1950 yılının ortalarından itibaren Türk-Yunan ilişkilerini germeye başlayan Kıbrıs Meselesi, Türk kamuoyu tarafından sahiplenilmiş, hükümeti de dikkatli bir tutum takınmaya itmişti. 6-7 Eylül 1955 Olayları ve akabinde yaşanan trajedi ise ilişkileri bambaşka bir noktaya taşımıştı. Demokrat Parti hükümetleri yaşananların sancılarını çekmiş, Türkiye’nin uluslararası arenada bozulan imajını düzeltme mücadelesi ise hep sürmüştü.
Türk milletinin iki bin yıldır ayakta tuttuğu devlet geleneğinin yara aldığı 6-7 Eylül Olayları salt psikolojik etkenlerle açıklanabilir mi? Olaylar hükümetin bir tertibi miydi? Hükümetin sorumluluğu komünistlere yüklemesi ne kadar doğruydu? Olaylarda dış servis, “derin yapı” bağlantısı var mıydı? Yoksa yaşananlar doğal bir sürecin parçası mıydı? Bu olaylar, iktidar, muhalefet ve azınlıklar üzerinde ne gibi etkiler bıraktı?
1789 Fransız Devriminden kök alan ve 19. yüzyılda ivmelenen ulus-devlet anlayışı 20. yüzyılın tüm zamanlarını ve dünyadaki bütün kıtaları etkileyecek bir boyut kazanmıştır. Bu süreç, etnik kimlik ve azınlık sorunları 21. yüzyılda da hız kesmeden devam etmektedir. Dünyanın en uzun ömürlü ikinci imparatorluğu olan Osmanlı’nın bünyesinden 26 farklı devlet ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar dünyanın üç kıtasında hüküm sürmüş olan bu siyasi organizmanın siyasi ve kültürel mirası 1923’te Anadolu merkezli kurulan ve medeniyet rotasını batı olarak belirleyen Türkiye Cumhuriyeti’ne kalmıştır. Dolayısıyla yeni Türkiye Cumhuriyeti çok zengin bir tarihle yola başlıyordu. Azınlıkları yönetme tecrübesi de bu zengin mirastan geliyordu. Lozan Barış Antlaşmasının 37 ve 45. maddeleri azınlık hakları ile ilgiliydi. Bu durum Türkiye’ye sadece bünyesinde kalan Rum azınlığın haklarını sağlamayı değil aynı zamanda sınır ötesinde bırakılan Batı Trakya Türklerinin haklarını gözetmeyi de yüksek bir sorumluluk olarak vermekteydi.
14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidarı eline alan DP, azınlıklara karşı ılımlı bir siyaset izleme çabası göstermiştir. Bu dönemde uygulanan liberal ekonomi modeli ile ticaret yapan azınlıklar yüksek kazançlı bir süreçte yaşamıştır. Zaman içerisinde Fener Rum Patrikhanesi ile hükümet arasında da bir bahar havası oluşmuştur. Patrik Athenagoras’ın tutumu bu sürecin gelişiminde son derece etkili olmuştur. Başbakan Menderes, 6 Haziran 1952’de beraberinde Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ile birlikte patrikhaneyi ziyaret etmişti. Öyle ki Menderes, patrikhaneyi ziyaret eden ilk ve son Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olmuştur. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar iki defa Gökçeada’yı ziyaret etmiş, bunların ilkinde metropolitin elini öpüp “Bir derdiniz olduğunda bana geleceksiniz” demişti. DP’nin bu yaklaşımı, Rumların siyasi tercihlerinde kahir ekseriyetinin kendilerine yönelmesi sonucunu doğurmuştu.
6-7 Eylül Olaylarının en önemli nedeni Kıbrıs Meselesinden doğan gerilimdir. Kıbrıs Meselesinin etkileri 1950 yılından itibaren Türkiye’de çok yönlü olarak görülmeye başlamıştır. Adada yaşayan yaklaşık 100.000 Türk’e Türkiye’de sempati ve ilgi her fırsatta farklı vasıtalarla gösterilmiştir. Bu durumun oluşmasında özellikle Kıbrıs Türk’tür Cemiyetinin rolü büyüktür. Türk Hükümetinin Kıbrıs Meselesine dâhil olmasıyla birlikte Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, DP iktidarınca çok önemli sivil toplum örgütü haline gelmiştir. Başbakan Menderes ve Cumhurbaşkanı Bayar, cemiyete desteklerini esirgememişlerdir.
1950 yılında yapılan Enosis plebisitinden sonra, Yunanistan’ın siyasi tercihini daha açık bir şekilde Enosis lehinde ortaya koyması, Kıbrıs Rum liderliği için yeni arayışların doğmasına neden olmuştu. Kıbrıs Rum liderliği ve kilise sorunu, "Self-determinasyon hakkı" gibi kutsal bir çerçeveye sokarak, dünya platformlarına taşımak niyetindeydi. Nitekim Yunan yönetimi ile yapılan işbirliği sonucu sorun ilk kez 1954 yılında "Self-determinasyon", yani "Kıbrıs’ın kendi geleceğini tayin etme hakkı" gibi saygıyla karşılanacak bir taleple Birleşmiş Milletlere götürüldü. Oysa Kıbrıs’ta iki ayrı halk vardı ve Self-determinasyon söz konusu olursa, bu hak her iki halk için de geçerli olmalıydı. Türk halkının ve Türkiye’nin, Yunanistan’ın bu başvurusuna tepkisi büyük oldu. Bu tepkinin etkisi ve İngiltere’nin karşı yönde tavır koyması sonucu konu BM gündemine alınmadı. Kıbrıs Rumları bundan sonra 1 Nisan 1955’den itibaren silahlı eyleme başladı. İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkinliğini kırıp yerini almak ve Akdeniz’de bir güç olmak isteyen Amerika Birleşik Devletleri de Rum-Yunan ikilisinin Enosis istemini desteklemekte, İngiltere’yi köşeye sıkıştırmaya çalışmaktaydı. Bu baskılar altında çıkış yolları arayan İngiltere, Türkiye’yi de Kıbrıs sorununa resmen taraf yapmak ve bir denge sağlamak amacı ile 29 Ağustos 1955’de Londra Konferansı’nı organize etmeye karar verdi.
1955’te İngiltere’de Muhafazakâr Parti iktidara gelince ilk iş olarak Doğu Akdeniz Savunması ve Kıbrıs Meselesini görüşmek üzere 30 Haziran 1955 tarihinde Türk ve Yunan Hükümetlerini Londra’da bir konferansa davet etmişlerdir. Üçlü konferans 29 Ağustosta başlayacaktır. Böylece Türkiye Lozan’dan sonra ilk defa uluslararası alanda Kıbrıs Meselesinde inisiyatif almaya başlayacaktır. Bu gelişme Türkiye Cumhuriyeti hükümetince çok olumlu karşılanmış ve yıllar sonrasında başbakanın tarafından Kıbrıs Meselesine yönelik bir politika deklare edilmiştir. Konferansta Türkiye Cumhuriyetini temsil edecek heyet belirlenmiştir. Bu heyette Dışişleri Bakan Vekili Fatin Rüştü Zorlu, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Muharrem Nuri Birgi, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes, Dışişleri Bakanlığı Birinci Daire Genel Müdürü Mahmut Dikerdem, Genelkurmay İkinci Başkanı Korgenaral Rüştü Erdelhun, Milli Savunma Bakanı emir subayı Albay Selim Albakroz. Dışişleri Bakanı özel kalem müdürü Hayrettin Ozansoy bulunmaktadır.
Londra Konferansı hazırlıkları sürerken Türk kamuoyunda bir haber hızla yayılmaya başlamıştı. Bu habere göre Rumlar, Londra Konferansında istediklerini elde etmek için 28 Ağustos 1955 günü Kıbrıs’ta yaşayan Türklere yönelik bir katliam yapacaklardı. Haberin kaynağı ise Kıbrıs Milli Türk Birliği Başkanı Doktor Fazıl Küçük ve Türk Kurumları başkanı Faiz Kaymak idi. Bu kişilerin Türkiye’ye gönderdikleri telgraflarda Kıbrıs’ta tedhişçi Rumların böyle bir söylenti yaydıklarını bildirmişlerdi. Türk kamuoyunda böyle bir söylentinin yayılması ise Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Başkanı Hikmet Bil vasıtasıyla olmuştu. Cemiyet Başkanı Hikmet Bil 16 Ağustos 1955 tarihinde teşkilatlarına çok acele ve gizli işaretli bir tamim göndermişti. Bil, tamimde Fazıl Küçük’ten 13 Ağustos’ta aldığı mektubu referans olarak göstermişti. Mektupta belirtildiğine göre, son günlerde Rumlar Kıbrıs’ta Türklere yönelik olarak saldırılarını arttırmıştı. Lefkoşa’da yaydıkları haberlere inanılırsa pek yakında genel bir katliam yapacaklardı.
28 Ağustos 1955 tarihinde Türklere karşı Kıbrıs’ta geniş çaplı bir katliam yapılacağı söylentisi Türkiye’deki hükümet tarafından son derece ciddiye alınmıştır. Başbakan Menderes önderliğindeki hükümet böyle bir söylentinin gerçeğe dönüşmemesi adına önemli adımlar atmıştır. İlk olarak İngiltere’ye 23 Ağustos’ta bir nota vermiş ve Kıbrıs’ta yaşayan Türklere karşı yürütülmekte olan kanlı saldırıların durdurulması istenmiş, aksi takdirde kendilerinin harekete geçeceklerini bildirmiştir. Bu nota ile Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs’taki soydaşlarının maruz kaldığı tehlikeden endişe duyduğunu göstermiş, İngiltere’yi olası durum karşısında etkin olmaya çağırmıştır. Menderes 24 Ağustos’ta yaptığı basın toplantısında Londra Konferansı öncesinde Kıbrıs tezini ortaya koymuş ve Kıbrıs tedhişçilerinin bir Türk katliamı yapmasına izin verilmeyeceğini net bir şekilde vurgulamıştır. Başbakanın bu söylemi muhalefet tarafından da kabul görmüş ve desteklenmiştir.
Bu arada Kıbrıs’ta olası bir Türk katliamına karşı özellikle İstanbul’da misliyle karşı konulacağına dair söylentiler, iddialar ve endişeler artmaktaydı. Hatta Milli Emniyet’in bir kaynağının iddiasına göre, olası Türk katliamına karşı Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti misliyle karşılık vermek amacıyla teşkilatları vasıtasıyla bölgelerindeki Rum dükkânlarını ve evlerini tespit etmişti. Böyle bir olasılığa karşı İstanbul Valiliği, İstanbul Emniyet Müdürü Alaattin Eriş’e gerekli tedbirleri alması için direktif vermiştir. Öncelikle İstanbul’da Rumların yoğun olarak yaşadığı yerlerde, kilise, hayır cemiyetleri gibi yerler tespit edilmiş ve bu noktaların birbirlerine yakınlıklarına göre 8 bölgeye ayrılmıştır. Olası olaylara müdahale etmek için belirlenen polis sayısı yeterli görülmeyince askeri makamlara başvurulmuştur. İstanbul Valisi, gerekli görüldüğü takdirde derhal müdahale etmeleri amacıyla Birinci Ordu Müfettişliğine 26 Ağustos 1955’te yazı göndermiştir. Kıbrıs’ın Türklere karşı katliamın beklediği 28 Ağustos Pazar günü Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes beraberindeki bazı bakanlarla İstanbul’a gelmişlerdi. Devletin en üst idarecilerinin İstanbul’da bulunması, şehirde olası hadiselerin çıkmamasında etkili olmuştu. Neticede 28 Ağustos günü, ne Kıbrıs’ta Türklere karşı bir katliam ne de İstanbul’da Rumlara karşı bir saldırı gerçekleşmiştir. Bir sonraki günkü gazeteler Kıbrıs’taki katliam meselesine dair haber vermekten kaçınmışlardır. Ancak Kıbrıs’ta yaşayan Türklere karşı tehlikenin devam ettiğini ve her an yeni bir katliam yapılabileceği algısını zinde tutmak adına tedhişçilerin saldırılarını kamuoyuyla paylaşmaya devam etmişlerdir.
Londra Konferansı 29 Ağustos 1955 tarihinde saat 17’de Lancaster House’ta başlamıştır. Konferansa İngiltere Dışişleri Bakanı Harold McMillian başkanlık etmekteydi. Konferans basına kapalı yapılacak ve her toplantı sonrasında resmi tebliğ yayınlanacaktı. Konferansta ilk olarak İngiltere görüşünü ortaya koydu. McMillian, İngiltere’nin Ortadoğu savunmasında ağır sorumluluğu olduğu sürece Kıbrıs’ı terk etmek niyetinde olmadığını adanın hâkimiyeti kendilerinde kalmak şartıyla Kıbrıs’a self determinasyon (muhtariyet) vermeye hazır olduklarını belirtmiştir.
Yunanistan Dış İşleri Bakanı Stefanopulos, hükümetinin, Büyük Britanya’nın Kıbrıs’taki askeri üslerinin kalmasını kabul ettiğini belirterek Kıbrıs konusunun çözülmesi halinde İngiltere’ye Yunanistan’dan da üs verebileceklerini ve konferansın sonuçsuz kalması durumunda Birleşmiş Milletlere başvuracaklarını sözlerine eklemiştir.
Türkiye’nin tezi Zorlu’nun uzun konuşmasıyla sunulmuştur. Türk tezinde özetle Lozan’da kurulan mevcut statükonun devamı istenmiştir. Lozan Antlaşmasının değiştirilmesi yoluna gidilir ve İngiltere’nin Kıbrıs’ı bırakması gündeme gelirse tarihi, coğrafi, stratejik gerekçelerle Ada’nın Türkiye’ye geri verilmesi gerekeceğini belirtmiştir.
Üç devletin görüşlerini açıklamasından sonra yayımlanan müşterek tebliğde üç devletin ortaya koyduğu tezlere yer verilmiştir. Konferansta belirtilen üç farklı görüşte uzlaşma çıkmamış ve 2 Eylül’de yapılan kısa bir toplantının ardından konferansa 6 Eylül Salı gününe kadar ara verilmiştir.
Londra Konferansında Türkiye’nin tezi incelendiğinde İngiltere’ye yakın durmaya, Yunanistan’ı ise dışarıda bırakmaya çalıştığı görülmektedir. Bu yaklaşım İngiltere için de önemliydi. Zira Ada’dan İngiltere’nin çıkmasını isteyen Yunanistan’a karşı statükoyu kabul eden Türkiye onlar için daha makbuldü. Türkiye’nin bu yöndeki talepleri İngiltere’nin işine gelmekteydi. Zaten İngiltere Kıbrıslı Rumlar ile Yunanistan’ı, Kıbrıslı Türkler ile de Türkiye’yi dengelemiş oluyordu.
Zorlu, bir taraftan Londra’da yoğun bir şekilde çalışmalarını sürdürürken diğer taraftan Başbakan Menderes’le temas halindeydi. 6 Eylül’de Adnan Menderes’e gönderdiği gizli mesajda konferansın olumlu bir hava içerisinde geçtiğini ancak her ülke kendi tezinde ısrar ettiği için konferanstan bir sonuç çıkacağını düşünmediğini zikretti.
Konferansın devam ettiği zamanda Selanik’teki Atatürk’ün evi ve Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun avlusunda patlatılan bomba haberinin alınması Londra Konferansını derinden etkilemiştir. Bomba haberine rağmen görüşmeler devam etmiştir. 7 Eylül’de yapılan toplantıda Zorlu, McMillan’a iki soru yöneltmiştir. İlkinde açıkça İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmeyi düşünüp düşünmediği, ikincisi ise halkların geleceğini belirme anlayışının Kıbrıs’ta tatbik edilip edilmeyeceğidir. Birinci soruya McMillian Kıbrıs üzerindeki hâkimiyetlerinden vazgeçmeyeceklerini, ikinci soruya ise bu usulün Kıbrıs’ta uygulanmayacağı cevabını vermiştir. Bu cevaplar Türkiye’nin istediği cevaplardı. Fakat İngiltere’nin teklif etmiş olduğu muhtariyet şartını ne Türkiye ne de Yunanistan kabul etmemiştir. Bu sırada Türkiye’de meydana gelen 6-7 Eylül Olayları konferansın kapanmasına neden olmuştur. Olayları duyan Yunanistan tarafı konferansı terk etmiş, böylece 7 Eylül’de konferans dağılmıştır. Neticede birkaç gün daha sürecek olan konferans bu olaylar neticesinde sonuçsuz bırakılmıştı.
Londra Konferansı öncesinde Başbakan Menderes’in yaptığı konuşmayla Türkiye’nin Kıbrıs Meselesine açıkça taraf olması, 28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türklere yönelik katliam yapılması söylentileri, Türk kamuoyunda kabına sığmaz bir milli heyecana sebep olmuştur. Bu heyecan her geçen gün artmış. Kıbrıslı Rumlara, Yunanistan’a ve Türkiye’de yaşayan Rumlara karşı derin bir öfkeyi beraberinde getirmiştir. Toplumsal psikolojide oluşan bu birikim Kıbrıs’ı ve Kıbrıslı Türkleri kurtarma adına olası bu harekât veya savaşa Türkiye’nin dört bir yanından insanları gönüllü olmaya itmiştir.
Oluşan gerginlik bir kıvılcımla ateşlenebilecek dereceye gelmiş ve bu kıvılcım Türk milletinin en hassas olduğu noktadan çıkmıştır. 5 Eylül gecesi Atatürk’ün evine ve Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğu bahçesinde patlayan bombalar kıvılcımı ateşlemiştir. Bomba haberi Anadolu Ajansı tarafından önce Cumhurbaşkanlığına, Dışişleri Bakanlığına ve ilgili Devlet Bakanlıklarına gönderilmiştir. Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şerif Arzık, haberin önemine binaen yayımlanması konusunda başbakana danışılmasında fayda görmüştür. Başbakanın Özel Kalem Müdürü Muzaffer Ersü ile görüştüğünde, Ersü malumattan haberdar olduklarını söyledikten sonra başbakana danışarak haberin 13.00’teki haber ajanslarına yetiştirilmesi talimatını vermiştir.
Kıbrıs Meselesinden doğan gerilim İstanbul’da Rumlara karşı olası saldırı beklentisini doğurmuştur. Bu doğrultuda 28 Ağustos’tan itibaren başta patrikhane olmak üzere Yunanistan Konsolosluğu, Yunan gazete idareleri ve Rum nüfusunun yoğun olduğu yerlerde güvenlik tedbirleri arttırılmıştır. Bununla birlikte Milli Emniyet Hizmetleri 6-7 Eylül Olaylarının çıkacağına dair ellerinde bir istihbarat bulunmadığını iddia etmektedir. İstihbarat biriminin bu yönde erken uyarıda bulunmaması ise hükümetin tahmin edemeyeceği büyüklükteki bir hadise karşısında hazırlıksız yakalanmasına sebep olmuştur.
Zincirkıran, olayları başlatan ve Taksim’de iki ayaklı merdiven üstüne çıkarak konuşmayı yapan kişinin kısa bir süre içerisinde ortalıktan kaybolduğu belirtilmiştir. Aziz Nesin’de Taksim’deki gösteri için pek çok İstanbullu gibi kendilerinin de kalabalığın Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti yetkililerinin konuşmalarından sonra dağılacağını sandıklarını belirtmiştir. Ama öyle olmamış ve olaylar zincirleme şekilde büyümüştür. Tahrik edici konuşmalardan sonra saat 18.30 sıralarında Taksim Meydanındaki vatandaşlar olaylara hazır hale getirilmiştir. O sırada göstericilerden biri “Arkadaşlar bir sakallı patrik var bu adam Makarios’a elini uzatarak dini siyasete alet ediyor, hedefimiz patrikhane olsun” diye bağırmıştır. Ardından kalabalıktan Patrikhaneye! Patrikhaneye! sesleri yükselmiştir. Göstericiler bomba hadisesinin intikamını alacaklarına dair sloganlarla beraber “Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacak!” diye haykırmışlardır. Topluluk bir anda İstiklal Caddesinden aşağı doğru yürümeye başlamıştı. Görünüşte bir gösteri havasından farksız olan kalabalık saat 19 civarında şehrin farklı yerlerine dağılmış, küçük gruplar halinde yapılan gösteriler bir anda büyümüştür.
Olayların başlangıç safhasında öğrenci ve işçi teşkilatları da dikkat çekmekteydi. Üniversite öğrencisi Mürşit Yolgeçen’in faaliyetleri buna örnek gösterilebilir. Yolgeçen, bilinen öğrenci teşkilatları dışında beş altı arkadaşıyla birlikte “Üniversiteler İstanbul Talebi Cemiyeti” adıyla bir cemiyet kurarak başına geçmiştir. Henüz gösteriler başlamadan önce arkadaşlarıyla birlikte Melek Sineması civarındaki Özgür Muhallebicisine girerek duvarda asılı duran Türk Bayrağı, Atatürk ve Kıbrıs Adasını içeren çerçeveli levhayı alarak arkadaşlarıyla birlikte toplanan kalabalığı provoke etmeye başlamıştır.
İlk sahnesi bir gösteri şeklinde cereyan eden olaylar, ilerleyen saatlerde provokatörlerin tahriki, kalabalığın kitle psikolojisiyle hareket etmesi, yine kamyonlarla gelen ve ellerinde kırıcı, kesici, yıkıcı aletler ve vasıtalar bulunan işçi kitlelerinin katılımıyla yağma ve gayrimenkullerin tahribine dönüşmüştür. Her geçen büyüyen kalabalık Asmalı Mescit’ten Tünel’e kadar Rum vatandaşlara ait tüm dükkânların kepenk ve vitrinlerini kırmaya başlamıştır. Bir saat içerisinde Beyoğlu’nda vitrini kırılıp içi boşaltılmadık mağaza kalmamıştır. Gecenin ilerleyen saatlerinde, Yunanistan, İngiltere, Romanya ve Yugoslavya Konsoloslukları hedef alınarak camlarını kırılmaya başlanmıştır. 27 kişilik jandarma ekibi ile Yugoslavya Konsolosluğundaki durum kontrol altına alınmıştır. Saat 23 surlarında eylemciler Yeşilköy, Tahtakale, Beşiktaş, Kapalı Çarşı ve Kadıköy’de bulunan mağaza ve dükkânları yağmalamaya başlamışlardır.
Kontrolden çıkan olaylar başbakana bildirilmiştir. Başbakan Menderes’in baskısıyla 1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa, askere silah kullanma emrini vermiş ancak bunun tatbik edilmemesi istenmiştir. Sokaklara çıkan askeri birlikler ve tanklar silah kullanmamışlardır. Eylemciler, “Yaşasın ordu, yaşasın şanlı asker…” nidalarıyla tankların üzerine çıkarak, askerlerle kucaklaşmış, asker sadece emir gelmediği için sadece havaya ateş açılması emrini uygulamıştır.
6 Eylül gece geç saatlere doğru göstericilerin hem sayısı hem de yapılan tahribat daha da artmıştır. Camları kırılan dükkânların demir parmaklıkları, demir kesme aletleriyle yerlerinden sökülmüş, dükkân içerisinde bulunan eşyalar caddelere çıkarılarak parçalanmıştır. Yiyecek, içecek maddelerinin yanı sıra, iş aleti ve makineleri, giyim eşyaları, kumaşlar gibi akla gelebilecek her tür eşyayı caddelerde görmek mümkündür. İş yerlerinin yanı sıra Rum evlerine girilmekte ve bu durum daha trajik hadiseler sebep olmaktadır. Korku içerisindeki Rumlar canlarını kurtarmak amacıyla kaçmaya başlamışlardır. Girilen evlerin eşyaları pencerelerden sokaklara atılıyordu. Hadiselerde bazı Rum kızlarının ırzına geçildiği de olayın şahitlerince iddia edilmiştir. Bazı Rumlar evlerine Türk Bayrağı asarak göstericilerin hoşuna gidecek ifadeler kullanarak canlarını kurtarmayı amaçlamışlardır.
Olayların yaygınlaşması üzerine İzmit’ten de takviye askeri birlikler çağrılmıştır. Bursa Valisi de telefon ederek gerektiğinde destek birlikleri gönderebileceğini söylemiştir. Örfi idarenin ilanıyla ordu olaylara doğrudan müdahale etmiş, daha sert ve etkili yöntemler uygulamaya başlamıştır. Askeri birlikler önce Beyoğlu’nda duruma hâkim olmaya başlamışlardı. Buna rağmen tahrikçi ve yağmacı grupların hareketleri birkaç saat daha önlenememişti. Ordunun tamamen sahaya inmesinden sonra göstericiler bu sefer hızla kenar mahallere yayılmış tahribata güvenlik görevlilerinin bulunmadığı veya yetersiz kaldığı yerlerde devam etmişlerdir. Haliç, Galata, Samatya ve şehrin diğer yerlerinde çıkan yangınları söndürmede itfaiye teşkilatı yetersiz kalmıştır.
İstanbul’da olaylar yer yer başlamışken Emniyet Genel Müdürü Ethem Yetkiner ve İstanbul Emniyet Müdürü Alâattin Eriş, birlikte yaptıkları incelemeler sonrasında Vali Fahrettin Kerim Gökay’a olayların kontrol altında olduğunu bildirmişti. Gökay’da İstanbul’da bulunan ve Ankara’ya dönmeye hazırlanan devlet ricaline bu yönde bilgi vermişti. Buna rağmen olayların büyümesi ihtimaline karşın Başbakan Menderes, İçişleri Bakanını İstanbul’da bırakarak saat 20.00’da Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü ile birlikte yataklı eksprese binerek Ankara’ya hareket etmişlerdi. Tren Sapanca’ya geldiğinde olayların büyüdüğünden haberdar edilmişlerdi. Menderes, İstanbul Valiliğinden gelen çok gizli mesajı okuyunca “Korktuğum başıma geldi” dedi. Menderes, “İstanbul’da çeşitli gruplar birleşmişler ve Taksim’e doğru yürüyüşe geçmişler. İstiklal Caddesinde azınlıklara ve özellikle de Rum vatandaşlarımıza ait tüm dükkânları ve mağazaları yağmalamışlar. Durum çok ciddiymiş. Hemen geri dönmem ve duruma el koymam hususunda takdirlerime arz ediliyormuş. Gördün mü başımıza gelenleri? Şimdi bir taraftan Londra Konferansındaki Yunanlılara karşı durumumuz sarsılacak, öte yandan milli servetin bir anda heba olması bizi sıkıntıya sokacak. Derhal Cumhurbaşkanının kompartımanına girdim. Kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra Bayar, benim İstanbul’a hareket etmemi, gerekirse sıkıyönetim ilanı için girişimde bulunmamızı ve eğer durum çok vasim ise ordudan yardım almamızı önerdi. Sapanca’da trenden indim..” Yeni tren İstanbul’a geri döndü. Vagonda bulunan başbakan, kurulan telsiz bağlantısıyla İstanbul Valiliğinde bulunan içişleri bakanı ile iletişime geçti. Başbakan, beraberinde bulunan bakanlarla trende acilen toplantı yaparak örfi idareyi ilan etti. Cumhurbaşkanı, başbakan ve başbakan İzmit’te trenden inerek polis otosuyla hızla İstanbul’a doğru hareket etti. Saat 01.20’de İstanbul’a gelmişlerdi.
7 Eylül sabahı Cumhurbaşkanı Bayar, beraberinde Başbakan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Adalet Bakanı Osman Şevki Çiçekdağ ve Emniyet Genel Müdürü Ethem Yetkiner ile birlikte İstiklal Caddesi’ni incelediler. Taksim’deki Büyük Kiliseden çıkan Rum vatandaşlardan saldırıya uğrayanları teselli ettiler. Galatasaray ile Tünel arasındaki bölgede vatandaşlarla diyaloğa geçip devlet olarak yanlarında olduklarını hissettirmişlerdir. Bayar halkı sükûnete davet etmiş ve tesellide bulunmuştu.
Başbakan Menderes, Ankara’daki bakanları da İstanbul’a davet etmişti. Onun çağrısıyla Bakanlar Kurulu İstanbul'da toplandı. Bayar ve Menderes kabine üyeleri ile olaylar sonrasında alınacak tedbirler üzerine biri 13.45’de diğeri 17.25’te olmak üzere iki toplantı yaptı. Bu toplantıda tehlikenin devam ettiği gerekçesiyle örfi idare ilan edilmiştir.
6 Eylül akşamı yalnızca İstanbul’da değil başta İzmir ve Ankara olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde İstanbul’daki kadar şiddetli olmasa da münferit olaylar yaşanmıştı. Gösterici söylemlerinin, “Kıbrıs Türk’tür Türk Kalacak!” şeklinde dışa vurulduğu olaylarda dikkat çeken en önemli husus durumun bir tertip izlenimi vermesidir. Menkul ve gayrimenkullere yapılan saldırılar ve tahripler o kadar seçici olmuştur ki bu gibi ticarethanelerin önceden tespit edilmiş olduğu izlenimini uyandırmıştır. Yine farklı alıntılarda göstericilerin ellerinde hedef alacakları yerlerin listelerinin olduğu iddia edilmişti. Ayrıca olaylar sırasında kamyonlarla kazma ve küreğin getirilerek halka dağıtıldığı görülmüştür.
Olaylarda kutsallar da hedef alınmıştı. Kiliseler yakılmış ve tahrip edilmişti. Papazlar dövülmüş ve yaralanmıştı. Daha da kötüsü Şişli’deki Rum mezarlığına yapılan saldırılardır. İmparatorluk mirasına sahip Türk milleti farklı dinlere, mezheplere, ırklara mensup kişileri idare etmiş, onlarla bir arada yaşama kültürü oluşturmuştu. Hal böyleyken şimdi idaresindeki Rum vatandaşlarının en kutsalı olan mezarlıklarına yapılan saldırı Türk tarihine hak edilmeyen bir leke bırakmıştı.
Olayların hemen ardından Örfi İdare Komutanlığının talebi üzerine hadiselerde ihmali olduğu gerekçesiyle 1. Ordu Müfettiş Vekili Korgeneral Vedat Garan, 3. Kolordu Komutanı Korgeneral Fazıl Bilge ve 1. Ordu Kurmay Başkanı Tümgeneral Nedim Erensoy geçici süreliğine görevden alınmıştır.
6-7 Eylül 1955 olaylarında 11 kişi hayatını kaybetmiş, yaklaşık 300 kişi yaralanmıştır. Tecavüze uğrayan ve şikâyette bulunan kadın sayısı 60 olmasına rağmen utanma ve korkularından dolayı şikâyette bulunmayan kadın sayısının 400 olduğu tahmin edilmektedir. Olaylarda, 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon - 1 milyar Türk lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca hükümet 7 ve 9 Eylül’de iki tebliğ yayımlayarak hadiselerde zarar görenlerin zararlarının imkânlar ölçüsünde tanzim edileceğini taahhüt etti. Demokrat Parti hükûmeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere toplam 60 milyon Türk lirası civarında tazminat ödemiştir.
7 Eylül’de acilen toplanan ve ikinci defa sıkıyönetimin ilan edildiği toplantıda Genel Kurmay Başkanı, Örfi İdare Genel Komutanı olarak yine Garan Paşa’yı önermişti. Fakat Devlet Bakanı Mükerrem Sarol bu öneriye itiraz etti. Sarol, olayların yıkıcı hale dönüşmesinde Garan Paşa’nın tereddüt etmesinin büyük rolü olduğunu savundu. Sarol, Erzurum’da 3. Ordu Müfettişi olan Korgeneral Nurettin Aknoz Paşa’yı ısrarla önermekteydi. Menderes de onun önerisini kabul ederek Aknoz Paşa’yı Örfi İdare Komutanlığına getirmişti.
Olaylar sırasında çok sayıda saldırgan, tahripçi, hırsız ve çapulcu yakalanmış ve tevkif edilmişti. Hürriyet gazetesinin belirttiğine göre olay gecesi İstanbul’un belli başlı caddelerini tutan resmi ve sivil polisler tahrip edilen dükkânlardan mal çalıp kaçmaya çalışan yüzlerce kişiyi yakalamıştı. Gösteriler sırasında İstanbul’un değişik yerlerinden olaylarla ilgisi olduğu gerekçesiyle 2057 kişi gözaltında alınmıştır.
Olaylar nedeniyle 7 Eylül günü Cumhurbaşkanı Celâl Bayar 12 Eylül 1955 Pazartesi günü öğleden sonra örfi idarenin acilen görüşülmesi için TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırdı. DP grubu da TBMM müzakereleri öncesinde nasıl hareket edileceğini belirlemek amacıyla öğleden önce saat 10.00’da toplandı. TBMM toplantısının ilk oturumuna Hulusi Köymen başkanlık ediyordu. Başkan ilk sözü Menderes’e verdi. Başbakan Menderes “milli felaket” olarak ifade ettiği olaylar nedeniyle Türk milletine geçmiş olsun dileyerek konuşmasına başladı. Olaylarının etkisinin halen devam ettiğini, bu nedenle örfi idarenin mecliste oylanmasının uygun olacağını söyledi. Hadiselerin ayrıntılarına girmeden bu hadiselerin Türkiye’nin içeride ve dışarıda aleyhine olabileceğini söyledi. Alınacak tedbirlerin açıklanmasının “düşman karargâhlarına” fırsat vermek anlamına geleceğini belirtti. Örfi idarenin gerekliliği üzerine karar verip olaylar hakkında yürütülen tahkikatın sonuçlarının beklenmesini istedi. Hükümet olarak gerekli tedbirleri aldıklarını ve almaya da devam edeceklerini belirtti ve sürecin birlik beraberlik ruhuyla aşılması gerektiğini söyledi. Hadiselerin sorumluluğunun ise komünisteler olduğunu belirtti.
Menderes’in olayların sorumluluğunu komünistlere yükleme çabası DP grubunda ve parti içi muhalif milletvekilleri tarafından sert şekilde eleştirilmiştir.
1950’de iktidara gelen DP 6-7 Eylül 1955 Olayları sonrasında ciddi problemlerle karşılaştı. Öncelikle parti içi muhalefet artmış, hatta ileri gelen bazı milletvekilleri partiden kopmuştur. Muhalefet de DP iktidarına yönelik suçlama ve eleştirilerini arttırmıştı. Bu da iktidar-muhalefet ilişkilerinin gerginleşmesini beraberinde getirmişti. Dış saiklerin de belirleyici olduğu ekonomik sorunların baş göstermesi öğrenci olaylarının artması ülkede istikrarı bozmuştu. DP iktidarı yeniden sağlama mücadelesini sürdürürken Silahlı Kuvvetler içerisinde bir grup ortaya çıkmış ve 27 Mayıs 1960 darbesini yapmıştı. Türkiye Cumhuriyetinin ilk defa karşılaştığı bu hadise Türk demokrasisine büyük darbe vurmuştu. Halkın oyları ile seçilmiş olan Başbakan Menderes, bakanlar, milletvekilleri tutuklanmıştı. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar da ayın akıbete maruz kalmıştı.
Darbe sonrasında oluşturulan Yüksek Adalet Divanı, sanıkları yargılamak üzere Yassıada Mahkemelerini kurmuştu. Sanıklardan Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Namık Gedik ve Fuat Köprülü, Kıbrıs Adasının geleceğinin tayini hakkında Londra’da toplanan konferansta Türkiye’yi temsil eden delegasyonun savunduğu tezi güçlendirmek, Türk kamuoyunun Kıbrıs Meselesine büyük ilgi ve önem verdiğini göstermek ve Yunan hükümeti ile Kıbrıs Rumlarına gözdağı vermek amacıyla ülke içinde ve dışında gösteriler tertip etmekle ve Rum vatandaşları anayasal haklarından mahrum etmekle suçlanmışlardı. Selim Başol başkanlığındaki mahkeme 5 Ocak 1961’de yapılan 20. Duruşmasında Bayar, Menderes, Zorlu ve İzmir eski valisi Kemal Hadımlı hariç sanıkların tamamına beraat etti. Mahkeme, davanın geri kalanını ise oy birliğiyle “anayasalı ihlal” davasıyla birleştirdi. Mahkeme alınan kararın gerekçesinde Bayar, Menderes ve Zorlu’yu hadiseleri hazırlama ve tertip etmekten suçlu bulundular.
6-7 Eylül Olayları Batı Trakya Türklerini de olumsuz etkilemişti. Olayların ardından Yunanistan kamuoyunda Batı Trakya Türklerine karşı baskı ve tehdit arttı. Yunanistan hükümeti Türklere karşı bir saldırı beklendiğinden güvenlik önlemleri arttırılmıştı. Batı Trakya dışında yoğun Türk nüfusunun bulunduğu Rodos’ta da özel tedbirler alınmıştı. Her ne kadar Batı Trakya Türklerine karşı toplu bir saldırı olmamışsa da her geçen gün üzerlerinde baskı ve yıldırma stratejisi artıyordu.
Sonuç
Türklerin Anadolu’da kurmuş olduğu iki devletten, Selçuklu ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e çok köklü, farklı unsurlarla bir arada yaşama kültürü intikal etmiştir. Osmanlı Devletinin beş buçuk asırlık Avrupa deneyimi bunu daha da pekiştirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sonunda klasik imparatorlukların çoğu tarih sahnesinden çekilmiştir. Osmanlı Devleti de bu kaderden kendisini kurtaramamıştır. 1789 Fransız Devriminin yaratmış olduğu etki 20. yüzyılın ilk yarısında ulus devletlerin kurulmasına ve çoğalmasına yol açmıştır.
Bu beraberinde sınır ve azınlık problemlerini de getirmiştir. Dağılan Osmanlı coğrafyasında ve özellikle Balkanlar’da bu problemlerin dalga boyunun artmasıyla 20. yüzyılın sonuna, hatta içinde bulunduğumuz asra kadar uzamıştır.
Bu etkinin en fazla ve en uzun süre görüldüğü yer Türkiye-Yunanistan hattıdır. 1830’da bağımsız devlet durumuna gelen Yunanistan 1947 yılına kadar askeri başarılarına bakılmaksızın sürekli topraklarını genişletmiştir. Türk hâkimiyet alanına doğru yapılan bu genişleme faaliyeti 1919-1922 sürecinde büyük bir heyecanla Megali İdea fikriyle başlamış ancak kendi ifadeleriyle “Küçük Asya Felaketi”ne dönüşmüştür. Bunun sonucunda uluslararası hukukun çizmiş olduğu sınırlar içerisinde 20. yüzyılın en büyük demografik hareketliliği meydana gelmiştir. Lozan Barış Konferansı içerisinde bağıtlanan ve 19 maddeden oluşan 30 Ocak 1923 tarihli “Türk-Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Sözleşme”nin ahkâmı çerçevesinde etkileri 1930 yılına kadar sürecek ve yaklaşık 1,5 milyon insanı kapsayan yer değiştirme hadisesi Türkiye ve Yunanistan arasında meydana geldi. Bu kapsamda İstanbul, Marmara Denizi ve Boğazönü Adaları’nda (Gökçeada ve Bozcaada) yaşayan Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler hariç her iki ülkede yaşayan Müslüman ve Hristiyan azınlıklar yer değiştirdi. Geride kalanların hakları ise 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşmasının 37-45. maddeleri çerçevesinde koruma altına alındı.
10 Haziran 1930 tarihli Ankara Antlaşması ile mübadeleden kalan problemlerin halledilmesinin ardından aynı yılın Ekim ayında imzalanan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması ile Türkiye ve Yunanistan arasında yaklaşık çeyrek asır sürecek bir dostluk dönemi başlatılmıştır. Şüphesiz bunda iki büyük şahsiyetin, Atatürk ve Venizelos’un önemli payları vardı. Bu dostluk döneminde iki ülkenin samimi çabalarıyla 9 Şubat 1934’de Balkan Paktı meydana getirilmiş, II. Dünya Savaşı yıllarında Yunanistan, Alman ve Bulgar istilasına maruz kalınca Türkiye insani yardım yapmaktan imtina etmemiş ardından 1946-1949 yılları arasında Yunanistan'ı siyasî istikrarsızlık içine iç savaş sürecinde Türkiye bundan yararlanma yollarını aramamıştır. İki ülke arasında oluşan bu içten, samimi atmosfer “Soğuk Savaş” ortamında kurulmaya çalışılan yeni dünya düzeni içerisinde müttefikliğe kadar vardırılmıştır. Bu bağlamda Türkiye ve Yunanistan 1952’de NATO üyesi olmuştur. 1953 yılının başlarında temelleri atılan ve 9 Ağustos 1954’te Yugoslavya’nın da içinde bulunduğu Balkan Paktı’nın ortaya çıkartılması zikredilmesi gereken önemli hususlardır. Buna 1952 yılında Yunan Kralı ile Türkiye Cumhurbaşkanının karşılıklı ziyaretlerini de eklemek gerekir. 1952’de Başbakan Adnan Menderes’in Mithat Paşa’dan sonra ilk kez bu seviyede yapılan Fener Patrikhanesi ziyaretini ve Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın Yunanistan ziyareti sırasında 1952 yılında Gümülcine’de açılan Celâl Bayar Türk Lisesinin varlığını da eklememiz gerekmektedir. Peki, ne oldu da bu kadar olumlu bir havada seyreden Türk-Yunan ilişkileri bir anda bozuldu ve bir daha eski atmosferi yakalayamayacak bir hal aldı? Buna verilebilecek en kestirme ve açık cevap Kıbrıs Meselesidir. Bu konu son 67 yıldır Ege ve azınlık meselelerinde de belirleyici ve itici güce sahiptir.
1947 yılında imzalan Paris Antlaşması ile Rodos ve On İki Ada’nın İtalya’nın elinden alınıp Yunanistan’a verilmesi Yunan tarafında Megali İdea’ya bir adım daha yaklaşma heyecanını yaratırken Türk devlet aklının 1821-1921 tarihleri arasında yaşanan 100 yıllık hikâyeye takılmasına yol açmıştır.
1950 yılında Makarios’un Kıbrıs Ortodoks Kilisesinin Başpiskoposluğuna gelmesi ve ardından “enosis” fikrini hayata geçirebilmek için yürütmüş olduğu strateji dikkat çekici bir hal almaya başladı. Bu bağlamda, 1951-1953 yıllarında “kendi kaderini tayin” ilkesinden yararlanma maksadıyla Birleşmiş Milletler nezdinde Yunanistan ile birlikte yürütmüş olduğu zemin hazırlama çabaları 1923’ten beri Kıbrıs üzerinde yasal hak elde etmiş olan İngiltere’yi tedirginliğe ve adanın eski sahibi Türkiye’yi de meselenin içerisine girmeye itti.
Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün “Türkiye’nin Kıbrıs dile bir meselesi yoktur” sözü Türk basının öncü ismi Sedat Simavi tarafından “gaflet” olarak nitelenmiş ve bu süreçte bir yandan basın, diğer taraftan mevcut ve yeni kurulan/kurdurulan cemiyetler vasıtasıyla Kıbrıs Meselesi Türk kamuoyunun en önemli gündem maddesi olmaya başlamıştır. Bu bağlamda en dikkat çekici sivil toplum kurulusu 1954 yılında kurulan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti idi. Bünyesinde basın mensuplarından önemli isimlerin ve üniversite öğrencilerinin bulunduğu bu cemiyet kısa sürede yurt çapında da şubeler açarak hızlı bir teşkilatlanma sürecine girmiştir. Bu durum doğal olarak Kıbrıs Meselesinin Türk kamuoyu tarafından sahiplenilmesine yol açtığı gibi, yürütme erkini elinde tutan hükümeti de daha aktif tutunmaya itti. 1954 seçimlerinde oyunu arttırarak yeniden iktidara gelen DP, kamuoyunda oluşan bu sahiplenme duygusuna sırtını çeviremezdi. 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümü kutlamalarına hükümetin beklenildiği düzeyde destek olmaması, Türk-Yunan dostluğunun sürmesi bağlamında hükümetin ince siyaseti olarak değerlendirilmekle birlikte kamuoyu hafızasında canlılığını muhafaza etmekteydi.
1953 yılında Sakız Adası’nda bulunan Türk mezarlıklarının Yunanlılar tarafından tahrip edilmesi ve 1955 yılında Batı Trakya Türklerine yönelik artan bakılar; İstanbul, İskenderiye ve Moskova Patrikhaneleri arasında kurulan doğrudan ya da dolaylı temaslar ve bunun Kıbrıs Ortodoks Kilisesini de kapsaması Türk kamuoyundaki hassasiyeti arttıran diğer, ama son derece önemli etmenlerdi. Bunlara 28 Ağustos 1955’de Kıbrıs Türklerine yönelik büyük bir katliamın yapılacağına dair söylentinin ortalıkta dolaşması eklendiğinde 6-7 Eylül 1955 olaylarının psikolojik zemini bir nebze anlaşılabilir. Peki, Türk milletinin iki bin yıldır ayakta tuttuğu devlet geleneği ve oluşturmuş olduğu zengin hümanist kültürünün bu kadar yara aldığı bir hadiseyi salt yukarıda ifade edilen toplum psikolojisiyle izah etmek mümkün müdür?
Elbette ki hayır!
O zaman meselenin aslı nedir?
- İngiltere’nin Kıbrıs Meselesine Türkiye’yi çekmesiyle başlayan süreçte, olayların başladığı tarihte Londra’da tertiplenen üç taraflı (İngiltere, Türkiye, Yunanistan) konferansta Türkiye’nin eline güçlendirmek için devlet eliyle düzenlenen bir tertip midir? Dönemin iç siyasal zemininde, iç ve dış basının bir kısmında ve en önemlisi 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra kurulan Yassıada Mahkemelerinde ortaya atılan bu tez doğru mudur?
- Hükümetin olaylar patlak verir vermez, alelacele dünya siyasal konjonktüründe oluşan Doğu-Batı karşıtlığından yararlanmak amacıyla bu için sorumluluğunu komünistlere yıkmaya çalışması ne kadar anlamlıdır ve gerçeği yansıtmaktadır?
- Komplo teorisi bağlamında olaylarda dış servis ya da popüler söylemde “derin yapı” bağlantısı var mıdır?
Bu üç soruya tarihsel bilgileri, eldeki verileri ortaya çıkan belgeleri ve konuyla ilgili bilgi sunan yayınları bütüncül olarak değerlendirirsek şu cevapları verebiliriz.
1-Hem olayların gerçekleştiği tarihte iç siyasal zeminde hem de aradan beş yıl geçtikten sonra 27 Mayıs sürecinde kurulan Yassıada Mahkemelerinde DP’nin önemli isimleri, Kıbrıs Türk’tür Cemiyetinin üyeleri, Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu görevlileri, mülki ve idari amirleri “tertip” suçlamasıyla yüz yüze gelmiştir. Bu iddianın en önemli dayanağı, olayların başladığı gün Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ile Başbakan Adnan Menderes’in İstanbul’da bulunurken bütün hadiselere rağmen trenle Ankara’ya hareket etmeleri, konu TBMM’de görüşülürken hükümet adına konuşma yapan Fuat Köprürülü’nün “hadiselerden önceden haberdar oldukları” mealindeki açıklaması, buna benzer bir açıklamayı da 27 Mayıs sürecinde tekrar etmesidir.
Celâl Bayar, Milli Mücadeleye aktif katılmış, Lozan Barış Konferansında bulunmuş, Atatürk Dönemi hükümetlerinde bakanlık ve başbakanlık yapmış, bir imparatorluğun elden nasıl kayıp gittiğine yeni bir devletin nasıl doğduğuna; yani siyasi, sosyal ve iktisadi dengeleri iyi bir devlet adamıdır.
Adnan Menderes, hukuk tahsili yapmış, Batı Anadolu’da toprak, mülkiyet ve sosyal meseleleri iyi tahlil edebiler bölgenin imparatorluk döneminde kozmopolit özelliğini, yani bir arada yaşama kültürünü içselleştiren bir kişiliktir. DP’nin 1950’de iktidara gelmesiyle birlikte yürütmenin en etkin rolü olan başbakanlığı üstlenmiş, Türk dış politikasında geniş bir açılım yaparak bir yandan Atlantik Paktı’na girerek küresel oyuncu olmaya başlamış; diğer taraftan 1953 Balkan ve 1955 Bağdat Paktlarının kuruluşundaki rolüyle bölgesel bir aktör olmaya başlamıştır. Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde yürüttüğü güvenlik kuşağı oluşturma politikalarında Kıbrıs’ın önemini idrak edip merkeze alan bir politikacıdır. Bu tercihi ile Türkiye Cumhuriyeti devletini Misak-I Millinin bir adım ilerisine taşımıştır. Onun Kıbrıs Meselesine önem vermesi Türkiye Cumhuriyeti devletinin demokratik ve hukuk devleti olma özelliğini bozmasına ve maceracı bir tavır almasına sebebiyet veremezdi. Atatürk döneminde oluşan “reel politik” tercihi yani “yurtta barış, dünyada barış” ifadesi bunu engelleyecek nitelikteydi. Menderes’in kişiliği de bu felsefeyle uyumluydu.
Bir diğer politik aktör olan Fatin Rüştü Zorlu 1932’de Dışişlerine girmiş, Atatürk dönemi dışişleri bakanlarından Tevfik Raştü Aras’ın damadı, deneyimli ve macerası dış politikalardan uzak bir diplomat ve siyasetçidir. Dolayısıyla Yassıada Mahkemelerinde görülen 6-7 Eylül 1955 Olayları davasında, dönemin içişleri bakanı olan Namık Gedik intihar ettiği için, bürokrat olan İzmir Valisi Kemal Hadımlı da hariç tutulursa hüküm giyen bu üç politikacı, kişilikleriyle ve görüp geçirdikleriyle, ortaya çıkan bu “faciaya” bilerek ve isteyerek sebebiyet verecek insanlar değillerdi. Oysaki 20 duruşma neticesinde karara bağlanan davada yapay deliller ve seçilmiş tanıkların ifadeleriyle Bayar, Menderes, Zorlu ve Hadımlı, mevkilerinin sorumluluğunu yerine getirmedikleri gerekçesiyle suçlu bulunmuştur.
Cumhuriyet döneminin önemli politikacılarından ve o dönem Londra büyükelçisi olan Suat Hayrı Ürgüplü, hatıralarında 6-7 Eylül Olaylarının gerçekleştiği tarihte süren Londra Konferansında hükümete çekilen ve “elimizi güçlendirecek bir harekete ihtiyacımız var” mealinde bir telgrafın söz konusu olmadığını büyükelçilik arşivine dayanarak ifade etmektedir. Bu da hadiselerin bir “hükümet tertibi” olduğuna yönelik iddiayı çürütecek nitelikte önemli bir bilgidir. Bunlarla birlikte 1957 seçimlerinde DP oy kaybetmesine rağmen İstanbul’da azınlıkların yine bu partiyi desteklemesi ve 1964 yılına dek Rumların kitlesel göçe yönelmemesi bu kesimde 6-7 Eylül Olayları ile ilgili olarak bir “hükümet tertibi” algısının oluşmadığını göstermektedir.
Hadiselerin “komünistler” tarafından çıkarıldığına yönelik hükümet tarafından ortaya atılan iddia; komünist ideolojisinin özel mülkiye karşı oluşundan hareketle ve o tarihlerde yeni kurulmuş olan Varşova Paktı’nın etkisiyle, Batı kamuoyunu ikna ve buradan hareketle gelecek tepki ve kınamaları izale etmek için anlık düşünülmüş, tabiri caizse “şark kurnazlığı” içeren bir iddiadır. Gerçeği yansıtmayan bu iddia olayların hemen ardından kurulan Örfi İdare Mahkemelerinde de çürütülmüştür.
Olayların başlamasında ve hız kazanmasında etkili olan İstanbul Ekspres gazetesinin “Atatürk’ün Selanik’teki Evi Bombalandı” manşetini atan Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu ve Sahibi Mithat Perin’in Türk istihbarat servisi ile bağlantılı olduğuna dair bilgiler ve Selanik’te meydana gelen olayın azmettiricisi olarak kabul edilen Oktay Engin’in Türkiye’ye sığındıktan sonra himaye edilip valilik makamına kadar yükseltilmesi, hadiselerin güvenlik birimlerinin içinde siyasi iradenin bilgisi dışında faaliyet gösteren ”derin yapı” organizasyonu olduğunu izlenimine vermektedir. Bunu o tarihlerde genç bir subay olan ve daha sonra orgeneralliğe kadar terfi eden Sabri Yirmişbeşoğlu’nun emekli olduktan sonra yaptığı bir açıklama da desteklemektedir. Fener Patriği Athenagoras’ın, tanık olarak çağrıldığı Yasssıada’da Menderes Hükümetini suçlaması beklenirken mahkeme heyetine “Bu soruyu yanıtlaması gereken kişi sizsiniz, ben bu saldırılara maruz kaldım, onları organize etmedim” diyerek dolaylı olarak “derin yapı” imasında bulunmuştur. Burada, “Hadiselerin sonucunun en çok kime yaradığı” sorusunu sorarak böylesi nazik bir konunun dış bağlantı boyutunun da olabileceğini akılda tutmalıyız.
Neticede 6-7 Eylül 1955 Olayları çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devletinin itibarını hayli zedelemiş, Türk milletinin medeniyet tasavvurunu lekelemiştir. 1950’li yıllarda İstanbul’a, İzmir’e gelen yeni ekonomik ve sosyal düzendeki tatminkâr bir konum elde edemeyen geniş kitlelerin Kıbrıs Meselesinin en canlı olduğu günlerde milli hislerinin harekete geçirilmesi, akabinde ise kontrol edilememesi, böylesine travmatik bir sosyal hadisenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Cengiz Emik
Ankara, Eylül 2023