“Kolomb’un başarısı Avrupa’da müthiş bir şaşkınlık yaratır. Bir süre sonra da yaşlı dünyamızın daha önce hiç tanık olmadığı bir macera ve keşif heyecanı patlak verir. Tek bir cesur insanın başarısından, tüm bir kuşağa yetecek şevk ve cesaret doğar. Bu daima böyledir.”
Başlangıçta baharat vardı. Romalılar, sefer ve savaşlarında doğunun acılı ya da uyuşturucu, yakıcı ya da esrikleştirici maddeleriyle tanışmış, bunların tadına varmıştır ve batı dünyası especen'a'dan, Hint baharatından vazgeçmez, vazgeçmek istemez artık. Zira kuzey mutfağı orta çağın ortalarına dek düşünülemeyecek kadar tatsız tuzsuz olmayı sürdürmüştür. Doğudan gelen her şey, ayrıksı, nadide ve egzotik ve belki de pahalı olması nedeniyle Avrupa'nın gözünde kendiliğinden hipnotize eden bir cazibe kazanmıştır. Arapça, Farsça, Hintçe, orta çağda (tıpkı on sekizinci yüzyılda Fransızca kökenli her şeyde olduğu gibi) bol, rafine, soylu, leziz ve değerli sıfatlarıyla eşanlamlı hale gelir. Especeria kadar talep edilen bir başka ticari mal daha yoktur; doğunun çiçeklerinin kokusu Avrupa'nın ruhunu büyüleyip esrikleştirmiştir sanki. Baharatın değerinin ne kadar aşırı boyutlara ulaştığını anlamak için bugün her lokanta masasında bulunan ve kum gibi dikkatsizce dökülüp saçılan karabiberin, ikinci binyılın başında tane tane sayıldığını ve ağırlığının gümüşünkine neredeyse eşdeğer olduğunu anımsamak gerekir. Karabiber o kadar mutlak bir değere sahipti ki, bazı devletler ve kentler hesaplarını, sanki değerli bir madenmiş gibi, karabibere göre yapıyorlardı: karabiberle arsa ve arazi sahibi olunuyor, drahomalar ödeniyor, yurttaşlık hakkı satın alınabiliyordu; bazı hükümdarlar ve kentler gümrük bedellerini karabiber ağırlığına göre belirliyordu ve orta çağda bir insanın çok zengin olduğunu belirtmek için karabiber çuvalı ifadesi kullanılıyordu. Karabibere bunca değer yüklenmesi bugün bize saçma gelse de karabiberin Avrupa'ya nakliyesi esnasında karşılaşılan zorluklar, alınan riskler hesaba katıldığında gayet doğaldır. O dönemde batı ile doğu diyarları arasındaki mesafe aklın alamayacağı kadar uzaktır ve gemiler, kervansaraylar ve arabaların yolda aşmak zorunda olduğu ne çok engel vardır! Her bir tane, her bir filiz Malezya takımadalarındaki yeşil ağaççıktan Avrupalı tacirin satış tezgâhına ulaşana kadar ne yollardan geçmek zorundadır! Malezya adalarında bir ton baharat, batı dünyasındaki bir fiske baharattan daha fazla bir anlam taşımaz. Ticaret sözcüğü el (Almanca-Handel) sözcüğünden gelir ve ticari mal çölleri ve denizleri aşarak son alıcıya, yani tüketiciye ulaşana kadar kaç kez el değiştirmek zorunda kalır! En az kâr eden daima birinci eldir; taze çiçekçileri toplayıp hasır sepetlere dolduran ve sepeti yanık tenli sırtına vurup pazara götüren Malezyalı köle kendi terinden başka bir şey kazanmaz. Ama efendisi kâr eder elbette; Müslüman tacir ondan satın aldığı malı küçücük bir yelkenli kayığa yükleyip yakıcı güneş altında sekiz on gün kürek salladıktan sonra Baharat adalarından Malakka'ya (bugünkü Singapur yakınlarında) gelir. Ağını kurup bekleyen ilk kan emici örümcek buradadır; limanın efendisi, kudretli bir sultan, aktarma yapabilmesi için tacirden vergi ödemesini talep eder. Tacir, ancak parayı ödedikten sonra mis kokulu malını daha büyük bir yelkenliye yükleyebilir ve hantal dümenli, kare yelkenli küçük araç Hindistan'ın bir limanından diğerine yavaş yavaş yol alır. Aylar geçer, tekdüzedir yolculuk, yelkenleri dolduracak rüzgâr çıkmadığında, yakıcı güneş altında günlerce beklenir, sonra ani bir kaçış başlar tayfun ve korsanlardan. İki üç tropik denizin aşıldığı bu nakliyat anlatılamayacak kadar zahmetli ve tehlikelidir; her beş gemiden biri yolda korsanların kurbanı olur ve tacir Cambagda'nın açıklarından geçip de Hürmüz ya da Aden'e sağ salim vardığında Tanrıya şükreder, Arabia felix ya da Mısır kapılarının önündedir artık. Ünlü tarihçi Martin Behaim 1492 tarihli ünlü Nürnberg Küresinde Hint baharatının sonuncu ele, tüketiciye ulaşana kadar en az on iki kez el değiştirdiğini hüzünle yazar. "Aynı şekilde, baharatın bizim ülkemize gelmeden önce Hindistan'daki adalarda, doğuda da alınıp satıldığını bilmek gerekir." Ama kârı paylaşan on iki el olsa da Hint baharatından her biri yeterince altın suyu çıkarır; onca riske ve tehlikeye rağmen baharat ticareti orta çağın en kârlı işi sayılmaktadır, çünkü malın en küçük miktarları bile büyük kârlar sağlamaktadır. Varsın beş gemiden biri -Macellan'ın keşif seferi bu hesabı doğrulamıştır- yüküyle birlikte batsın, varsın iki yüz almış beş kişinin iki yüzü bir daha geri dönmesin; bu oyunda tayfalar ve kaptanlar yaşamlarını yitirmiştir gerçi, ama tüccar kazanmıştır. Beş gemiden biri, baharatla tıka basa yüklü bir halde üç yıl sonra geri döndüğünde, elde edilen büyük kârlar tüm zararı telafi edecektir nasılsa, zira on beşinci yüzyılda tek bir karabiber çuvalı bile bir insan hayatından daha değerlidir; değersiz insan hayatının arzı ile değerli baharat talebi arasındaki dengenin daima iyi tutturulduguna şaşmamak lazım. Fugger ve Welser ailelerininkilerin yanı sıra Venedik sarayları neredeyse yalnızca Hint baharatından elde edilen kârlarla inşa edilmiştir.
Ama demirin paslanması nasıl kaçınılmazsa, büyük kârlar da büyük kıskançlıklar doğurur. Her ayrıcalık başkaları tarafından haksızlık olarak algılanır ve küçük bir grubun aşırı derecede zenginleştiği bir yerde haksızlığa uğrayanların koalisyonu- kendiliğinden oluşur. Cenovalılar, Fransızlar, İspanyollar, altın selini Canal Grande'ye yönlendirmesini bilen becerikli Venedik'e epeyce bir zamandan beri yan gözle bakmakta, hele hele Hindistan ile Avrupa arasında aşılmaz bir set kuran Müslüman Mısır ve Suriye'ye daha da fazla kin beslemektedirler. Bu ülkeler hiçbir Hıristiyan gemisinin Kızıldeniz'de seyretmesine, hiçbir Hıristiyan tacirin transit geçmesine bile izin vermez; Hindistan ticareti ancak Türk ve Arap tacirler aracılığıyla yapılabilmektedir. Bu durumda mallar Avrupalı tüketiciler için gereksiz yere pahalılaşmakla ve Hıristiyan ticaretinin kazancı baştan baltalanmakla kalmaz, tüm değerli maden fazlasının doğuya akma tehdidiyle de karşı karşıya gelinir, zira Avrupa malları şahane Hint mallarının takas değeriyle asla boy ölçüşemez. Açıkça hissedilen bu ticari dezavantaj bile yeterlidir batının sabırsızlığını körüklemeye, kendisini iflasa sürükleyen bu onur kırıcı denetimden kurtulmayı istemeye; nitekim güç birliği yapılır. Haçlı seferleri (çoğu kez romantize edildiği gibi). Kutsal Mezarı imansızların elinden kurtarmak amacıyla yapılan mistik, dini bir girişim değildir kesinlikle; tarihin bu ilk Avrupa-Hıristiyan koalisyonu, Kızıldeniz'deki emniyet zincirini delip geçmek ve Avrupa ve Hıristiyanlık için doğu ticaretinin önünü açmak yolunda atılan ilk bilinçli çabadır aynı zamanda. Bu girişim başarısızlığa uğradığı, Mısır Müslümanlardan koparıp alınamadığı ve İslam Hindistan'a giden yolları tutmayı sürdürdüğü için Hindistan'a giden serbest, bağımsız, başka bir yol bulma arzusunun doğması kaçınılmazdı. Colombus'un batıya, Bartolomeo Diaz ve Vasco da Gama'nın güneye, Cabot'nun kuzeye, Labrador'a yaptığı cesur seferler her şeyden önce, batı dünyasının Hindistan'a giden serbest, gümrüksüz ve engelsiz bir deniz yolunu nihayet keşfetmek ve İslam’ın onur kırıcı siyasi üstünlüğünü kırmak gibi bilinçli bir arzudan kaynaklanıyordu. Önemli buluş ve keşiflerin esin gücü daima düşünsel, ahlaki bir itkiden kaynaklansa da son kertede gerçekleşebilmeleri için maddi itkilerin de olması gerekir. Krallar ve danışmanları, Colombus ve Macellan'ın önerilerinden sırf bu fikirlerin cesurluğu nedeniyle de coşku duyarlardı elbette; ama harcanan parayı kat kat geri alabilecekleri ihtimali olmasaydı eğer projelerini gerçekleştirmeleri için gerekli parayı gözden çıkarmaya asla cesaret edemezler, hükümdar ve spekülatörler onlara asla bir filo vermezdi. Keşifler çağının kahramanlarının itici gücü tacirlerdi; dünyanın fethine yönelik ilk kahramanca itkinin kaynağı da yine dünyevi güçlerdi- başlangıçta baharat vardı.
Avrupa'nın tüm denizci ulusları arasında coğrafi konumu en elverişsiz ülke Portekiz'dir. Dalgalarıyla Portekiz kıyılarını döven batıdaki Atlantik Okyanusu, Ptolemaios coğrafyasına (orta çağın tek otoritesi) göre sonsuz bir su çölüdür. Pto-lemaios'un dünya haritaları, güneyde Afrika kıyısı boyunca uzanan deniz yolunu da bir o kadar elverişsiz ilan etmiştir: Portekiz hükümdarının oğlunun hayattaki tek amacı, imkânsız gözükeni başarmak ve İncil'deki söz uyarınca en sonuncuları en birinci yapmayı göze almaktır. Ya Ptolemaios, bu geographus maximus, coğrafyanın papası yanılıyorsa? Batıdan vuran devasa dalgalarıyla Portekiz kıyılarına bazen tuhaf, yabancı odunlar (bunların bir yerlerde yetişiyor olması gerekir) taşıyan bu okyanus ya sonsuz değilse ya yeni ve bilinmeyen ülkelere açılıyorsa? Ya Afrika'da dönencenin ötesinde insanlar yaşıyorsa ya bilge Yunanlı keşfedilmemiş bu kıtanın etrafını deniz yoluyla dolaşıp Hint Okyanusu'na ulaşmanın imkânsızlığını kafadan uydurmuşsa? O zaman Portekiz, tam da en batıda yer aldığı için tüm keşiflerin sıçrama tahtası, Hindistan'a en yakın ülke olurdu. Mağribilere karşı sürdürülen Septe Kuşatmasında (1415) kendini kanıtlamış olan Enrique ülkenin en zengin insanlarından biriydi ve Portekiz kralının oğlu, İngiltere kralının yeğeni olarak hırsını en parlak konumlara gelmek için kullanabilirdi; tüm saraylar ona davet üstüne davet gönderiyor, İngiltere ona başkumandanlık teklif ediyordu. Ama bu garip hayalperest, yaşam biçimi olarak yaratıcı yalnızlığı seçti. Antikçağın kutsal toprakları olan Sagres Bumu'nda inzivaya çekildi. Orada neredeyse elli yıl boyunca Hindistan'a deniz yolculuğunun hazırlıklarını yaparak mare incognitum'a (bilinmeyen deniz) karşı büyük bir harekât başlattı. Fakat Enrique'in asıl önemi, hedefin büyüklüğüyle birlikte zorlukların boyutlarını da görebilmiş, böyle büyük çaplı bir girişimi gerçekleştirmek için gereken hazırlığa tek bir insan yaşamı yetmeyeceği için düşünü asla gerçekleştiremeyeceğini soylu bir umutsuzlukla kavrayabilmiş olmasıdır. Yüzyıllarca süren kayıtsızlık yüzünden kaçırılan fırsatlar, bir insan ömrü süren fedakârlıkla telafi edilebilirdi ancak. Ve Enrique -işte onun büyüklüğü buradadır- hayatını gelecekte elde edilecek bir başarı için feda etmeye karar vermişti.
Prens Enrique dünyanın her yerinden kitap ve haritalar getirtmiş, Arap ve Yahudi âlimleri köşküne çağırarak, daha iyi gereç ve düzenekler geliştirmelerini buyurmuştu. Bir seferden dönen her denizci, her kaptan sorguya çekiliyor, elde edilen tüm bilgiler bir gizli arşivde özenle depolanıyor, bir yandan da bir dizi keşif için hazırlık yapılıyordu. Gemi yapım sanatı bıkmadan usanmadan teşvik edilir; eski küçük barkalar, on sekiz kişilik balıkçı tekneleri birkaç yıl içinde gerçek naos'lara, kötü hava şartlarında bile açık denizde seyredebilen seksen ya da yüz tonluk geniş filikalara dönüşürler. Denize dayanıklı bu yeni gemi tipi, yeni bir denizci tipini gerektiriyordu elbette. Kılavuza bir de "astroloji uzmanı" eklenir, bu denizcilik uzmanı harita okumayı, açıları belirlemeyi, meridyenleri çizmeyi bilir; teori ve pratik yaratıcı bir biçimde iç içe geçmiştir.
Denizciler yüzyıllar boyunca Capo Non'un -Ötesiyok Burnu'nun- ötesine geçilemeyeceğine inanmıştı. Güya bu burnun hemen ardında "karanlığın yeşil denizi" başlıyordu ve bu ölüm bölgelerine girmeye cesaret edenin vay halineydi! Güya o dönencelerdeki kızgın güneş denizi fokur fokur kaynatıyor, direk ve yelkenler derhal tutuşup alev alıyordu, kraterlerle kaplı ıssız "şeytan ülkesine" adım atan her Hıristiyan derhal zenci oluyordu. Bu masalların yarattığı korku güneye doğru bir yolculuğu o kadar olanaksız bir hale getirmişti ki, Enrique'in keşif seferlerine katılacak denizci bulabilmesi için papa her katılımcının günahlarının affedileceği garantisini vermek zorunda kalmış, ilk keşif yolculuklarına çıkacak bir iki cesur adam ancak ondan sonra bulunabilmişti.
1506 yılındaki Cannanore deniz savaşı Portekiz'in fetihçilik tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Macellan bu savaşta 1506 ilk gerçek sınavını verir. Portekizliler asıl hazinelere ulaşmak, Sunda takımadalannın efsanevi zenginlikteki Baharat adalarını Amboina, Banda, Ternate ve Tidore'yi ele geçirmek ister. Antonio d'Abreus'un komutası altında üç gemi sefere hazırlanır ve dönemin vakanü-vislerinin yazdığına göre, o dönemde dünyanın doğudaki en uç noktasına yapılan sefere katılanlar arasında Macellan da vardır. Oysa o sırada Macellan'ın Hint dönemi sona ermiştir. Yeter! der yazgı ona. Yeter doğuda gördüklerin, yeter yaşadıkların! Yeni yolların, kendi yollarının zamanıdır artık! Macellan, hayatı boyunca düşleyeceği, bundan sonra ruh gözüyle büyülenmiş gibi bakakalacağı masalımsı Baharat adalarını dünya gözüyle göremez. Bu altın kıyme-tindeki adalara ayak basma şansına asla sahip olamaz, bu adalar onun için bir düş, onun yaratıcı düşü olarak kalacaktır. Fakat hiç görmediği bu adaları Francisco Serrâo'yla dostluğu sayesinde sanki görmüş, yaşamış gibi olacak, dostunun başından geçen garip Robinson macerası, döneminin en büyük, en cesur macerasına atılmak için cesaret verecektir ona.
Hindistan'ın pervasızca sömürülmesi sayesinde, Lizbon on yıl içinde küçük bir kentten bir dünya kentine, lüks bir kente dönüşmüştür. Üstü açık fay tonlardaki soylu kadınlar Hint incilerini seyre sunmakta, görkemli giysiler içindeki dev bir asilzade sürüsü sarayda yaltaklık yapmaktadır. Ve yurda dönen Macellan anlar ki, kendisinin ve yoldaşlarının döktüğü kanlar burada gizemli bir kimyayla altına dönüşmüştür. Onlar güneyin yakıcı güneşi altında savaşır, acı çeker, özveride bulunur ve kan dökerken, Lizbon onların sayesinde İskenderiye ve Venedik'in mirasçısı, Manoel elfortunado Avrupa'nın en zengin hükümdar olmuştur. Yurdu tepeden tırnağa değişmiştir, eski dünyadaki insanlar artık daha zengindir, bol keseden, haz ve israf içinde yaşamaktadır, sanki fethedilen baharat, kazanılan altın, duyuları kanatlandırmıştır.
Kahramanlık çağlayanında duygusallığa yer yoktu, hâlâ da yoktur; İspanya ya da Portekiz için dünyaları fetheden o gözü pek fatihler krallarından pek az teşekkür görmüşlerdir. Colombus Sevilla'ya zincire vurulmuş bir halde döner, Cortez gözden düşer, Pizarro öldürülür, Pasifik Okyanusu'nu keşfeden Nunez de Balboa'nm boynu vurulur; Portekizli savaşçı ve şairi Camoens, rezil eyalet memurlarının iftirasına uğrar ve büyük yoldaşı Cervantes gibi, gübre yığınını andıran bir zindanda aylar, yıllar geçirir. Keşifler çağının büyük nankörlüğüdür: İspanya kraliyet hazinesi için Montezuma'nın altınlarını çalan, İnkaların hazine odalarını soyup soğana çeviren tayfa ve askerler, yurda döndüklerinde, Cadiz ve Sevilla'nm liman sokaklarında, bitli, sefil, hasta dilenciler ve sakatlar olarak perişan halde sürünür, sömürgelerde ölmemeyi başaranlar, memlekette uyuz köpekler gibi bir kenara atılır. Macellan krala, daha fazla teşvik göreceğini düşündüğü başka bir ülkede görev almasının bir sakıncası olup olmadığını sorar. Kral hakarete varan soğuk bir tavırla, bunun umurunda bile olmadığını, nerede bir göreve getirilir ve neresi hoşuna giderse orada hizmette bulunabileceğini söyler. Böylece Macellan'ın Portekiz sarayında istenmediği, ona sadakasını vermeye devam etme lütfunda bulunulacağı, ama ülkeye ve saraya sırt çevirmesinden gayet hoşnut kalınacağı açıkça anlatılmış olur. Kovulmuş bir dilenci gibi saraydan ayrıldığında anlar ki, artık daha fazla beklememeli, tereddüt etmemelidir. Otuz beş yaşındadır ve bir savaşçının, denizcinin savaş meydanında ve denizde öğrenebileceği her şeyi öğrenmiş ve yaşamıştır. Ümit Burnu’ndan dört kez geçmiştir, iki kez batıdan, iki kez de doğudan. Sayısız kez ölümle burun buruna gelmiş, düşman silahının soğuk metalini kanayan sıcak bedeninde üç kez hissetmiştir. Dünyada o kadar çok şey görmüştür ki, doğu konusunda döneminin en ünlü coğrafyacı ve haritacılarından daha bilgilidir. Hemen hemen on yıllık deneyim sonucunda her tür savaş tekniğine hâkimdir, kılıç tutmayı bilir, tüfek, dümen, pusula, yelken, top, kürek ve mızrak kullanmayı bilir. Portolan (harita okuma) okur, iskandil atar ve denizcilik gereçlerinden en az bir "astronomi üstadı" kadar anlar. Başkalarının kitaplarda heyecanla okuduklarını, sütliman denizleri, günlerce süren fırtınaları, deniz savaşlarını, kara savaşlarını, istila ve talanları, baskınları, batan gemileri, bütün bunları o bizzat yaşamıştır. On yıl boyunca sonsuz denizlerde binlerce gece ve gündüz sabırla beklemeyi, sonra yıldırım hızıyla karar vermeyi öğrenmiştir. Her tür insanı, sarı, beyaz, kara ve yanık tenlileri tanımış, Hindular, zenciler, Malezyalı, Çinli, Arap ve Türklerle tanışmıştır. Denizde ve karada, tüm mevsimlerde ve deniz kuşaklarında, dondurucu soğukta ve yakıcı sıcakta kralına, ülkesine her tür hizmette bulunmuştur. Avcılar en çok da av hakkında, denizciler de deniz ve yeni keşfedilmiş ülkeler hakkında sohbet etmeye bayılmaz mı? Macellan'ın, Kral Manoel'in gizli arşivi Tesoraria'da secretissima, gizlilikle korunan tüm kıyı haritalarını, portolanları ve son Brezilya seferinin seyir defterlerini incelemesi de dikkat çekmez; bol vakti olan işsiz bir kaptan yeni keşfedilen ülke ve denizler hakkındaki kitap ve raporları okumayacak da ne yapacaktır?
Macellan'ın kurduğu yeni bir dostluk daha dikkat çekicidir. Giderek yakınlaştığı bu adam, Ruy Faleiro, yerinde duramayan, sinirli, aniden parlayıveren hırçın bir entelektüeldir ve dizginsiz gevezeliği, aşırı özgüveni, kavgacı yaradılışıyla, suskun, kontrollü, içine kapanık Macellan'la taban tabana zıt gibidir. Devamlı bir arada görülen bu iki insanın yetenekleri, tam da zıt kutuplarda olmaları nedeniyle belirli -mecburen kısa vadeli- bir uyum içindedir. Macellan'ın en derin tutkusu denizlerde macera yaşamak ve dünyayı somut bir biçimde araştırmaksa, Faleiro'nun en büyük tutkusu da dünyayı ve gökyüzünü soyut bir biçimde incelemektir. Asla gemiye binmemiş, Portekiz'den hiç ayrılmamış Faleiro, tam bir teorisyen, gerçek bir kitap aydınıdır; gökyüzü ve yerin uzak yörünge ve enlemlerini yalnızca hesaplamalardan, kitaplardan, tablo ve haritalardan bilir; fakat bir kartograf ve astronom olan Faleiro, bu soyut alanlarda en büyük otorite kabul edilmektedir. Faleiro yelken açmayı bilmez, ama tüm yerküreyi kapsayan bir uzunluk hesap sistemi icat etmiştir, hatalı da olsa bu sistem daha sonra Macellan'ın çok işine yarayacaktır. Faleiro dümen kullanmayı bilmez, ama hazırladığı deniz haritaları, portolanlar, usturlaplar ve diğer gereçler döneminin en iyi denizcilik gereçleridir. Üniversitesi yalnızca savaş ve macera olan, astronomi ve coğrafya hakkında yalnızca kendi yaşantısıyla bilgi edinen ideal pratisyen Macellan, böyle bir uzmanın bilgilerinden büyük yararlar sağlayabilir. Bu iki insan birbirini, tam da yetenek ve eğilimleri birbirine zıt olduğu için, fikir ile deney, düşünce ile eylem, tin ile özdek gibi mükemmelen tamamlarlar. Bilindiği gibi, Colombus'un amacı (o dönemde varlığı bile sezilmeyen) Amerika'yı keşfetmek değil, Hindistan'a ulaşmaktı ve sonunda dünya onun yanılgısının farkına vardığında -kendisi yanıldığını asla kabul etmedi, Çin'in Han eyaletine vardığına ölünceye kadar inandı- bu tesadüfi keşif yüzünden Hindistan seferinden vazgeçmek İspanya'nın aklının ucundan bile geçmedi.
"Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasında bir geçit var. Ben bunu biliyorum, bu geçidin yerini ve konumunu biliyorum. Bana bir filo verin ve size bu geçidi göstereyim ve doğudan batıya giderek tüm dünyanın çevresini dolaşayım." İşte bu noktada Macellan'ın, bilim adamları ve psikologların zihnini asırlardan beri meşgul eden asıl sırrıyla karşı karşıya kalırız. Daha önce de belirtildiği gibi, Macellan'ın projesi yeni bir proje değildi aslında; o da aslında Colombus, Vespucci, Cortereal, Cortez ve Cabot'nun istediğini istiyordu. Onun önerisinde şaşırtıcı derecede yeni olan, önerinin kendisi değil, Macellan'ın Hindistan'a batıdan giden bir deniz yolu olduğunu bu kadar kesin bir dille iddia edebilmesidir. Zira Macellan diğerleri gibi mütevazı davranmaz, bir paso, bir geçit bulacağımı ümit ediyorum demez. Tersine, emin olmanın verdiği kesin bir ses tonuyla, paso'yu bulacağım der. Zira ben, yalnızca ben biliyorum ki, Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasında bir geçit var ve ben bu geçidi nerede bulacağımı biliyorum. Macellan sarsılmaz bir inanca sahiptir, bu gizli boğazın varlığını uzun zamandan beri bilen Macellan, bu bilgiyi, Portekiz kralının gizli arşivinde bulduğu bir haritaya, ünlü kozmograf Martin Behaim'in bir haritasına borçludur. Pigafetta'nın bu açıklamasına inanmamak için bir neden yoktur aslında, zira Martin Behaim 1507'de ölene kadar Portekiz kralının saray haritacısıydı. Ayrıca biliyoruz ki, araştırmalarını sessizce sürdüren Macellan gizli arşive girmeyi başarmıştı. Fakat -yapboz oyunu heyecanla devam eder- bu Martin Behaim hiçbir denizaşırı keşif seferine bizzat katılmadığı için böyle bir pasonun, varlığını başka denizcilerden öğrenmiş olabilir. Atlantik ile Pasifik Okyanusu arasındaki gizemli boğaza kadar ilerleyen Portekiz gemileri var mıydı gerçekten? Nitekim sağlam belgeler, o yüzyılın başında çok sayıda Portekizli keşif seferinde (birine Vespucci de katılmıştır) Brezilya kıyılarının, hatta belki Arjantin kıyılarının da tarandığını doğrular; paso'yu olsa olsa onlar görmüştür.
Dünyanın çevresini gemiyle dolaşma planını bu harita ve bilgiler ışığında yapan Macellan, başkalarının yanılgısına düşmüştür. Bir hata, içtenlikle inanılan ve içtenlikle benimsenen bir hataydı. Fakat kimse hataları küçük görmesin sakın! Eğer bir dehayla temas ettiyse, eğer tesadüflerle bir araya gelmişse, en budalaca hatalardan bile yüce bir gerçeklik doğabilir. Bilimde, yanlış varsayımlardan yola çıkan yüzlerce, binlerce önemli buluş vardır. Toscanelli'nin, dünyanın çevresini absürd bir biçimde hatalı hesaplayan ve çok kısa bir sürede Doğu Hindistan sahillerine ulaşacağı yanılsamasına neden olan haritası olmasaydı, Colombus dünya denizlerine açılmaya asla cesaret edemezdi. Behaim'in hatalı haritasına ve Portekizli kılavuzların düşsel raporlarına böylesine budalaca bir güvenle bel bağlamasaydı, Macellan bir kralı kendisine bir filo vermesi konusunda asla ikna edemezdi. Macellan bir sırrı bildiğini sandığı için döneminin en büyük coğrafi sırrını çözebildi. Fani bir çılgınlığa tüm ruhunu verdiği için ebedi bir gerçeklik keşfedebildi. Macellan zorlu bir kararla karşı karşıyadır şimdi. Döneminin başka hiçbir denizcisinin yüreğinde aynı cesaretle taşımadığı bir planı vardır, ayrıca elindeki önemli bilgiler sayesinde hedefe mutlaka ulaşacağından emindir (ya da emin olduğunu düşünür). Ama böylesine masraflı ve tehlikeli bir girişimi nasıl gerçekleştirmeli? Kendi kralı onu dışlamıştır, dost olduğu Portekizli armatörlerin destek olacağına pek ümidi yoktur, zira komutayı sarayın gözünden düşmüş bir adamın eline vermeye cesaret edemezler. Geriye bir tek yol kalır: İspanya'dan yardım istemek. Macellan ancak ve ancak orada destek bulmayı ümit edebilir, ona gereken değeri ancak bu saray verebilir, zira Macellan İspanya'ya Lizbon'daki gizli arşivden edindiği değerli bilgileri vermekle kalmayacak, planlanan girişim için en az bir o kadar önemli olan bir şey daha sunacaktır. Talebinin haklı olduğuna dair hukuki bir neden. Partneri Faleiro'nun hesaplamalarına göre (Macellan'ın edindiği bilgiler kadar bunlar da yanlıştır), Baharat adaları, Portekiz bölgesinin dışında, Papanın İspanya'ya verdiği bölgededir, dolayısıyla da Portekiz'in değil, İspanya'nın mülkiyetindedir. Portekizli bu küçük kaptan V. Karl'a dünyanın en zengin adalarını ve bu adalara giden en kısa yolu sunmaktadır; destekleneceği bir yer varsa o da İspanya sarayıdır. Büyük eserini, yaşamının idealini ancak ve ancak orada gerçekleştirebilir, ama en acı bedeli ödemek pahasına. Macellan yalnızca vatanını terk etmekle kalmaz, aynı zamanda da -bunu sessizce geçiştirmemek gerek- Portekizlilerin çoktan istila ettiğine inandığı Baharat adalarını kralının en kıskanç rakibine sunarak ülkesine zarar da verir ve Lizbon'daki Tesoraria'ya girebilmesi sayesinde elde ettiği denizcilik sırlarını İspanya'ya ifşa ederek son derece pervasız, hatta hiç de yurtsever olmayan bir tavır sergiler. Macellan vatanına yıllarca sadakatle hizmet ettikten sonra ömrünün ortasında asıl görevinin bilincine varmıştır. Vatanı ondan desteğini esirgediği için de fikrini yeni vatanı kılmak zorunda kalmıştır. Fani adını ve yurttaşlık onurunu kararlılıkla yok etmesinin nedeni, dirilip fikrini ve ölümsüz eylemini gerçekleştirebilmektir. Macellan'ın bekleyip sabretme ve plan yapma dönemi sona erer. 1517 sonbaharında cesur kararını uygulamaya koyulur. Kendisi kadar yürekli olmayan ortağı Faleiro'yu şimdilik Portekiz'de bırakarak, hayatının Rubikon'u olan İspanya sınırını geçer. 20 Ekim 1517'de, yıllardan beri bir gölge gibi yanından ayrılmayan kölesi Enrique ile birlikte Sevilla'ya varır. Gerçi o sırada İspanya'nın yeni kralı, iki dünyanın efendisi olması nedeniyle bizim V. Karl diye andığımız I. Carlos Sevilla'da yaşamamaktadır; on sekiz yaşındaki kral Flandra'dan Santander'e yeni dönmüştür ve kasım ortasında saray ahalisini toplamak istediği Valladolid'e gitmek üzeredir.
Macellan her proje ve başvuru sahibi gibi o da önce "ilişkiler" ve "referanslar" bulmalıdır: gücün ve paranın efendileriyle pazarlık etmeye başlamadan önce gücü ve parayı arkasına almalıdır. Her şeyi önceden düşünmek gibi bir huyu olan Macellan, bu tür bir ilişkiyi henüz Portekiz'deyken kurmuşa benzer. Sonuç olarak, yıllar önce Portekiz vatandaşlığından çıkan ve mühimmat nazırı olarak İspanya'nın hizmetinde on dört yıldan beri önemli bir görevde bulunan Dieğo Barbosa'nın evine gider. Tüm kentte büyük saygınlık gören, Santiago Tarikatı'nın şövalyelerinden olan Barbosa ülkeye yeni gelen biri için ideal bir yurttaştır. Bazı verilere göre Barbosalar Macellanlarla akrabadır; ama bu iki adam arasında daha ilk andan itibaren kurulan yakın bağın nedeni herhangi bir uzak akrabalık değil, Diego Barbosa'nın Macellan'dan çok yıllar önce Hindistan'a gitmiş olmasıdır. Nitekim oğlu Duarte Barbosa macera düşkünlüğünü babasından almıştır. Hint, İran ve Malezya denizlerini o da karış karış dolaşmış, hatta o dönemde çok takdir edilen bir de gezi kitabı yazmıştır: Bu üç kişi derhal dost olur. Günümüzde bile sömürge subayları ya da aynı cephede savaşmış askerler hayat boyu süren dostluklar kurabiliyorsa, o dönemde o tehlikeli yolculukları atlatıp sağ salim evlerine dönebilmiş bir avuç deniz gazisi birbirlerine ne kadar bağlıydı kimbilir! Barbosa büyük bir içtenlikle Macellan'a evini açar; fazla sürmez, Barbosa'nın kızı Beatriz otuz yedi yaşındaki bu enerjik ve etkileyici adamdan hoşlanır. Macellan daha yıl sonu bile gelmeden Barbosa'nın damadı olur, böylece Sevilla artık bir yeri yurdu vardır. Portekiz vatandaşlığından çıkarılan Macellan, İspanyol vatandaşlığına geçmiştir. Artık ne idüğü belirsiz biri değil, vecino de Sevilla, Sevilla'nm yerlisidir.
Kralın kabul salonuna açılan sayısız kapının daha ilki bile yüzüne kapanmıştır. O gün Macellan için çok kötü bir gün olsa gerek. Boş yere yollara düşmüş, boş yere referanslar edinmiş, boş yere hesaplar yapmış, boş yere dil dökmüştür: öne sürdüğü tüm iddialar, bu üç adamı, üç komisyon uzmanını projesini desteklemeye ikna edememiştir. Fakat savaşta yenildiğini düşünen bir komutan savaş meydanından geri çekilmeye hazırlanıyordur ki, tam o sırada, ağzından bal damlayarak bir ulak gelir ve düşmanın geri çekildiğini, savaş alanını, yani zaferi ona bıraktığını bildirir. Bir an, tek bir an sonra da terazinin kefesi derin bir uçurumdayken hızla mutluluğun doruklarına çıkar. Macellan, hiç ummadığı bir haber aldığında, projesinin ayrıntılarını -söylediğine göre, ters bir surat ve reddeden bir tavırla- dinleyen üç komisyon üyesinden birinin kişisel olarak projesinden çok etkilendiğini duyduğunda işte böyle bir an yaşar. Casa de Contratacion'un başkanı Juan de Aranda, son derece ilginç bulduğu ve de gelecek vaat ettiğini düşündüğü bu plan hakkında özel olarak görüşüp daha fazla bilgi edinmek için Macellan'ın kendisiyle ilişkiye geçmesini istemektedir. Sarayda denizcilikle ilgili kararlar üzerinde en etkili kişi, Hindistan Evi'nin başkanı Aranda, Macellan'ın dolayısıyla da kendisinin işlerini yürütmeye kesin kararlıdır artık. Macellan ile Faleiro arasındaki ortaklığa üçüncü bir kişi daha eklenmiştir; bu üçlü ortaklığa ana sermaye olarak Macellan pratik deneyimini, Faleiro teorik bilgilerini, Juan de Aranda ise ilişkilerini koyar. Macellan’ın projesi aynı zamanda da kendi girişimi olduğu andan itibaren Aranda hiçbir fırsatı kaçırmaz artık. Hiç tereddüt etmeden, Kastilya valisine uzun bir mektup yazarak, girişimin önemini anlatır ve Macellan'ı "Majestelerine büyük hizmetlerde bulunabilecek" bir adam olarak tanıtır.
Kraliyet Meclisi Macellan'ın planını önce fena karşılayacağa benzer. Zira dört üyesinden üçü, Erasmus'un dostu, müstakbel papa Kardinal Utrechtli Adrien, kralın yaşlı öğretmeni Guillaume de Croix ve devlet başkanı Sauvage Hollandalıdır. Onlar gözlerini, İspanya kralı Carlos'un imparatorluk tacını takacağı ve Habsburg'u dünyanın efendisi yapacağı Almanya'ya çevirmiştir. Başarıya ulaşması durumunda yalnızca İspanya’nın çıkarma olabilecek bir proje, bu feodal aristokratlar ya da kitapsever hümanistlerin ilgi alanının dışındadır. Kraliyet meclisindeki tek İspanyol’un, aynı zamanda da Casa de Contratacion'un fahri başkanı olarak denizcilik meselelerinden anlayan tek adamın büyük ün, hatta kötü ün sahibi Burgos piskoposu Kardinal Fonseca olması ayrı bir uğursuzluktur. Aranda, Fonseca'nın adını ilk andığında Macellan'ın gözü bayağı korkmuş olmalı, zira yaşadığı sürece Colombus'un en büyük düşmanının, her fantastik plana sert bir kuşkuyla yaklaşan bu gerçekçi ve tüccar kafalı kardinal olduğunu bütün denizciler bilir. Ancak Kraliyet meclisi durumu fark eder. Bu Portekizli kaptan, Colombus'un başarısından beri İspanyol sarayını projelere boğan o palavracılar ve hayalperestlerden biri değildir. Macellan- Majesteleri Maluku Adalarına bir filo göndermekle, Papa Hazretleri'nin dünyayı ikiye böldüğünde Portekiz'e tahsis ettiği alana müdahale edeceği gibi bir endişeye sahiptir. Böyle bir endişeye hiç mahal yoktur. Coğrafi konumla ilgili kesin bilgisi ve Ruy Faleiro'nun hesapları sayesinde o, Macellan, bu hazine adalarının Papa Hazretleri'nin İspanya’ya verdiği bölgede yer aldığını kanıtlayabilir; bu nedenle İspanya hiç kuşkusuz hakkı olan topraklara Portekizlilerin yerleşmesine meydan verecek kadar beklemekle hata yapmaktadır.
Macellan’ın proje kabul edilir ve Macellan ile Faleiro'nun talep ve önerilerini Majestelerinin meclisine yazılı olarak iletmeleri resmen bildirilir. Aslında bu görüşmeyle her şey elde edilmiştir bile. Ama para parayı nasıl çekerse, mutluluk da onu bir kez çağıran birinin ardından itaatle koşar. Macellan bu bir iki hafta içinde, yıllar boyunca elde edemediği kadar çok şey elde etmiştir. Onu seven bir kadın, ona destek olan dostlar, fikrini benimseyen hamiler, ona güvenen bir kral bulmuştur. Şimdi bu heyecanlı oyunda eline bir koz daha geçer. İspanya sarayının hiçbir riske girmesini gerektirmeyecek bu yeni öneri o kadar caziptir ki, kraliyet meclisinin öneriyi reddetmeye karar vermesi paradoks gibi görünse de doğru bir çıkarımdır. Zira İspanya kraliyet meclisinin hesabına göre, eğer Christopher de Haro gibi deneyimli bir tüccar parasını böyle bir işe yatırmak istiyorsa, o zaman bu iş son derece kârlı olsa gerektir. Bu yüzden projeyi kraliyet hazinesiyle finanse etmek ve hem asıl kazancı hem de şan ve şöhreti garanti altına almak daha iyi olacaktır. Kısa bir pazarlıktan sonra Macellan ve Ruy Faleiro'nun tüm talepleri kabul edilir. Macellan en cüretkâr hayallerinde bile bundan fazlasını bekleyemezdi. Macellan aniden bu zorlu görevle karşı karşıya kalır. Zira örgütlenme konusunda henüz deneyimsizdir ve eşi benzeri olmayan bir işi başarmak zorundadır: o zamana kadar geçerli tüm zaman ve ölçütlerin dışında kalan bir sefer için beş gemilik bir filo kurmak. Macellan'ın danışabileceği kimse yoktur, çünkü ilk kez onun girmeye cesaret edeceği o bilinmeyen bölgeleri ve denizleri kimse bilmez. Henüz ölçülmemiş yerkürenin çevresindeki bu seferin ne kadar süreceğini, bu bakir yolun onu hangi ülkelere, hangi iklimlere, hangi halklara götüreceğini kimse söyleyemez. Macellan'a karşı ilk saldırı Portekiz'den gelir. Elbette Kral Manuel yapılan anlaşmanın haberini derhal almıştır; onun için bundan daha kötü bir haber olamaz. Baharat tekeli kraliyet hazinesine yılda iki yüz bin dukalık bir gelir sağlamaktadır, üstelik de Portekiz filoları gerçek altın madenine, yani Baharat Adalarına ulaşalı şunun şurasında ne kadar zaman olmuştur ki. İspanyolların Maluku adalarına doğudan ulaşması ve buraları ondan önce istila etmeleri büyük felaket olur: bu keşif seferi Portekiz kraliyet hazinesi için o kadar büyük bir tehdittir ki, Kral Manuel bu tehlikeli seferi engellemek için her yola başvuracaktır. Alvaro da Costa görevine dört elle sarılır. Önce Macellan'a gider ve onun hem aklını çelmeye hem de gözünü korkutmaya -şekerleme ve kamçı bir arada- çalışır. Bir başka hükümdara hizmet etmekle Tanrıya ve kralına karşı ne büyük bir günah işlediğinin farkında olup olmadığını söyler. Lizbon'da onu elbette büyük bir cömertlikle ödüllendirecek olan kendi kralının hizmetine girmesinin daha akıllıca, daha doğru, daha dürüstçe olacağını söyler. Ama kralının ondan hiç hazzetmediğini bilen ve yurduna döndüğünde yusyuvarlak bir altın kesesiyle değil, sipsivri bir hançerle karşılaşacağını tahmin eden Macellan, maalesef artık çok geç olduğunu söyler. Finans meselesi halledildikten sonra, gemiler gerçekten de denize açılmaya hazır hale getirilmeye başlanır. Kralın tahsis ettiği beş kalyon Sevilla limanına getirildiğinde, pek de muhteşem bir halleri yoktu. "Çok eskiler, yamalı bohça gibiler," diye bildirmişti ajan Alvarez Portekiz'e, "onlarla Kanarya adalarına kadar bile gitmek istemezdim, çünkü kaburgaları tereyağı gibi yumuşak." Ama Hindistan'a gitmiş deneyimli bir gemici olan Macellan, bazen yaşlı beygirlerin genç beygirlerden daha güvenli olduğunu, usta ellerin en eski, en yıpranmış gemileri bile adam edeceğini bildiği için hiç zaman kaybetmez; işçiler gece gündüz çalışır, bu döküntü gemileri onun direktiflerine göre elden geçirirken, o da işinin ehli bir mürettebat toplamak için harekete geçer.
10 Ağustos 1519'da iki dünyanın müstakbel efendisi Karl'ın Capitulacion'u imzalamasından bir yıl beş ay sonra, beş gemi nihayet Se-villa limanından ayrılarak, Guadalquivir'in açık denizle buluştuğu San Lucar de Barrameda'ya doğru akıntı boyunca yol alır; filo burada son bir kez kontrolden geçecek, eksikler tamamlanacaktır. Macellan, özellikle de yük ve malları denetlemek için gemiden gemiye gider. Bu gemilerin merdivenlerini ne çok tırmanmıştır, nasıl da titizlikle envanter tutmuştur; arşivlerde günümüze dek korunmuş olan belgeler sayesinde, dünya tarihinin en olağanüstü maceracılarından birinin en ince ayrıntıların bile kaydını titizlikle tuttuğunu kendi gözlerimizle görebiliyoruz. Macellan'ın bu seferde üstesinden gelmesi gereken en zorlu görev, birbirinden çok farklı tonajda ve seyir hızında olan beş gemiyi sürekli bir arada tutmaktır: aralarından bir tanesi bile filodan koparsa, dev okyanusta kaybolur gider. Bu nedenle Macellan yola çıkmadan önce Casa de Contratacion'un iznini de alarak, sürekli irtibat halinde olmayı sağlayan özel bir sistem geliştirmiştir. Gerçi gemi kaptanları ve kılavuzlara izlenecek rota bildirilmiştir, ama açık denizde geçerli olan tek emir en önde giden amiral gemisi Trinidad'ın dümen suyunu takip etmektir.
Brezilya kıyılarının göründüğü haykırılır, ama Pernambuco yakınlarında bu kıyılara demir atılmaz; beş gemi on bir hafta süren aralıksız yolculuktan sonra nihayet 13 Aralık’ta Rio de Janeiro körfezine girer. O eski günlerdeki doğal ihtişamı bugünkü kentin güzelliğini kesinlikle aratmayan Rio de Janeiro körfezi, yorgun ve bıkkın mürettebata cennetin ta kendisi gibi gelmiş olmalı. Ocak ayında keşfedildiği için adım Aziz Januarius'tan alan ve adalar karmaşasının ardında dev bir nehir ağzı bulunduğu sanılarak adına yanlışlıkla Rio, yani nehir eklenen Rio de Janeiro, o dönemde çoktan Portekiz'in mülkü olmuştur, bile. Tayfalar cennet Rio de Janeiro'dan güzelim Brezilya sahillerinden istemeye istemeye geçip giderler. Şimdi Macellan'ın yapması gereken, kendine hâkim olmaktır. Bu hayal kırıklığının özgüvenini nasıl sarstığını kaptanlarının hiçbiri, mürettebattan hiç kimse anlamamalıdır. Çünkü amiral bir şeyi biliyordur artık: Martin Behaim'in haritası yanlıştır, güya bir geçit bulduklarını sanan o Portekizliler yanılmıştır. Böyle bir geçit varsa eğer -ve şimdiye kadar boğazın varlığına tüm ruhuyla inanan Macellan ilk kez "eğer varsa" diye düşünür- daha güneyde olmalıdır. Gerçi Macellan onu yollara düşüren, sonra da yolda bırakan o gizemli haritaya ne zamandır güvenmez artık, ama belki de bir mucize olur ve paso hiç umulmadık bir yerde karşılarına çıkar ve kış başlamadan önce Mar del Sur'a geçebilirler! Güvenini yitiren Macellan, harita ve o Portekizlilerin yalnızca enlem derecesinde yanıldığı, aranan boğazın bir iki mil daha aşağıda olabileceği ümidi açıkça hissedilir. Macellan paso'nun yerini bildiği iddiasıyla ya kralı ya da kendini kandırmıştır. Zira kesin olan bir şey varsa o da Macellan'ın nerede olduğunu bilmediği bir geçit aradığıdır. Macellan’ın o haftalardaki moral çöküntüsü daha korkuncu olamaz. Zira Macellan, geçidi bulma ümidi iki kez -birincisi La Plata'nın ağzında, ikincisi San Matthias körfezinde- boşa çıktığından beri, Behaim'in haritasına ve o meçhul Portekizlilerin iddialarının doğruluğuna körü körüne inanmasının bir yanılgı olduğunu daha fazla gizleyemez artık. Filonun bereketli tropik ülkelere en iyi ihtimalle ancak birkaç ayda varabileceğini bir tek Macellan bilir; bu nedenle de bundan sonra tayın miktarının azaltılmasını emreder. Dünyanın sonundaki bu yerde, zaten morali bozuk mürettebatı, daha ilk günden, bundan sonra ekmek ve şarabın hayli kısıtlanacağını söyleyerek iyice öfkelendirmek inanılmaz bir cüretkârlıktır. Oysa filo bu katı önlem sayesinde kurtulmuştur. Kumanyadan tasarruf edilmeseydi, Pasifik Okyanusu'nda yüz gün süren o meşhur yolculuk sağ salim atlatılamazdı. Macellan ile kaptanlar arasındaki karşılıklı susma ve kendini kollama gerilimi son haftalarda iyice tırmanmış, daracık gemide gün be gün, an be an birbirini görmezlikten gelmek katlanılmaz bir hal almıştır. Bu suskunluğun bir yerde bozulması, karmaşa ve şiddete dönüşmesi kaçınılmazdır. Fakat bu tehlikeli durumun suçlusu İspanyol kaptanlardan ziyade Macellan'dır ve genellikle yapıldığı gibi, Macellan’ın küstah subaylarını bir hainler çetesi, dehayı kıskanan düşmanlar olarak tasvir etmek çok ucuz bir tavırdır. O kritik anda İspanyol kaptanlarının Macellan’ın niyetini öğrenmeye hem hakları vardır hem de bu onların görevidir. Zira yalnızca kendi yaşamları değil, kralın mürettebatının yaşamı da söz konusudur. V. Karl, Cartagena, Mendoza ve Antonio de Coca'yı veedor, tesorero ve contador olarak filosunun denetim memurluğuna atamakla, onlara yalnızca unvan ve maaş vermemiş, sorumluluk da yüklemiştir. Onlar, beş geminin temsil ettiği kraliyet mülkünü gözetmekle, eğer İspanya Krallığığın bu mülkü tehlikeye düşerse kralın malını korumakla yükümlüdürler. Ve şimdi tehlike, hem de ölümcül tehlike içindedirler. Yola çıkmalarının üzerinden aylar geçmiş, Macellan geçidi bulamamış, Maluku adalarına ulaşamamıştır.
Büyük bir fikrin peşine düşen, muğlak, üstelik de yanlış bir bilgiden yola çıkan bu adam, Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasında bir boğazı bulmayı, dolayısıyla da dünyanın çevresini dolaşan ilk insan olmayı yaşamının amacı haline getirmiştir. Macellan denizin tehlikelerinin, ayaklanmanın üstesinden gelmiştir; bu paso'ya, düşlerinin hedefine çok yaklaşmış olabileceğine dair fanatik inancım şimdiye kadar hiçbir zorluk, hiçbir hayal kırıklığı yıkamamıştır. Fakat şimdi, tam da zafere o kadar yaklaşmışken, o zamana kadar daima keskin görüşlü olan bu adamın görüşü birdenbire bulanır. Onu sevmeyen tanrılar gözlerini bağlamışlardır sanki. Zira Macellan o gün, 26 Ağustos 1520 tarihinde, mürettebatına iki ayı daha boş boş geçirmeyi emrettiğinde, hedefe varmıştır aslında. Denizde yalnızca iki enlem daha gitse, üç yüz günlük yoldan sonra iki gün, binlerce milden sonra kararlılıkla bir iki mil daha gitse, acı içindeki ruhu sevinç nidaları atacaktır. Panama tepelerinden bakan ilk Avrupalı Nunez de Balboa’nın kıyısını gördüğü Mar del Sur'a çıkan bir boğaz olma olasılığı çok yükselmiştir. Kaderin sillesini çok kez yemiş bir adam olan Macellan'ın bir yıldan beri aldığı en iyi haber budur. Umut dolu bu haberin endişeden kasılmış yüreğini birdenbire nasıl ferahlattığını tahmin etmek zor değil. Çoktandır güveni sarsılmış, çoktandır Ümit Burnu'ndan geri dönmeyi düşünmeye başlamıştı; diz çöküp Tanrısına ve azizlerine gizli gizli ettiği duaları ve yeminleri kimse bilemez. Ve şimdi, tam da inancını kaybetmeye başladığı sırada, hayalleri gerçek, düşleri gerçeklik olmaya başlar. Artık bir an bile tereddüt edilmemelidir! Demir al! Yelkenler fora! Kralın onuruna bir salvo atışı daha, en yüce amirale bir dua! Ve cesurca girilsin labirente! Akheron'a benzeyen bu sularda diğer denize çıkan bir yol bulursa, o zaman dünyanın çevresini dolaşan ilk insan olacaktır. Ve Macellan dört gemiyle birlikte kanala cesurca dalar, günün anısına kanala Todos los Santos adını verir. Ama dünya buraya minnettarlıkla Macellan Boğazı diyecektir. Dünya kuruldu kurulalı kimsenin geçmediği bu sessiz, bu karanlık boğazdan, insanlığın ilk dört gemisinin usul usul süzülmesi ne tüyler ürpertici bir manzara olsa gerek. Bugün bile hâlâ fazla yerleşimin olmadığı bu kıraç boğaza yapılan sonraki keşif seferlerinde düzinelerce gemi başarısızlığa uğramıştır ve Macellan'ın denizcilik sanatının en büyük kanıtı, bu tehlikeli boğazı geçen ilk kişi olmakla kalmayıp geçişte tek gemisini bile kaybetmemeyi başaran tek kişi olma özelliğini uzun yıllar korumuş olmasıdır. Estevâo Gomez paso artık neredeyse bulunduğuna göre İspanya'ya geri dönmek ve Baharat adalarına yeni bir filoyla gitmek daha iyi olacaktır der. Zira şu anda gemiler denize dayanıklı değildir, ayrıca kumanya da yetersizdir. Hem yeni keşfettikleri boğazın açıldığı Mar del Sur'un, bilinmeyen bu yeni okyanusun nerelere kadar uzandığım kimse bilmez. Bu bilinmeyen denizde yanlış bir yöne yelken açar da uzun süre bir kıyıya yanaşamazlarsa filo mahvolup gider. Ama Macellan için önemli olan fani hayat değil, ölümsüz eserdir. Kahramanca düşünen biri gerekirse mantıkdışı davranmak zorundadır. Macellan derhal itiraz eder: Elbette önlerinde büyük zorluklar vardır, muhtemelen açlık ve yokluk çekmek zorunda kalacaklardır, ama -ne garip bir kehanettir bu- yelken direklerini kaplayan köseleyi bile yemek zorunda kalsalar onun görevi yola devam etmek ve vaat ettiği ülkeyi bulmaktır. Gemiler Sardalye ırmağının ağzında demir atar ve Macellan batıdaki kanalı bizzat taramak yerine, küçük bir sandalı keşfe gönderir.
Sarp, kumlu kayalar yerine çimenlikler ve ormanlar vardır artık. Tepelerin eğimi daha yumuşak, buz gibi dağ dorukları daha uzaktadır. Hava yumuşamıştır, haftalarca gemi varillerindeki kokmuş sudan başka su içmemiş tayfalar, tatlı kaynak suyuyla ferahlarlar. Yumuşak çimenlerde tembel tembel yatar, havada uçan balıkların mucizesini seyrederler, sonra dayanamaz, nehirde inanılmaz bolluktaki sardalyeleri yakalamaya koşarlar. Tayfalar, boğazın girişini keşfettikleri gün Todos los Santos'ta olduğu gibi daha uzaktan el çırpıp zafer nidaları atarlar. Fakat bu sefer -ki bu bin kat daha önemlidir- boğazın çıkışını bulmuşlardır! Macellan bilir ki, hedefe varmış, görevini tamamlamıştır. On iki yıl önce batıdan terk ettiği Malezya dil bölgesine doğudan dönmüştür.Macellan uzun yıllardan beri yana yakıla arzuladığı ebedi eserini gerçekleştirmiştir: Colombus, Vespucci, Cabot, Pinzon ve diğer tüm denizcilerin boşu boşuna aradığı deniz yolunu, Hindistan'a batıdan giden yolu bulmuştur. Sütliman denizde üç gün süren bir yolculuktan sonra filo 7 Nisan 1521'de Cebu adasına yaklaşır; uzaktan bile belli olan bir sürü köy adadaki nüfusun yoğun olduğunu gösterir. Geminin dümenini başkente çevirtir ve Macellan limanı görür görmez, burada bir raca ya da güçlü bir hükümdarla karşılaşacağını anlar. Massawa'dayken Cebu kralının ne kadar bilge ve konuksever olduğunu duymuştur. Fakat adada kesinlikle fazla uzun kalmayacak, tanışıp dostluk kurduktan sonra bilge ve güçlü krala en ufak bir rahatsızlık vermeden adadan ayrılacaktır. Kral Cebu soğuk bir tavırla, yabancıların limanına girmesine kesinlikle bir itirazı olmadığını ve yeni ticaret ilişkileri kurmaktan memnun olacağını söyler.
Macellan'ın batıya doğru ilerlerken karşılaştığı toprakların hemen hepsi daha önce hiçbir Avrupalının ayak basmadığı topraklardı. Karşılaştığı yerlilerin hiçbiri beyaz adamlar hakkında hiçbir şey duymamıştı, hiçbiri daha önce bir Avrupalı görmemişti. Vasco da Gama bile Hindistan'a ayak bastığında, bir Arap yanına yaklaşıp kendisiyle Portekizce konuşmuştu; fakat Macellan iki yıl boyunca bir kez bile tanındığını hissetmemiş, İspanyollar sanki yabancı, ıssız bir gezegende gider gibi boşlukta yol almışlardı.
Kral Cebu iyi bir ev sahibi olduğunu kanıtlamak için Macellan'ın elçilerini zengin bir sofraya davet eder ve -argonotların Argos'a çok yaklaştığının üçüncü kesin kanıtı bu yemekler ağaç kabukları ya da düz tahtalarda değil, doğrudan doğruya Çin'den, Marco Polo'nun efsanevi Cathay'ından gelen porselen tabaklarda servis edilir. Cipangu ve Hindistan yalnızca bir karış ötede olsa gerektir, İspanyollar Şark kültürünün eşiğinden adım atmak üzeredir.Cebu kralı, güçlü İmparator Karl'la bir barış anlaşması imzalamaktan memnunluk duyacağını açıkladığında Macellan dürüst davranıp bu barışı korumak için elinden gelen her şeyi yapar. Macellan hep sözünün eri olmuştur, onun zaferini lekeleyen hiçbir şey yoktur. Macellan her reis ve kralla yaptığı her anlaşmaya ölene dek sadık kalmıştır; bu dürüstlük onun en iyi silahıydı ve ebediyen de şanı olarak kalacaktır.
Bu arada ticarete başlanır, üstelik de bu işten iki taraf da memnun kalır. Adalılar en çok da demire, kılıç ve mızrak, kazma ve pulluk yapmaya yarayan bu sert metale hayran kalırlar, demirle karşılaştırıldığında, yumuşak, beyaz-sarı altın gözlerine pek değersiz görünür ve altını demirle sevinç içinde takas ederler. Avrupa'da neredeyse hiç değeri olmayan bu metalin yedi kilosu karşılığında yedi buçuk kilo altın alınır ve Macellan, altını değersiz bulan yerlilerin akıl almaz bonkörlüğü karşısında sevinçten çıldıran ve ellerindekileri giysilerine varıncaya kadar altınla takas etme telaşına düşen tayfalara böyle bir girişimde bulunmayı kesinlikle yasaklar. Zira aşın talep yüzünden yerlilerin altının değerli bir metal olduğunu anlamaya başlamalarını ve takas malının fiyatının düşmesini engellemek ister. Macellan'ın derdi büyük kârlar etmek değil, ticaret ilişkisini sürekli kılmak, aynı zamanda da bu yeni eyaletteki insanların kalbini kazanmaktır. 17 Nisan 1521'de -akşam güneşi veda ederken Macellan'ın mutluluğuyla parlıyordur sanki- İspanyollar en güzel zaferlerini kutlarlar. Adada harika yabancılar olduğu haberi hızla yayılır. Ertesi gün civardaki adalardan yerliler akın akın gelmeye başlar, yabancı büyücünün törenlerini duyar duymaz yola koyulmuşlardır. Bir iki gün içinde komşu adaların hemen hemen bütün reisleri İspanya'ya bağlılık yemini etmişlerdir. Macellan her şeyin üstesinden gelmiştir, melekler yoluna ışık tutmuştur sanki. İspanya Krallığı'na yeni topraklar katmıştır, ama bunları kralı için nasıl sağlama almıştır.
Cebu'nun karşısındaki minik ada Mactan'da, Cebu kralına eskiden beri düşman olan Silapulapu adında bir raca hüküm sürmektedir. Raca, Carlos Humabon'un tuhaf konuklarına yiyecek vermeyi yasaklar tebaasına ve bu düşmanca tavrında bir ölçüde haklıdır da. Bu yüzden yabancıların bir an önce çekip gitmesini istemesine şaşmamak gerekir. Fakat onun Humabon'un konuklarına karşı sürdürdüğü inatçı tavır güç gösterisinde bulunmak için mükemmel bir fırsat gibi gelir Macellan'a. İspanyollarla birlik olmanın ne kadar iyi, gök gürültüsünün efendisine karşı çıkmanın bedelinin ne acı olduğunu yalnızca Cebu kralı değil, civardaki tüm reisler görsünler ister, zira fazla kanlı olmayan küçük bir gösteri, söylenecek tüm sözlerden daha etkili olabilir. Böyle düşünen Macellan, Humabon'a bir öneride bulunur: diğer tüm reislerin de bir daha saygıda kusur etmemesi için inatçı reise askeri bir ders verilmelidir. Ne gariptir ki, Humabon Macellan'ın önerisine pek sıcak bakmaz. Boyunduruk altına alman kabilelerin, İspanyolların oradan ayrılmasından sonra kendisine karşı ayaklanmasından korkar belki de öte yandan, Serrâo ve Barbosa da amirali gereksiz bir savaşa girmemesi için uyarırlar. Fakat Macellan ciddi bir savaşa girmeyi aklının ucundan bile geçirmez; âsi reis kendiliğinden boyun eğecekse ne âlâ. Gereksiz yere kan dökülmesine daima karşı çıkmış, bütün o kasap fatihlerin tam zıddı bir tavır sergilemiş olan Macellan önce kölesi Enrique ve Mağribi tüccarı Silapulapu'nun yanma göndererek barış önerisinde bulunur. Silapulapu'dan, Cebu kralının hâkimiyetini ve İspanya'nın himayesini kabul etmesinden başka bir şey talep etmediğini bildirir. Eğer reis bunu kabul ederse, İspanyollarla arasından su sızmayacaktır, yok eğer reddederse, İspanyol mızraklarının nasıl da sivri olduğunu görecektir. Fakat raca, kendi adamlarının da mızrakları olduğunu söyler. Macellan'ın bu kibirli yanıt karşısında silahları konuşturmaktan başka çaresi kalmaz.
Başka zaman her şeyi ince ince hesap eden Macellan, ilk kez bir tehlikeye gözü kapalı atılır. Oysa Cebu kralı İspanyollara bin savaşçı vermeye hazır olduğunu açıklamıştır ve istese Macellan da mürettebatından yüz elli adamı küçük adaya yollayabilirdi; o zaman da haritada bile bulunmayan bu bit kadar küçük adanın racasının korkunç bir yenilgiye uğrayacağı kesindir. Ama Macellan fazla kan dökülsün istemez. Onun bu savaştaki derdi bambaşkadır, çok daha önemlidir: İspanya'nın prestiji. İki dünyanın efendisi olan bir hükümdarın amirali, pis kulübesinde yamalı bir kilimi bile olmayan esmer tenli bir serserinin üzerine koca bir ordu salmayı ve bu zavallı güruhun fazla ciddiye alınmasını onur kırıcı bulur, gurur meselesi yapar. Macellan tam tersini, yani zırhlı, silahlı tek bir İspanyolun bile böyle yüz çıplak bücürle baş etmesinin çocuk oyuncağı olduğunu göstermek ister. Cezalandırma seferinin amacı, İspanyolların yaralanamaz olduğu, tanrısal olduğu mitini tüm adalara kanıtlamaktır ve bundan birkaç gün önce gemisine davet ettiği Massawa ve Cebu krallarını eğlendirmek için yapılan gösteriyi, yani iyi bir İspanyol zırhına aynı anda yirmi savaşçı zavallı mızrak ve hançerleriyle saldırsalar bile zırhın içindeki adamı yaralamayacaklarını, bu dik kafalı racaya daha büyük çapta tekrarlamaktır. Başka zaman tedbiri elden bırakmayan Macellan'ın yanına mürettebatından yalnızca altmış adamı alması ve Cebu kralından destek kıtasıyla kanolarda beklemesini, savaşa karışmamasını rica etmesinin nedeni işte bu psikolojik nedendir. Macellan, Cebu kralı ve adamlarının, beş düzine İspanyol’un bu adaların bütün reis, raca ve krallarını dize getirme gösterisine yalnızca izleyici ve tanıklar olarak katılmalarını ister. Deneyimli hesapçı bu kez hesabını yanlış mı yapmıştır? Kesinlikle hayır. Tarihsel açıdan bakıldığında, balık kemiğinden mızraklarla dövüşen bin çıplak yerliye karşı altmış zırhlı Avrupalı saçma bir oran değildi. Bir iki keskin atış, bir iki sert darbeden sonra Silapulapu'nun zavallı adamları nasıl olsa tabanları yağlayıp kaçacaktır! Ondan sonra da İspanyol iktidarının dokunulmazlığı doğru dürüst kan bile dökülmeden ebediyen kanıtlanmış olacaktır.
Fakat kıyının kendine özgü yapısı bu küçük reise büyük bir müttefik olur. Kıyıdan denize uzanan mercan kayalıkları sandalların kıyıya yanaşmasını engeller; bu yüzden İspanyolların en etkileyici savaş hamlesi, yani yerlileri sırf gürültüsüyle bile kaçırtan fitilli tüfek ve ok atışları gerçekleştirilemez. Fakat ağır silahlı altmış adam -diğer herkes sandallarda kalır- onları koruyan bir geri savunmanın olmayışını önemsemeden suya atlar, en başta da Pigafetta'nın yazdığı gibi, "iyi bir çoban olarak sürüsünü bırakmak istemeyen" Macellan vardır. Bellerine kadar suya batarlar, dev bir İndio ordusunun savaş nidaları atıp kalkanlarını hışımla sallayarak onları beklediği kıyıya doğru suyun içinde bata çıka ilerlerler.
Çatışmayı anlatan çeşitli tasvirler arasında en arasında en güvenilir olanı, bir okla ciddi bir biçimde yaralanan ve sevgili kaptanının yanından son ana kadar ayrılmayan Pigafetta'nınki olsa gerek. "Denize atladık," der Pigafetta, "ve belimize kadar suya battık; kıyıya kadar olan iki ok atımlık mesafeyi suda bata çıka ilerledik, fakat mercan kayalıkları yüzünden sandallarımız bizi izleyemedi. Kıyıda, üç gruba bölünmüş bin beş yüz adalı vardı, savaş nidaları atarak üzerimize doğru koşmaya başladılar. İki grup bize yandan, bir grup da cepheden saldırdı. Kaptanımız bizim askerleri iki gruba ayırdı. Sandallardaki adamlarımızın fitilli tüfek ve tatar yaylarıyla yarım saat boyunca atış yapması hiçbir işe yaramadı, çünkü aradaki mesafe çok büyüktü, mermiler ve oklar tahta kalkanları delip geçemiyor, düşmanların en fazla kollarını yaralıyordu. Bu nedenle kaptan atışın durdurulmasını emretti (muhtemelen cephanenin çatışmanın son aşamasına saklanmasını istiyordu), ama onu dinlemediler. Atışlarımızın kendilerine pek az zarar verdiğini gören adalılar geri çekilmeyi bıraktılar. Giderek daha yüksek sesle çığlık atıyor, atışlarımızdan korunmak için bir o yana bir bu yana sıçrıyorlardı, bir yandan da kalkanlarını siper edip yaklaşıyor ve üzerimize oklar, mızraklar, ateşte sertleştirilmiş tahta kargılar, taşlar, hatta çamur fırlatıyorlardı, öyle ki kendimizi savunmamız bile mümkün değildi. Hatta aralarından bazıları kaptanımıza ucu metalden mızraklar bile fırlattı. Kaptan onları korkutmak için adamlarımızdan birkaçını adalıların evlerini yakmaya gönderdi. Ama bu onları daha da vahşileştirdi. Bazıları, yirmi otuz evi yakıp kül eden ateşe doğru koşarak oradaki iki adamımızı öldürdüler. Diğerleri iyice kudurmuş bir halde üzerimize saldırdı. Bedenlerimizin zırhlı, ama bacaklarımızın korunaksız olduğunu anlayınca, oklarını özellikle de bacaklarımıza doğru fırlatmaya başladılar. Kaptanın sağ ayağına zehirli bir ok saplandı, bunun üzerine kaptan adım adım geri çekilmeyi emretti. Fakat adamlarımızın hemen hepsi hızla kaçmaya başlamıştı, onun yanında kalanlarımızın sayısı yedi sekizi geçmiyordu (kaptan yıllardan beri aksak olduğu için geri çekilmeyi yavaşlatıyordu belli ki). Her tarafımız, bize mızrak ve taş fırlatan düşmanla çevriliydi ve artık direnemiyorduk. Denizden yapılan bombardıman da işe yaramıyordu, çünkü sandallar suyun sığlığı nedeniyle çok uzaktaydılar. Böylece sürekli mücadele ederek kumsaldan adım adım çekilmeye başladık, kıyıdan artık bir ok atımı uzaktaydık ve dizlerimize kadar suyun içindeydik. Fakat adalılar peşimizi bırakmadılar, bir yandan da daha önce üzerimize fırlatmış oldukları mızrakları topluyorlardı, öyle ki, aynı mızrağı dört beş kez fırlatabiliyorlardı. Kaptanı tanıdıkları için özellikle de onu hedef alan yerliler, miğferini iki kez yere düşürdüler. Fakat o, cesur bir şövalye olarak, geri çekilmeyi bıraktı ve yanında kalan bir iki kişiyle cesurca savaşmayı sürdürdü, bu şekilde bir saat mücadele ettik, sonunda yerlilerden biri kaptanın yüzüne bir ok isabet ettirmeyi başardı. Kaptan derhal mızrağım saldırganın göğsüne sapladı, fakat mızrak ölen kişinin bedenine saplı kalınca, kaptan bu sefer de kılıcını çekmeye çalıştı ama bir okla yaralanan kolu uyuşmuş olduğu için kılıcını kınından ancak yarısına kadar çıkarabildi. Düşmanlar bunu fark edince, hepsi üzerine atıldı ve aralarında biri sol bacağına şiddetli bir pala darbesi indirince, kaptan yüzükoyun yere yuvarlandı. Bütün Indiolar derhal kaptanın üzerine atılarak ellerindeki mızrakları ve diğer silahları ona sapladılar. Ve bizim aynamızın, ışığımızın, tesellimizin, sadık liderimizin canına kıydılar." Tarihin en büyük denizcisi başarısının doruğunda, en yüce, en mükemmel bir anında, çıplak bir adalı güruhuna karşı basit bir çatışmada böylesine anlamsız bir biçimde hayatını yitirir. İspanyollar Silapulapu ile giriştikleri o anlamsız çatışmada sekiz kişi yitirdiler. Ama liderlerini kaybetmeleri tam bir felaket oldu.
Geri dönüş yolculuğunda Macellan'ın gemisi olan Trinidad ile şanlı adının hakkını verip Macellan fikrini ölümsüzlüğe taşıyacak olan o küçük, o gösterişsiz Victoria iyice küçülmüş bu filonun gerçek liderinin, deneyimli Amiral Macellan'ın eksikliği, gemilerin kararsız rotasından kısa zamanda belli olur. Gemiler Sunda takımadalarında körler gibi, körleşmişler gibi el yordamıyla dolaşır dururlar. Gemiler 8 Kasım 1521'de Macellan'ın ömrü boyunca hayalini kurduğu beş kutlu adadan biri olan Tidore'ye varırlar. Tüm zamanların en büyük deniz seferi 1522 senesinin 6 Eylül günü sona ermiştir. Toprağa ayak basar basmaz Del Cano'nun ilk işi, imparatora büyük müjdeyi verdiği bir mektup göndermek olur. Herkes bu seferin kazandırdığı büyük tinsel başarılar konusunda hemfikirdir. Filoyu donatan ticari girişimcilerin, Casa de Confutation ve Christopher de Haro'nun da keyfi yerindedir. Beş gemiye yatırdıkları sekiz milyon maravedinin buhar olup uçtuğuna inanmışlarken, aniden çıkıp geliveren bu gemi tüm masrafları telafi ettiği gibi, hiç ummadıkları bir kâr elde etmelerini de sağlamıştır.
Tüm kuşkular sona ermiştir artık, insan bilgisinin en büyük düşmanı olan kuşku, coğrafya alanında yenilmiştir. Bir gemi Sevilla limanından yola çıkıp dümdüz gittikten sonra tekrar Sevilla limanına döndüğünden beri, dünyanın kendi ekseni etrafında dönen yuvarlak bir top olduğu ve tek bir denizin tüm denizleri birbirine bağladığı kesin olarak kanıtlanmıştır.
Macellan'dan kimseye miras kalmaz, çünkü onun kanından kimse hayatta değildir artık, mirasını talep edecek hiç kimse yoktur. Uzaklarda olduğu o üç yılda karısı Beatriz ve iki küçük oğlu ölmüştür. Macellan'ın batıya açılan yolu pek az kullanılır, keşfettiği boğaz ne para getirir ne de kazanç. Felaketler Macellan'a güvenenlerin peşini ölümünden sonra da bırakmamıştır; gözüpek girişimini tekrarlamak isteyen hemen hemen bütün İspanyol filoları Macellan Boğazı'nda başarısızlığa uğrarlar; bir süre sonra da denizciler bu boğazdan uzak durur, Patagonya'nm karanlık fiyortlarına girmektense, mallarını uzun kervanlarla Panama kanalı üzerinden taşımayı tercih ederler. Keşfini tüm dünyanın coşkuyla kutladığı Macellan Boğazı, tehlikeli olması nedeniyle sonunda o kadar gözden düşer ki, daha aynı kuşakta bile tümden unutulur ve yeniden bir mit haline gelir.
Ankara, Ekim 2022
Cengiz Emik