Din ile Bilim (Bertrand Russell)  

Hayallerini gerçeklestir

Din ile Bilim (Bertrand Russell)  

Din ile Bilim toplumsal yaşamanın iki yönüdür. Bunlardan birincisinin önemi insan düşüncesinin tanıdığımız ilk basamaklarından başlar. İkincisi eski Yunan'da, Araplarda bir ara belli belirsiz ortaya çıkmış, sonra on altıncı yüzyılda birdenbire büyük bir önem kazanarak, o zamandan bu yana içinde yaşamakta olduğumuz düşünceleri, kurumları yoğura gelmiştir. Din ile bilim arasında uzayıp giden çatışmada son birkaç yıla değin hep bilim üstün çıkıyordu. Ama Rusya ile Almanya'da, bilimin yollarından, araçlarından yararlanarak yayılan yeni dinlerin ortaya çıkışı, bilim için, başlangıçtakine benzer kuşkulu bir durum yaratmış, gelenekçi dinin bilimsel düşünceye açmış olduğu savaşın köklerini, tarihini incelemeyi yeniden önemli kılmıştır.

Bilim, gözlem ve gözleme dayanan düşünce yoluyla, evrendeki tek tek olguları, bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulmaya, böylece gelecekteki olaylarında önceden bilinmelerini sağlamaya çalışmaktır. Bilimin bu kuramsal yönünden başka bir yönü de, bilimsel düşünceden yararlanarak, bilim öncesi çağlarda elde edilemeyen, ya da çok daha pahalıya mal olan yaşama kolaylıklarını, çok üstün yaşama olanaklarını sağlayan, bilimsel tekniktir. Bu ikinci yönüyle bilim, bilim adamı olmayanlar için bile büyük bir önem taşır.

Toplumsal açıdan bakılınca din, bilimden daha karmaşık bir görüngüdür. Büyük tarihsel dinlerden her birinin üç yönü vardır: Kurum, öğreti ve kişisel töreler. Bu üç öğenin önemi çağdan çağa, ayrı ayrı yerlerde büyük değişiklikler göstermiştir. Eski Yunan, Roma dinleri, Stoacıların elinde ahlakçı bir nitelik kazanıncaya değin, kişisel töreler konusunda pek fazla bir şey söylemiyorlardı; İslam'da din kurumu hükümdarlar yanında önemsiz kalmıştır; modern Protestanlıkta öğretinin ilkelerini yumuşatma yolunda bir eğilim vardır. Ama bu üç öğe, önemlerindeki değişmelerle birlikte toplumsal bir görüngü olarak ele alınan, yalnızca bilim ile çatışmaları üzerinde durulan din için gereklidirler. Salt kişisel bir din, bilimin aykırı sayacağı kesinleşmelerden kaçındığı sürece, en bilimsel çağda bile hiç bir zaman yadırganmaz.

Günümüzün dine inanan insanları ortaçağlarda var olan Hristiyanlık öğretilerinden birçoğunun gereksizliğini, gerçekte bunların din için büyük bir engel olduğunu anlamışlardır. Bir din öğretisi, bütünüyle kesin, sonrasız gerçekleri vermeğe çabalayan bilimden ayrılır; bilim her zaman deneycidir, şimdiki kuramlarının eninde sonunda değişikliklere uğrayacağını bilir. Yönteminin hiç bir eksiği bulunmayan sonuçlara götürmeğe, mantık yönünden yetersiz olduğunu sezer. Din, bir inançlar dizisi değil de bir duyuş biçimi oldukça, bilim dine dokunamaz. Belki de dogmaların çöküşü, böyle dinsel bir duyuş biçiminin yaşamasını, ruhbilimsel yönden gitgide daha güçleştirmektedir. Çünkü bu duyuş biçimi tanrı bilimsel inançla çok yakından ilgili bir şeydi. Ama bu güçlüğün sürüp gitmesi hiç de gerekli değildir. Hiçbir gerçek üstünlük zorla, temelsiz inançlara bağlanamaz. Temelsiz olan tanrı bilimsel inançların, yalnız dinsel görüşün iyi yönleri uğruna benimsenmeleri saçmalıktır. Yoksa tanrı bilimcilerin ilerde yapabileceğimiz her buluşta, dünyayı anlama yolunda atacağımız her adımda işimize karışacaklarını düşündükçe korkular geçirmek zorunda kalırız. Bizi gerçek bilgiye ulaştıracak bir anlayışa yaklaştığımız ölçüde, böyle sakıncalardan uzaklaşmış oluruz.

Din ile bilim arasındaki ilk, kimi yönlerden de en önemli kavga, bugün Güneş Sistemi adını verdiğimiz düzenin merkezinin güneş mi yoksa dünya mı olduğu konusundaki gökbilimsel tartışmadır. Bu konuda geçerlikte olan kuram, dünyanın evrenin merkezinde kımıldamadan durduğunu, güneşle ayın, öbür gezegen ve durağan yıldız sistemleriyle birlikte dünyanın çevresinde kendi yörüngelerinde döndüklerini ileri süren Ptolemaios görüşe dayanıyordu. Yeni Kopernik kurama göre hiç de durağan olmayan dünyanın iki türlü hareketi vardı. Günde bir kez kendi ekseni çevresinde, yılda bir kez de güneşin çevresinde dönüyordu.

Gökbilim alanında ikinci büyük adımı, tıpkı Galileo gibi düşünmesiyle birlikte, kilise ile hiç bir çatışması olmayan Kepler atmıştır. Kepler'in düşüncesi apayrı bir özelliktedir. Kopernik varsayımına bağlanışındaki düşünceleri ölçüsünde bulguladığı üç yasayla ilgili çabalarına, Merkür, Venüs, Jüpiter, Satürn gezegenleri ile beş sürekli durağan arasında bir bağ bulunduğunu öne süren varsayım öncülük etmiştir. Kepler yasalarının ilki 1609'da üçüncüsü de 1619'da yayımlandı. Güneş sisteminin genel durumu yönünden, bu üç yasa içinde en önemlisi, gezegenlerin güneş çevresinde, odaklarından birinde güneşin bulunduğu elipsler çizdiklerini söyleyen birinci yasadır. Skolastikler Yunanlıların önyargılarını olduğu gibi benimsemişlerdir. Bu konuda onların düşüncelerinin tersine gidebilen ilk kimse Kepler olmuştur. Güzellik duygusundan doğmuş öntasarımlar, töresel ya da tanrı bilimsel olanlar ölçüsünde yanıltıcıdırlar. Bu konuda ancak Kepler, çok önemli bir yenilikçi olabilmiştir. Onun üç yasası, Newton'un genel çekim yasasının dayanakları olarak bilim tarihinde önemli bir yer tutar. Kepler'in yasaları, genel çekim yasasının tersine, yalnız betimleyicidirler. Gezegenlerin hareketleriyle ilgili herhangi bir genel neden ileri sürmezler, gözlem sonuçlarını özetleyen çok yalın formüller verirler ancak. Kuramın tek üstün yönü olan betimleme yalınlığı, gezegenlerin dünya çevresinde değil güneş çevresinde dolandıklarını, gece gündüz olayının dünyanın dönmesiyle ilgili olduğunu söylemesidir.

Galileo’nun büyük değeri, vardığı her sonucu matematik formüllere aktarabilen bir güç yardımıyla, hem deneysel hem de mekanik konudaki ustalığını birleştirmiş olmasıdır. Dinamik cisimlerin hareketlerini yöneten yasalar konusundaki çalışmalar gerçekte onunla başlar. Yunanlılar dural olaylar alanında araştırmalar yapmış, bu arada denge yasalarını bulmuşlardır. Ama hareket yasalarını, özellikle değişen hareketin yasalarını hem Yunanlılar, hem de on altıncı yüzyıl bilginleri bütünüyle yanlış anlamışlardır. Başlangıçta hareket eden bir cismin kendi başına bırakıldığı zaman duracağı düşünülürken, Galileo her türlü dış etkiden uzak olan böyle bir cismin düz bir doğrultuda değişmeyen bir hızla hareket edeceğini ileri sürmüştür. Başka bir deyişle, cismin hareketini açıklamak için değil de, yönle, hızla ya da her ikisiyle ilgili hareket değişmelerini açıklamak için, çevredeki koşulların incelenmesi gerektiğini söylemiştir. Hareket yönündeki ya da hızındaki değişmelere ivme adı verilir. Böylece, cisimlerin her zamanki hareketlerini hızla değil, dış etkileri de göz önünde tutan ivmeyle açıklayabiliriz. Bu ilkenin bulunması, dinamikte ilk önemli adım olmuştur.

Galileo’nun başını daha büyük derde sokan şey teleskop olmuştur. Bir Hollandalının böyle bir araç bulmuş olduğunu işiten Galileo aynı aracı yapmayı başarmış, hemen ardından birçok yeni gökbilimsel gerçek bulmuştur. Kendisine göre bu gerçeklerin en önemlisi Jüpiter’e bağlı uyduların varoluşuydu. Teleskop Jüpiter'in uydularının yanı sıra ortaya koyduğu daha başka şeylerle tanrıbilimcileri çileden çıkardı. Venüs'ün de ay gibi dönemler geçirdiği açıklandı. Kopernik’in ileri sürdüğü kuramın böyle bir şeyi gerektirdiğini düşünmüştü.

Bunlardan dolayı Papa, Galileo’nun engizisyon önüne çıkıp işlediği yanlışları düzeltmesini söylediklerini geri almasını buyurdu. 26 Şubat 1616'da da isteğine ulaştı. Galileo ağırbaşlılıkla, artık Kopernik’in düşüncelerini tutmayacağına, bu düşünceleri yazı ile ya da söz ile öğretmeyeceğine dair yemin etti. Unutmamalıyız ki gökbilimci Giordano Bruno  yakılalı daha on altı yıl olmuştu. Papanın buyruğu üzerine, yerin döndüğünü söyleyen bütün kitaplar yasak edildi. Kopernik’in yapıtları, ilk olarak saçlandırıldı. Floransa'ya çekilen Galileo üstünlük sağlamış düşmanlarını öfkelendirmekten çekinerek bir süre sessiz yaşadı.

Modern kafanın, uzun süreli bir gelişme kavramının ne denli yeni olduğunu görmesi güçtür. Gerçekte de bütünüyle Newton'dan sonraki bir düşüncedir bu. Kutsal Kitap'a dayanan inanca göre evren altı günde yaratılmış, o zamandan beri, şimdi içinde bulunan bütün gökyüzündeki yaratıklar, bütün hayvanlarla bitkilere, Büyük Sel'in yok ettiği daha başka birçok canlıya yurtluk etmişti. Birçok tanrı bilimcinin söylediklerine, Hıristiyanların inandıklarına göre Düşüş zamanında evrene yasa olabilecek bir gelişme şöyle dursun, her türlü kötülüğün korkunç bir kaynaşması görülüyordu. Tanrı, Âdem ile Havva'ya belli bir ağacın meyvesini yememelerini söyledi, ama onlar dinlemeyip yediler. Bunun üzerine Tanrı onların, kendi soylarından geleceklerin bütünüyle birlikte ölümlü olmalarını, küçük bir azınlık bir yana, en uzak torunlarının bile cehennemde sonsuz ceza çekmelerini emretti. Bu küçük azınlığın da neye göre seçileceği tartışmalıydı. Âdem günahı işler işlemez, hayvanlar birbirlerini avlamaya, dikenler gövermeğe başlamış, birbirlerinden ayrı mevsimler ortaya çıkmış, toprak da lanetlenmiş, ağır bir emek karşılığı olmadıkça insanoğluna hiç bir şey vermemesi emredilmişti. İnsanlar öylesine azmışlardı ki, Tanrı, Nuh ile üç oğlu ve karılarından başka hepsini Büyük Sel'de boğmuştu. Bilmeliyiz ki bütün bunlar ya doğrudan doğruya Kutsal Kitap'ta yer alan, ya da Kutsal Kitap'takilerden, tümden gelimle çıkarılan kesin gerçekler olarak benimseniyorlardı.

On sekizinci yüzyılın özel inanç biçimi Newton'dan alınmadır. Buna göre evrenin ilk yaratıcısı olan Tanrı, temel yasalar da koymuş, yaptığı kurallarla da gelecekteki bütün olayları kendisinin bir daha araya girmesini gerektirmeyecek biçimde belirlemiştir. Koyu dincilere göre yasalarla açıklanamayacak mucizeler gibi durumlar da vardı. Ama deistlere göre her şey doğal yasalarla yönetiliyordu.

Bitkilerle hayvanların üreme, değişme yoluyla uzun süreli bir evrim geçirdiklerini söyleyen öğreti kuramı üçe ayrılabilir. İlk gerçek, - ancak, uzak çağlarla ilgili bir gerçekten umulabilecek kesinlikte bir gerçek- bu küçük canlıların daha eski oldukları. Daha karmaşık bir yapı taşıyan canlıların ise gelişmenin sonlarına doğru ortaya çıktıklarıdır. İkincisi, daha sonraki, çok daha üstün yapılı canlılar kendiliklerinden ortaya çıkmamışlar, bir değişmeler dizisinden geçerek daha önceki canlılardan türemişlerdir. Biyolojide «evrim» ile söylenmek istenen budur. Üçüncüsü, bütünlükten uzak olmakla birlikte, evrimin işleyişini, örneğin değişmenin, belli canlıların yaşayıp öbürlerinin silinip gitmelerinin nedenlerini araştıran bir çalışma vardır. İşleyişi konusunda daha birçok karanlık noktalar bulunmakla birlikte, evrim öğretisi bugün bütün evrence benimsenmiştir. Darwin'in başlıca tarihsel evrimi daha olağan gösteren bir işleyiş - doğal seçim - ileri sürmüş olmasıdır.

Evrim öğretisine önem veren ilk biyolojik bilgini Lamarck oldu. Öğretileri kabul edilmedi. Çünkü türlerin değişmezliği konusundaki önyargı geçerlikteydi. Üstelik ileri sürdüğü değişim süreci de bilimsel kafaların benimseyebileceği gibi değildi. Bir hayvanın gövdesinde beliren yeni bir organın, duyulan yeni bir istekten ileri geldiğine inanıyor, tek örnekte görülen bu yeniliğin, sonra bütün soya geçtiğini düşünüyordu. İkinci varsayım olmadan, birincisi evrim için pek yetersiz bir açıklamaydı. Birinci varsayımın, yeni türlerin gelişiminde önemli bir öğe olamayacağını söyleyen Darwin, kendi sisteminde pek geniş bir yer tutmamasına karşın, ikinciyi benimsiyordu. Tek örneklerde ortaya çıkan değişikliklerin bütün bir soya geçtiğini söyleyen ikinci varsayıma Weissmann bütün gücüyle karşı koydu. Bu çekişme bugün bile sürüp gitmektedir. Elde edilen kanıtlar birkaç durum dışında, soya geçen bütün yeni özelliklerin yumurta hücresiyle ilgili değişiklikler olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan Lamarck'ın evrim işleyişi konusunda söyledikleri kabul edilemez.

Darwin'in görüşü tanrı bilime Kopernik’ten geri kalmayan bir tokat oldu. Yalnızca Oluş'ta ileri sürülen ayrı ayrı yaratma eylemlerini, türlerin değişmezliklerini çürütmekle yaşamın başlangıcından beri, dinsel görüşe taban tabana karşıt, usa sığmaz bir sürenin geçmiş olduğunu söylemekle: Tanrı’nın iyilikseverliği ile açıklanan, canlıların çevreye uyumunu, doğal seçmeye bağlamakla kalmıyor, hepsinden kötüsü, evrimciler insanın daha aşağı hayvan soylarından türediğini savunuyorlardı. Tanrı bilimciler, eğitimsiz kişiler, gerçekte kuramın bu noktasına takılıyorlardı. « Darwin insanın maymun soyundan geldiğini söylüyor!» diye bir yaygara koptu. Bir ara, kendisinin maymuna benzerliğinden dolayı böyle bir şeye inandığı söylendi. Çocukken, öğretmenlerimden biri büyük bir ciddiyetle şu sözleri söylemişti bana : «Darwinci olursan acırım sana, bir kimse hem Darwinci hem Hıristiyan olamaz» Bugün bile Tennessee' de evrim öğretisini yaymak yasalara aykırıdır, çünkü bu öğreti Tanrı Sözü' ne karşıt sayılmaktadır.

Her zaman olduğu gibi tanrı bilimciler, yeni öğretinin doğuracağı sonuçları, bu öğretiyi savunanlardan daha çabuk kavradılar. İleri sürülen kanıtlara inanmakla birlikte dine bağlılıkta direndiler. Önceki inançlarını ellerinden geldiğince korumağa çabaladılar. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda yeni öğreti, savunucularının düşüncesizliğinden dolayı büyük bir hız gösterdi, bu yüzden, daha bir değişikliğe alışılmadan arkadan öbürü bastırdı. Bir yeniliğin bütün sonuçları bir arada ileri sürülürse, alışkanlıkların tepkisi öyle büyük olur ki bu tepkiyle yeniliğin bütünü birden terslenir. Oysa her on ya da yirmi yılda bir atılacak yeni adımlarla, gelişme yolu boyunca büyük bir direnmeyle karşılaşılmadan, alışkanlıklar yavaş yavaş değiştirilebilirdi.

Günümüzde din, evrim öğretisine göre kendisine çekidüzen vermiş, yeni yeni düşünceler bile sürmüştür ortaya. « Çağlar içinden akıp gelen, büyüyen bir amaç vardır» Evrim de Tanrı'nın kafasındaki bir düşüncenin çağlar boyunca açılmasıdır.

İnsan gövdesi ile hastalıkları üzerinde yapılan bilimsel incelemeler bir sürü kör inançla çekişmeyi zorunlu kıldı - bir bakıma şimdi bile var bu zorunluluk. Bu kör inançların çoğu Hıristiyanlık-öncesi çağlardan kalmaydı. Çok yakın zamanlara dek bütün kilise yetkilileri bunları savunmakta direndiler. Hastalıklar kimi zaman bir günahla ilgili tanrısal cezalardı, ama çoğunlukla cinlerin işiydi. Ermişlerin aracılığı ile ya da kutsal nesnelerle; dualarla, dinsel ziyaretlerle; (cin işiyse) cinleri kovmakla, ya da onları (hastayı da) yıldıracak işlemlerle geçirebilirdi ancak. Bunların çoğunu İncil'e dayandırmak güç değildi. Kuramın geri kalan yönleri de papazların elinde gelişiyor, ya da doğrudan doğruya onların öğretilerinden çıkıyordu. St. Augustine « Hristiyanların bütün hastalıkları bu cinlerden ileri gelmektedir; bunlar özellikle yeni vaftiz edilmiş Hristiyanlara, . Evet, bu günahsız, yeni-doğmuş körpelere işkence ederler » diyordu.

Gördüğümüz gibi, ortaçağlar boyunca hastaların iyileştirilmesi ya bütünüyle kör inançlara dayanan yöntemlere, ya da rastgele yollara dayanıyordu. Gövde yapısı, organlar, dokular iyice bilinmeden daha bilimsel bir yola başvurulamazdı. Bu araştırmalar da gövdenin kesilip biçilmesini gerektiriyordu. Kiliseye göre bu yasaktı. Gövde yapısının ilk olarak bilimsel incelenmesini yapan Vesalius, bir süre için resmi kovuşturmalardan kurtulmayı başardı. Çünkü V. Charles' in özel hekimiydi. İmparator en gözde hekimini yitirmekle sağlığı bozulduğunda kime başvuracağını bilmediğinden korkuyordu.

Aşının bulunmasıyla ortalık yeniden karıştığı zaman çatışma iyice yatışmak üzereydi. Kilise adamları (bir yandan da tıp adamları) aşıyı « Göklere, Tanrı'nın istemine karşı koyma» olarak gördüler. Cambridge Üniversitesinde aşıya karşı bir dinsel konuşma yapıldı. 1885’te Montreal'de görülen amansız bir çiçek salgınında, Katolik halk aşıya karşı koydu. Kiliseleri de bu davranışı destekledi. Bir papaz, « Çiçek salgınına uğramamız, geçen kış karnavalda gösterdiğimiz cinsel azgınlıklarla Tanrı'yı gücendirmiş olmamızdandır!» dedi. Kiliseleri salgın bölgesinin göbeğinde yer alan, her şeyden el etek çekmiş papazlar, sürekli olarak aşının kötülüklerini sayıp döktüler. İnançlarına bağlı kimseler, Tanrı'ya bağlılıklarını türlü yollardan göstermeye çağrıldılar. Önem sırasına göre herkesin katıldığı bir yalvarma töreniyle Meryem Ana hoşnut edilmeye çalışıldı. Ayrıca tespihli dualara da apayrı bir önem verildi.

Uyuşturucu bulunduğu zaman, tanrıbilim bir kez daha insan acılarının azalmasına engel olmaya yeltendi. 1847’de uyuşturucunun doğumlarda kullanılmasını salık veren Simpson'a papazlar hemen Tanrı'nın Havva'ya  « Çocuklarını acı çekerek doğuracaksın » (Oluş, III. 16) demiş olduğunu hatırlattılar. Kloroformun etkisi altında nasıl acı çekebilirdi kadın? Simpson, Tanrı'nın, kaburgasını çıkarmadan önce Âdem’i derin bir uykuya soktuğunu söyleyerek uyuşturucunun erkeklere verilmesinde hiçbir engel bulunmadığını tanıtmayı başardı. Ama erkek din adamları kadınların doğum sancılarında uyuşturucu kullanmayı nedense bir türlü benimseyemediler.

Bilginin gelişmesiyle, Kutsal Kitap'ın verdiği kuramsal tarih bilgisi, ilkçağ ile ortaçağ kilisesinin dallı budaklı tanrı bilimi, dinsel düşünceli erkeklerle kadınların çoğu için daha az önemli bir duruma geldi. Bilimin yanında, Kutsal Kitap eleştirileri de Kutsal Kitap'ta geçen her sözün gerçekliğine inanmayı güçleştirdi. Bugün Oluş'ta iki ayrı yazarın Yaradılış' ı birbirini hiç tutmayan iki apayrı yolda anlattıklarını biliyor. Böyle sorunlar bugün önemli sayılmıyor artık. Tarihsel olayların işe karıştırılmadığı sürece Hristiyanlığın en önemli özelliği olarak görünen yönünün üç temel ilkesi; Tanrı, ölümsüzlük, özgürlük öğretileri bugün de geçerliktedir.

Bilimle din orasındaki savaş biraz garip bir savaş olmuştur. Her zaman, her yerde - on sekizinci yüzyıl sonu Fransa’sı,  Sovyet Rusya bir yana - bilim adamlarının çoğunluğu çağların dinsel görüşünü desteklemişlerdir. En belli başlı bilginler bu çoğunluğa karışmışlardır. Kendisi Arian olan Newton bile, öbür bakımlardan Hristiyan inancının destekleyicilerinden biri olmuştur. Cuvier, Katolik doğruluğunun bir örneğiydi. Faraday bir Sandymaniandı, ama bu mezhebin aksaklıklarının bilim ile dinin ilgisi konusundaki düşünceleri her kilise adamının alkışlayacağı türdendi. Savaş, dinle ile bilim arasındaydı, dinle bilim adamları orasında değil. Bilim adamları arasında dine aykırı görüşleri tutanlar bile, bir çatışmadan kaçınmak için ellerinden geleni yaptılar. Kopernik gördüğümüz gibi, kitabını Papa'ya adadı. Galileo sözünden döndü. Descartes Hollanda'da yaşamanın daha doğru olacağını düşündüyse de kilise adamlarıyla iyi geçinmek için büyük güçlüklere katlandı. Galileo görüşünü paylaştığını gizleyerek, kendisine yönelebilecek suçlamaları önlemeye çalıştı. On dokuzuncu yüzyılda bile İngiliz bilim adamlarından çoğu, bilimle Hıristiyan dininin o günün özgür Hristiyanlarınca tutulan temel yönleri orasında gerçek bir çatışma olamayacağını düşünüyorlardı - çünkü Kutsal Kitap’ın Büyük Sel'le hatta Âdem ile Havva'yla ilgili gerçekleri üzerinde direnen kalmamıştı artık.

Bugünkü durum,  Kopernik’in zaferinden bu yana geçen bütün süre boyunca görülen durumdan pek ayrı değildir. Sürekli bilimsel buluşlar, Hristiyanların, ortaçağlarda dinin değişmez yönleri saydıkları inançlardan birer birer vazgeçmelerine yol açmış, dincilerin bu sürekli geri çekilmeleri, çalışmaları savaşın bugün ulaşmış olduğu ç atışmalı düzeye varmadığı sürece bilim adamlarının Hristiyan kalmalarını sağlamıştır. Bugün son üç yüzyılda sık sık ileri sürüldüğü gibi, bilim ile dinin uzlaştığı söyleniyor: bilginler alçakgönüllülükle bilinçdışı olanların da var olabileceği düşüncesini benimsiyorlar. Özgür tanrıbilimciler de bilimle kanıtlanabilen herhangi bir şeyi yadsımaya kalkışamayacaklarını kabul ediyorlar.

İyilik ya da sevgi, gerçek güzellik yoluyla kavranan bilgidir. Durum buysa, dinin doğal bilimle çatışmasını gerektirecek ne var ortada, diyeceksiniz. Biri olgularla uğraşır, öbürü değerlerle. İkisine de gerçeklik tanımak ayrı düzlemlerde olduklarını söylemektir. Bu bütünüyle doğru değildir. Bilimin ahlaka, şiire, her şeye el atığını gördük. Din de her şeye el atmaktan geri kalamaz. » Bu demektir ki din yalnız, ne olmalıdır konusunda değil, nedir konusunda da kesinlemeler ileri sürecektir. Tanrı'nın sonsuz kutsanmışlığının yoksullar için bir avuntu olmasını ileri süren görüşe gelince, bu her zaman zenginlere tutulmuş bir düşüncedir. Yoksulları da yavaş yavaş bıktırmaya başlamıştır. Bugün Tanrı kavramını ekonomik adaletsizliğin savunulmasıyla birleştirmek pek de güvenilir bir yol olmasa gerek.

İnsan karaya vuran dalganın getiriverdiği garip bir rastlantıdır bir bakıma, ondaki erdemlerle kötülükler karışımının rasgele bir kaynaktan ileri gelmiş bir sonuç olduğu düşünülebilir. Ancak sonsuz bir kendini beğenmişlik duygusu insanda, Yaratıcıya özgü olduğu düşünülen bir us bulunduğunu ileri sürebilir. Kopernik devrimi insanı evrensel amacın tek ülküsü sayanlara daha alçakgönüllü olmayı öğretmedikçe, üzerine düşen işi tam yapmış sayılmaz.

Bilimsel düşünce ölçülüdür, deneycidir; parçalara dayanır. Bütün gerçeği bildiğinizi tasarlamaz, en iyi bildiği şeyin bile bütünüyle gerçek olduğunu ileri sürmez. Her öğretinin er geç düzeltilmeyi gerektireceğini, bu gerekli düzeltmenin de bir araştırma, tartışma özgürlüğü istediğini bilir.

Bilim ile Hristiyan dini orasındaki savaş, ara sıra sınır karakolları arasında çıkan çatışmalarla birlikte, hemen hemen sona ermiştir artık. Öyle sanıyorum Hristiyanların çoğu da bu savaşın dinlerine yararlı olduğunu kabul etmektedirler. Hristiyanlık barbarlık çağından kalma gereksiz ayrıntılardan temizlenmiş, din uğruna işkence yapma hastalığından bile hemen hemen kurtulmuştur. Özgür Hristiyanlar arasında tutunan değerli bir ahlak öğretisi kalmıştır geriye İsa'nın, komşularımızı sevmeliyiz, sözünün benimsenmesi her bireyde, artık ruh diye adlandırılamazsa bile, saygıdeğer bir şeyin varlığı inancı. Bunların yansıra kiliselerde de, Hristiyanlar savaşa karşı koymalıdırlar, yollu bir inanç gelişmektedir.

“Bilim, insanoğlunun acılarını azalmayı, insan yaşamıyla mutluluğuna hizmeti inançla sürdürüyor. Bunun birlikte, kör inancın, bağnazlığın, hoşgörüsüzlüğün dünyamızın birçok yerinde bugün bile kol gezdiği gerçek. Dünyayı yönetme tutkusu güdenlerin önderliğinde, yıkım gücü en korkunç, en acımasız türden silahlar geliştirildi. Özgür düşüncenin sözcüleri, kimi ülkelerin yönetimini ellerinde tutanlarca ezildiler, susturuldular, öldürüldüler. Gerçi, geri kalmış toplumlar dışında din ve bilim savaşı geçmiş yüzyıllardaki gibi açıktan açığa süren bir savaş değil artık. Ama birtakım ülkelerde din adına, baskı, işkence, öldürme olanca hızıyla sürüyor. Ülkeleri yönetenler, kendi politik ya da ekonomik adaletsizliklerini, Tanrı’nın kendileriyle birlikte olduğunu söyleyerek savunuyor. Yığınları böylece kandırmayı başarıyorlar da.

                                                                                                                                                 Cengiz Emik

                                                                                                                                             Ankara, Eylül 2023

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir