adam kendi kendine konuşuyor, kışın şiddetli soğuklarda ne giyeceğini, karısının ve çocuklarının karnını nasıl doyuracağını düşünüyordu. İçimden: “Soğuktan ve açlıktan ölmek üzereyim, ama bu adam da kendisinin ve karısının ne giyeceğini, nasıl geçineceklerini düşünüyor. O bana yardım edemez.” dedim. Adam beni gördü, kaşlarını çattı, yüzü daha da korkunç bir hâl aldı ve şapelin önünden yürüyüp geçti. Umudumu kesmiştim. Birden geri geldiğini duydum. Başımı kaldırıp baktığımda aynı adamı tanıyamadım. Az önce yüzünde ölümü görmüştüm. Ama sonra birden canlandı, yüzünde Tanrı’yı gördüm. Yanıma gelip beni giydirdi ve evine götürdü. Eve vardığımızda bizi bir kadın karşıladı. Kadın adamdan daha korkunçtu, konuşmaya başlayınca ağzından ölüm kokusu yayılıyordu, o pis kokudan nefes alamadım. Beni dışarıya, soğuğa atmak istiyordu, Beni dışarıya atarsa öleceğimi biliyordum. Kocası ona Tanrı’yı hatırlatınca kadın birden değişti ve bize yiyecek bir şeyler hazırladı, bana bakınca ben de ona baktım, artık kadına ölüm hükmetmiyordu, hayat gelmişti, onda Tanrı’yı gördüm.
Tanrı’nın ilk emrini hatırladım: “İnsan içinde ne barındırır?” İnsanın içinde sevgi barındırdığını öğrendim. Tanrı’nın öğrenmemi istediği ilk hakikati göstermiş olmasına sevinmiştim ve ilk kez bu yüzden gülümsedim. Fakat henüz her şeyi öğrenmemiştim. İnsana ne bahşedilmediğini ve insanın ne ile yaşadığını bilmiyordum.
Böylece sizinle birlikte yaşamaya başladım ve aradan bir yıl geçti. Bir gün bir adam şekli bozulmadan ve dikişleri sökülmeden bir yıl dayanacak çizme sipariş etmeye geldi. Ona bakınca birden omuzlarının arkasında arkadaşımı, ölüm meleğini, gördüm. O meleği benden başka kimse görmedi, ama ben onu tanıyordum ve akşam olmadan adamın ruhunu alacağını biliyordum. Ve kendi kendime düşündüm:
“Adam bir yıllık hazırlık yapıyor ama akşam olmadan öleceğinden haberi yok.” İşte o zaman Tanrı’nın diğer emrini hatırladım: “İnsana ne bahşedilmediğini öğren.”
İnsanın içinde ne barındırdığını öğrenmiştim. O zaman da insana neyin bahşedilmediğini öğrendim. İnsanlara kendi ihtiyaçlarının ne olduğu bilgisi bahşedilmemiştir. İşte o zaman ikinci kez gülümsedim. Melek arkadaşımı gördüğüme ve Tanrı’nın bana diğer hakikatini göstermiş olmasına çok sevinmiştim.
Ama hâlâ her şeyi bilmiyordum. İnsanın ne ile yaşadığını henüz öğrenmemiştim. Sizinle yaşamaya devam ederken Tanrı’nın bana son hakikatini göstereceği zamanı bekledim. Buradaki altıncı yılımda o kadınla birlikte ikiz kızlar geldi, kızları hemen tanıdım ve nasıl hayatta kaldıklarını öğrendim. Öğrenince de kendi kendime şöyle düşündüm: “Anneleri çocukları için bana yalvardığı zaman ona inanmış; çocuklar babasız, annesiz yaşayamaz sanmıştım, oysa yabancı bir kadın onları emzirip büyütmüş. Kadının öz çocukları olmayan bu kızlara duyduğu sevgiyi ve onlar için gözyaşı döktüğünü görünce kadında Tanrı’nın varlığını gördüm ve insanın ne ile yaşadığını anladım. Tanrı’nın bana son hakikatini de gösterdiğini ve böylece beni affettiğini anlayınca da üçüncü kez gülümsedim.
Melek bir anda çırılçıplak kaldı ve bedeni çıplak gözle bakılamayacak bir ışıkla kaplandı. Sanki kendisinden değil de göklerden geliyormuş gibi daha gür bir sesle konuşmaya başlayıp şöyle dedi:
-Her insanın kendisi için kaygılanarak değil, sevgiyle yaşadığını öğrendim.
Ankara, Ekim 2022
Cengiz Emik