Düşünce özgürlüğünden yoksun olmak düşündüğünü söyleyememek değil hiç düşünememiş olmaktır. Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öç alma girişiminden başka bir şey değildir.
Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız akademisine de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim halde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem.
- Jean Paul Sartre Nobel Ödülünü reddettikten sonra yaptığı konuşma –
Aydınlar Üzerine
Salt kendilerine yöneltilen suçlamalara bakılacak olsa, aydınların çok büyük suçlular olmaları gerekir. Üstelik bu suçlamaların her yerde aynı olması da dikkati çekiyor.
Halkı aldatmak! Bu şu demektir: halkı kendi çıkarlarına sırt çevirir hale getirmek. Acaba aydınların elinde hükümetle âşık atacak belli bir güç mü vardır? Hayır, eylem ve görevlerini tanımlayan kültür koruyuculuğundan saptıkları andan itibaren, düpedüz güçsüzleşmekle suçlanıyorlar: Kim dinler ki onları? Zaten onlar doğal olarak zayıftır. Üretken değildirler ve kendilerine ancak yaşamlarını sürdürecek kadar bir ücret ödenir ki bu da gerek sivil toplum, gerekse politik toplum içinde kendilerini savunma olanaklarını ellerinden alır. Elleri kolları bağlanır ve ne yana bakacaklarını bilemez hale gelirler. Ekonomik ve sosyal bir güce sahip olmadıklarından, kendilerini her şey hakkında yargıda bulunmaya çağrılı bir seçkinler sınıfı sanırlar; oysa hiç de öyle değildirler.
Aydınlar işlevlerine, varoluş nedenlerine ihanet eder ve “reddetmekten başka bir şey bilmeyen anlayış”la özdeşleşirken politikacılar, bizde de, sizde de, alçakgönüllülükle savaşın harabeye çevirdiği ülkeyi onarmışlar; bunu yaparken de, özellikle geleneklere ve bazı durumlarda Batı dünyasındaki yeni pratiklere (ve kurumlara) bağlı, ölçülü bir görgücülük örneği sunmuşlardır.
Aydın, kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan, küresel insan ve toplum kavramı adına –bugün olanaksız, dolayısıyla soyut ve yanlış bir kavram, çünkü büyümekte olan toplumlar kendilerini yaşam biçimlerinin, sosyal işlevlerin, somut sorunların uç boyutlardaki çeşitliliğiyle tanımlamaktadırlar– kabullenilmiş gerçeklerin ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan biridir. Aydın kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla (gerektirdiği bütün normlarla) egemen ideoloji (geleneksel değerler sistemiyle birlikte) arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.
Parçalanmış toplumların ürünü olan aydın, bu toplumların varlığının kanıtıdır, çünkü onların parçalanmışlığını içselleştirmiştir. O halde, aydın tarihin bir ürünüdür. Bu bakımdan, hiçbir toplum kendini suçlamadan aydınlarından şikâyet edemez, çünkü ne ettiyse onu bulmuştur.
Aydını varoluşu içinde tanımladık. Şimdi de onun işlevinden söz etmemiz gerekiyor. Ama acaba onun bir işlevi var mı? Şurası açık ki, aslında bu işlevini yerine getirmesi için kimse görevlendirmemiştir onu. Egemen sınıf onu tanımıyor: olsa olsa bilgi teknisyeni ve üstyapıda küçük memur olarak tanımak istiyor. Yoksul kesimlerden aydın çıkmaz, çünkü o ancak pratik gerçekler uzmanından türeyebilir ve bu uzman da egemen sınıfın seçiminden, daha doğrusu bu sınıfın onu üretmek için ayırdığı artı değer payından doğar. Orta sınıflara -aydın oraya aittir- gelince, kökeninde aynı parçalanmışlıklardan acı çekmekle birlikte, burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmazlığı kendi içinde gerçekleştirdiğinden, bunların çelişkileri mitler, bilgi, tikellik ve evrensellik düzeyinde yaşanmamıştır: yani o bunları ifade etmek için özellikle görevlendirilmemiştir.
Hiç kimse tarafından görevlendirilmemesinin ve statüsünü hiçbir otoriteye borçlu olmamasının onun özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu özelliğiyle o, herhangi bir kararın ürünü- iktidarın ajanları olarak hekimler, profesörler böyledir- değil, ama canavarlaşmış toplumların ürünü bir canavardır. Hiç kimse onu istememekte, hiç kimse tanımamakta (ne devlet, ne seçkinler iktidarı, ne baskı grupları, ne sömürülen sınıfların aygıtları, ne kitleler); onun söylediklerine duyarlı olunabilir, ama varoluşuna aldırılmaz: bir perhiz reçetesi ve açıklaması hakkında, bir tür kendini beğenmişlikle şöyle denilecektir: “Bunu bana doktorum söyledi;” aydının bir görüşü isabetli olsa ve halk da bunu benimsese, bu görüş onu ilk ortaya atanla hiçbir ilişki yokmuşçasına kendi içinde sunulacaktır. Bu önce herkesin düşüncesi gibi ortaya konan anonim bir düşünce olacaktır. Ürünleri nasıl kullanılıyorsa, aydın da tıpkı öyle silinip atılacaktır.
Genel olarak aydın, salt “evrenselle” yaşayan, sadece “entelektüel” ' değerleri tanıyan, soyut bir varlık, duyarlığın değerlerine karşı kayıtsız bir kişi, bir akılcı, bir “beyin” olarak görülüyor. Bu suçlamaların kökeni açık: aydın öncelikle pratik bilgi ajanıdır ve bir aydına dönüşürken, bu özelliğinden çok ender olarak vazgeçebilir. Özellikle, bulanık, güçlükle saptanabilen düşünceler ve temelde akıldışı görünüşlerini yüceltmek için “yaşamsal” ya da “duygusal” olarak nitelendirilen değerler biçiminde üstüne gelen egemen ideolojiyi kendi içinde ve dışında çökertmek amacıyla, pozitif yöntemleri kendi alanlarının dışında uygulama iddiasında olduğu bir gerçektir.
Aydın yalnızdır, çünkü onu hiç kimse görevlendirmemiştir. Oysa o -çelişkilerinden biri de budur – başkaları da özgürleşmedikçe özgürleşemeyecektir. Çünkü her insanın, sistemin kendisinden çalıp durduğu özel amaçlan vardır ve yabancılaşma egemen sınıfa kadar yayıldığından, bu sınıfın üyeleri bile, kendilerine ait olmayan insanlık dışı amaçlar için yani temelinde kâr için çalışır. O halde aydın, kendi çelişkisini nesnel çelişkilerin tekil ifadesi gibi algılayarak, kendisi ve başkaları için bu çelişkilere karşı savaşan herkesin yanındadır. Bununla birlikte, aydının işini sadece beynine kazınan ideolojiyi inceleyerek (sözgelimi, ona sıradan eleştirel yöntemler uygulayarak) yaptığı düşünülemez.
Özellikle, egemen sınıfların teknik bir kapital yaratıp çoğaltmaları ancak kapitalin yığılmasıyla sağlandığından, bu halleriyle yoksul sınıfların aydın üretememesi çelişkisi. “Sistem “in sömürülen sınıflar içinden de birkaç teknisyen çıkarttığı oluyor elbette (Fransa’da yüzde on), ama bunlar halk tabanından gelmekle birlikte, işleri, ücretleri ve yaşam düzeyleriyle bir anda orta sınıflarla bütünleşmekten geri kalmazlar. Başka bir deyişle, toplumun alt kesimleri kendi nesnel zekâlarını temsil edecek organik temsilciler çıkaramamaktadır. Proletaryanın içinden çıkan organik bir aydın, devrim gerçekleşmediği surece, fazladan bir çelişkidir; kaldı ki, durumlarıyla bile evrenseli talep eden sınıflar içinde doğduğundan, var olabilseydi, sözünü ettiğimiz ve huzursuz bilinciyle tanımlanan şu canavar haline gelemezdi
Aydınlar bu yeni çelişkinin tamamen bilincindedirler: Çoğu zaman bu noktaya takılıp kalır ve daha ileriye gidemezler. Ya bu çelişkide, sömürülen sınıflara karşı fazla alçakgönüllülük hissederler (hiç vazgeçemedikleri, kendilerine proleter deme ve proleter olma saplantıları buradan gelir) ya bu çelişkinin onların karşılıklı güvensizliğinin kaynağı olmasından (her biri ötekinin düşüncelerinin içten içe burjuva ideolojisiyle koşullanmış olmasından kuşkulanır, ne de olsa o da küçük burjuvalığa heves etmiştir ve öteki aydınlarda kendi yansımasını görmüştür çünkü) ya da hedef olduğu güvensizlikten umutsuzluğa kapılarak, kendisiyle barışık sıradan bir bilgi teknisyeni olamamasının sonucu, geri adım atarak sahte bir aydın oluverir.
Aydının içte ve dışta kendi çelişkileriyle mücadelesinden tarihsel toplum kendisiyle ilgili olarak henüz tam oturmamış, bulanık, dış etmenlerle koşullanmış bir bakış açısı edinir. Kendini pratik olarak düşünmek ister, yani yapılarını ve hedeflerini belirlemek, kısacası, bilgi tekniklerinden türeterek ortaya koyduğu yöntemlerden yola çıkarak evrenselleşmek ister. Bir bicimde, kendini temel hedeflerin (kurtuluş, insanın evrenselleşmesi, dolayısıyla insanlaştırılması) bekçisi haline getirir.
Aydının durumunu, içindeki pratik bilgi (gerçeklik, evrensellik) ve ideoloji (tikellik) çelişkisiyle tanımladık. Bu tanımı doktorlara, öğretmenlere, bilginlere vb. uygulayabiliriz. Ama bu hesaba göre, yazar bir aydın mıdır? Bir yandan, onda temel aydın niteliklerinden pek çoğuna rastlanır. Öte yandansa, onun sosyal “yaratıcı” etkinliği peşinen evrenselleştirme ve pratik bilgi amacına yönelik değil gibidir. Yazarın sorumluluğu günlük dildeki çarpık bilgilendirme payını işleyerek, iletilemeyeni (yaşanmış dünyada- varlık) iletmeyi ve yapıtının anlamı olarak, parçayla bütün, bütünlükle bütünleme, dünyayla dünyada varlık arasındaki gerilimi ayakta tutmayı hedefler. O özel oluşun ve evrenselin çelişkisiyle hesaplaşırken, tam da görevini yapmaktadır. Öteki aydınlar işlevlerinin, mesleklerinin evrenselci talepleriyle egemen sınıfın özel ayrımcı talepleri arasındaki karşıtlıktan doğarken, yazar ufuktaki yaşamın doğrulanması olarak evrenselliği hissettirirken, gerçeklik düzleminde kalma zorunluluğunu bir iç görev olarak bilir.
Cengiz Emik
Ankara, Eylül 2023