Boyalı Kuş, Polonyalı yazar Jerzy Kosinski’nin ilk ve en önemli eseri. Onu üne kavuşturan da bu eseridir. Boyalı Kuş ismini hiçbir zaman öğrenemediğimiz bir çocuğun hikâyesi. Bu çocuk eserin müellifi Jerzy Kosinski’den başkası değil. Nitekim o da küçük yaşlarda ailesinden ve evinden ayrılmak zorunda bırakılıyor ve aynen Boyalı Kuş’un kahramanı gibi yıllarca konuşma yeteneğini kaybetmiş biçimde yaşıyor.
Benzerlikler bununla da bitmiyor ve o da ailesine büyük zorluklar yaşadıktan sonra kavuşuyor. Konuşma yeteneğini bir kayak kazası neticesinde geri alıyor. Kitap boyunca öğrenemeyeceğimiz bu çocuk şartlar ne olursa olsun hayata tutunmayı başarıyor. Bazen şansıyla, bazen birinin yardımıyla ve bazen de yetenekleriyle... 1939’un sonbaharında ve İkinci Dünya Savaşı’nın ilk haftalarında 6 yaşındaki bir çocuk güvende olsun ve savaşın o yıkıcı etkilerinden korunsun diye uzaklarda bir köye gönderilir. O ana kadar ailesiyle birlikte Doğu Avrupa’nın büyük şehirlerinden birinde yaşamakta olan bu çocuk için hayatta kalmasının tek yolu bu görülmüştü. Ailesi, çocuklarının hayatta kalmasının yalnızca bu seçenekle yani oralardan uzaklaşmasıyla mümkün olacağına inanıyordu ancak işler planlandığı biçimde yürümedi ve savaşın o savurucu ve dağıtıcı kasırgası çocuklarını götüren adamla iletişimlerinin kaybolmasına neden oldu. Artık çocuklarını asla bulamayacakları düşüncesindeydiler.
Çocuğun yaşadıkları ise apayrı bir öykü. Çocuğun götürüldüğü köy Almanlar tarafındanişgal edilmiş ve burada var olan sefaleti artırmaktan başka bir şeye neden olmamıştı. Daha ilk günden itibaren aşağılanma, hor görülme, uğursuz kabul edilip dışlanmayla karşı karşıya bırakılan çocuğun küçük beyni ve bedeni bu eziyetleri anlayacak ve bunlara dayanacak durumda değildi. Buna rağmen insanüstü gayretle yaşadığı tüm zorlukların üstesinden gelmeyi başaracaktır. Her yeni başlangıçta kendini ormanın derinliklerinde bulacaktır. Orman ve onun koruyucu örtüsü saklanmanın ve tehlikelerden uzak durmanın da bir yolu oldu. Ancak tabiat şartları o kadar ağır ve bezdirici hale geliyor ki yine kendisine düşman ve varlığından rahatsız insanların arasına karışma gereği hissediyor. Her şeye rağmen mücadele verebileceği, en azından karşılıklı çıkarlar doğrultusunda canının bağışlanacağı bir yerde yaşama fikri ağır basıyordu. İşte bunun için her defasında sıfırdan başlıyor, her defasında insan içine karışıyor. Çocuk hem şartlar elverdikçe tabiatla mücadele etmeyi hem de belki tabiattan daha tehlikeli gördüğü insanlarla mücadele öğreniyordu.
Boyalı Kuş için savaş şartlarının kötüleştirdiği yarı Balkan yarı Orta Avrupa insanının mevcut şartlara uygun hareket ettiği söylense de yani savaşın zor şartlarının ruhlarına ve kimliklerine acımasızlık aşıladığı söylense de kitapta bunun emarelerini yeterince göremiyoruz. Esasında sebepsiz bir kötülük ve sebepsiz bir acımasızlık var. Bu bozuk ruh halini savaşa ya da tek bir nedene dayandırmak doğru olmayacaktır. Elbette ki dünya savaşlarının yaşandığı bölgeler büyük yokluk, fakirlik ve kan kokusunun her daim hissedildiği yerlerdir. Bu durum insan davranışlarına da yansır ama bunun kendini koruma içgüdüsünden ötesi barbarlığa ve canavarca hislerle tüm insanî ve duygusal bağlardan kopmuş bir tür gibi hareket etmeye götürür. Bu kitapta bu hisleri ve hareketleri çokça görüyoruz. Buna bağlı olarak olayların geçtiği yerlerdeki insan davranışları normalin epey dışında.
Çocuğun insanlığa bakışı ve ileride kendi hayatına yön verecek tutum ve davranışlarında hep bu yaşadıklarının etkilerini göreceğiz. İyiyi ve kötüyü ayırt etmekten uzak, kendi yaşamından başkasının yaşamı düşünemeyecek hale gelmiş son derece bencil, toplumsal hassasiyetleri hiçbir an göremediğimiz ve çıkar ilişkileri içinde yaşamaya alışmış, yalnızca fiziksel ve psikolojik dayanma gücüyle hayatta var olabilecek yeni bir tür ortaya çıkmıştır. Şüphesiz ki bu çocuğu çocuk yaşında bir adam kılığına sokan ve ona bu sertliği ve acımasızlığı veren yaşadıkları ve gittiği her çevrede kendisine yapılan kötülükler. Bu noktada hikâye, küçücük bir çocuğun ölümle, insanla ve hatta doğayla ettiği mücadele çevresinde hiç iyi yokmuşçasına en sert ve sansürsüz halleriyle anlatılıyor. Yaşama içgüdüsünün ve buna engel olduğu varsayılan "engellerin" hiç tereddütsüz ortadan kaldırıldığı ve az önce bahsettiğimiz sebepsiz kötülük güdüsünün de eklenmesiyle ister büyük şehirde olsun ister kitapta anlatıldığı şekliyle kırsal alanda olsun insanın insanlıktan çıktığı ve bundan rahatsızlık duymadığı bir dönem resmediliyor. Kosinski en saf ve yalın biçimde anlatımını sürdürüyor ve küçük çocuğun başına gelebilecek tüm belaları yaşatıyor. Küçük kahramanımız tüm tehlikeleri alnının akıyla savuşturuyor ama her defasında hayata ve insanlara karşı daha bir sertleşiyor. Bir ara kendini dine verse de ve bundan fayda gördüğünü düşünse de bu konudaki altyapısızlık onu ilk tokatta vazgeçiriyor.
Dünyanın fakat bilhassa Avrupa'nın altını üstüne getirmiş bir savaşın öldüremediği bir çocuk artık çocuk olmaktan vazgeçmiş gördüğü dehşet ve vahşet görüntülerine birebir tanıklık etmiş biri olarak fazlasıyla büyümüş ve fazlasıyla olgunlaşmıştır. Zaten daha ilk cümleden ilk zamanlar anne ve babası için ağlaması dışında onda çocukluk özelliklerini ön plana çıkaran hiçbir davranışa denk gelmiyoruz.
Bu arada Avrupa'nın ve olayların geçtiği Polonya civarının bilhassa iç kesimlerinde ne kadar çok metafizik güçlerle ve olaylarla irtibatlı olduğunu da anlıyoruz. Onu ilk kabul eden Marta ve sonrasında Olga’nın yaşam tarzları, ritüelleri, hayata ve insanlığa bakış açıları bize bu konuda çok açıklayıcı fikirler veriyor. Ayrıca demircinin karısının kocası için hazırladığı bitkisel ve hayvansal karışımlar insanı okurken bile tiksindirecek kadar rahatsız edici. Bunu da bir inanışın eseri, bir ritüel olarak kabul etmek gerekiyor. Bilime, ilime ve hatta insanlığa aykırı bu karışımların tek açıklamasının bu olması gerekir herhalde. Bu yönüyle aynı zamanda fantastik kurgulara da yer verilen bir eser. Orta Avrupa kırsal ikliminde biraz da cehaletten ve hayata tutunma içgüdüsünün daimi olduğu bölgelerde yaşamaktan kaynaklanan bir batıl inanış ve metafizik güçlere inanma var demiştik. Roman içinde sanki doğruluğu şüphe götürmez biçimde anlatılan kısa öykülere de denk geliyoruz. Kitabı anlatanın küçük bir çocuk olduğunu unutmadan bunların fantastik kurgu öğelerin zenginliği yorumunu yapmakta bir sakınca yoktur herhalde.
Daha 6 yaşında bir çocuğun çingenelere benzemesi ya da kendilerinden farklı olması onların aralarına girememesi ve gerekirse öldürülmesi için yeterli. Uğursuzluk getirdiğine inanılan bir yaratık olarak görülüyor sonuç olarak. Kendisi de yavaş yavaş bu durumun farkına varacaktır. Kitap kendisi gibi olmayanlara duyulan öfkeyi ve sebepsiz öfkeyi, bu öfkeden kaynak alan ve kaynak alsa da sebep teşkil edemeyecek sebepsiz kötülüğü ele alıyor. Kosinski'nin İkinci Dünya Savaşı'nı ele almak ve onun kötülüklerini irdelemek gibi bir derdinin olduğu zannedilmesin. Kitap zaten 1965 yılında yazılmış ve bu yıllar barut kokusunun henüz dağılmadığı yıllar. Kosinski boyalı kuşun peşinde. Nitekim küçük kahramanımızın yanında kaldığı bir kuşçunun arada bir kuşları boyayıp boyayıp kendi cinslerince nasıl ayrıma tabi tutulduklarını görmesine ve sırf bunun için aynı eylemi tekrarladığına şahitlik ediyoruz. Diğer kuşlar rengârenk gördükleri arkadaşlarını, belki de kardeşlerini kendilerinden olmadıkları gerekçesiyle nasıl uzaklaştırıyorlar, hatta nasıl öldürüyorlar…
Bu sorun günümüzde de devam etmiyor mu? Savaşların, sürgünlerin, mülteci sorununun ve soykırımların sebebi bu sebepsiz kötülük ya da sebep yerine konulamayacak bahaneler değil midir? Farklılıkları ve farklı olanı reddeden bu tek tipçi tutum devam etmiyor mu? Çocuk ailesine kavuşana kadar ortalıkta mülteci gibi dolaşacaktır. Kendini bin bir güçlükle kabul ettirecek ama hiçbir zaman ona çocukmuş gibi muamele yapılmayacaktır. Daha çok günlük rutin işlerle meşguliyet içinde kalacak bir yer, bir kuru ekmek için yaşamaktadır. Hiçbir gelecek öngörüsü ya da hayattan beklentisi yok. Tüm bunlar eğitimini ve terbiyesini tam değil, hiç alamamış bir insan tipini de çıkarıyor huzurlarımıza. Bizler de bu yeni insana ayak uyduruyor ve onun vücut bütünlüğünü ve sağlığını korumasını bekliyoruz. Her tehlikede, kendisine yapılan her saldırıda onun selamete ulaşması için yollar arıyoruz. Çocuk bir şekilde bazen de kanlı bir biçimde bu yolu buluyor. Marta’nın evini yakmasını saymazsak ve Olga’nın yanından hiç istemediği halde ayrılmak zorunda kalmasını saymazsak genel olarak kendi işini kendi yapıyor diyebiliriz.
Ankara, Ekim 2022 Cengiz EMİK