Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır. Böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviye bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: Her neye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz. Her tarafı her bir köşeye doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap. Gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini – ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir- gasp etmektedirler.
Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda nerede duracağını bilmek çok önemli bir şeydir. Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir. Sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata koparan, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında birkaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup siyasi veya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir.
Yakın zamanlara kadar böyle bir sorunun sorulması lüzumsuz addedilebilirdi. Çünkü insanın okumakla kazandığı o kadar açık, o kadar göz önündeydi ki kimsenin aklına böyle bir soru sormak gelmezdi. Yakın zamanlara kadar, halk arasında yaygın olan ''Oku, adam ol!'' deyişinin de gösterdiği gibi, ''adam olma''nın yolunun kuşkuya yer bırakmayacak derecede okumaktan geçtiğine inanılırdı.
Ve ''adam olmak'', ''Vezir olmuşsun, ama adam olamamışsın!'' serzenişiyle sona eren halk hikâyesinde de yankılandığı üzere mal mülk, makam mevki sahibi olmakla gerçekleşmeyen bir şeydi. Bugün de bu soru lüzumsuz addedilebilir, ama farklı bir sebepten ötürü: Artık okumakla kazanılan şey, ''adam olmak'' kimsenin itibar etmekten geri duramayacağı kadar göz önünde olmaktan kalktığı, dolayısıyla kimsenin umursamazlık edemeyeceği kadar iltifata mazhar olmadığı için. Halk ruhundaki belirleyici, yön verici yerini kaybettiği için. Ama onun o yeri kaybetmesi ona kendi öz değerinden bir şey kaybettirmediği için yine de sorulmalı: Okumak insana ne kazandırır?
Bu sorunun cevaplanabilmesi şu açıcı soruların sorulmasıyla mümkün olacaktır. Okumak tüm insan etkinlikleri içerisinde nerede yer bulur kendisine? Okumak insana özgü etkinlikler içinde diğerlerine göre nerede durur? Okumakla insanın insan olması arasında nasıl bir ilişki vardır? İnsanın insan olması, sayesinde kendisine insan denilen varlıktan söz edilebildiği öz, yani insanın insanlığı neye dayanır ve okumak bu öze ne tür bir katkıda bulunur? İnsanın özünün ''düşünen'' ya da ''konuşan'' varlık diye tanımlanması bir etkinlik olarak okumayı ne kadar içinde barındırır veya bir tarif olarak ona ne ölçüde gereksinim duyar?
Eğer bu soruların insan ve insanın yeryüzündeki yaşayışı için belirleyici derecede mühim sorular olduğu kabul ediliyorsa, verilecek cevabın bir taraftan ''okumak'' fiiline yüklenecek anlama göre, diğer taraftan insanın ''özü'' denilen şeyin nerede arandığına ve nasıl gerçekleştirileceğine bağlı olarak değişeceği açıktır. İnsanın özünün bilhassa son dört, beş asırlık zaman dilimi içinde bir problematik halinde getirildiği herkesin bildiği bir gerçektir. Ama bu öz denilen, insanı insan yapan şey nerede aranırsa aransın ve hangi noktadan hareketle tarif edilmeye çalışılırsa çalışılsın, o özü oluşturan bir özellik ve onun diğerleriyle ilişkisi görmezden gelinemeyecektir. Çünkü o görmezden gelindiğinde hem aynı dünyayı paylaştığı canlılardan onu ayıran ve seçkin kılan şey belirmiş olacak, hem de onun dışında hangi nitelik esas alınarak bir tarif geliştirilmeye çalışılsın kaçınılmaz olarak temelden yoksun kalacaktır.
Cehalet ancak zenginlikle bir arada bulunduğu zaman soysuzlaştırıcıdır. Sefalet ve ihtiyaç yoksul insanı sınırlar. Onun işi veya uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder. Fakat cahil olan zenginler sadece zevkleri peşinde koşarak ömürlerini tüketirler ve vahşi bir hayvana benzerler; her gün görülebileceği üzere; bunlar aynı zamanda servetlerini ve boş vakitlerini kendilerine en büyük değeri kazandıran şey için kullanmadıklarından ötürü de tenkit edilmelidirler.
Okurken bir başka kimse bizim için düşünür. Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder. Okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir.
Her zaman, her ne kadar birbirlerinden pek haberdar olmasalar da, yan yana gelişen – biri gerçek, diğeri sadece görünüşten ibaret iki edebiyat vardır. Bunlardan ilki zamana meydan okuyan kalıcı edebiyata dönüşür. Bunlarla bilim veya sanat için yaşayan insanlar uğraşırlar; sessiz ve vakur, fakat fevkalade yavaş bir şekilde kendi yolunda ilerler ve Avrupa’da bir yüzyılda nadiren bir düzine eser meydana getirir ki bunlar kalıcıdır. Sözünü ettiğim ikinci tür edebiyatla hayatlarını bilim veya sanat üzerinden sürdüren kimseler uğraşır. Taraftarların gürültüsü ve şamatasıyla dörtnala ilerler ve her yıl piyasaya binlerce eser çıkarır. Fakat aradan birkaç yıl geçince insan sormadan edemez. Nerede bunlar? Nereye kayboldu bunların şöhretleri- çığ gibi yayılan, herkesi peşine takıp sürükleyen, bunca gürültü patırtı koparan şöhretleri? Edebiyatın bu türüne saman alevi gibi, diğerine kalıcı edebiyat denebilir.
Eğer okuyabilecek zamanı da satın alabilseydi kitap satın almak insan için iyi bir olurdu. Fakat insanlar genellikle kitap satın almayı o kitapların içindeki şeyleri elde etmekle ve onlara hâkim olmakla karıştırırlar. Bir insanın okuduğu her şeyi muhafaza etmesini istemek, yediği her şeyi midesinde muhafaza etmesini istemekten farksızdır. Yediği şey onu bedenen, okuduğu şey de zihnen beslemiştir ve o bunlarla ne ise o olmuştur. Nasıl ki beden kendisiyle türdeş olanı hazmederse, bir insan da kendisini ilgilendiren-dikkatini çeken şeyi muhafaza edecektir. Bir başka deyişle kendi düşünce sistemiyle örtüşen veya amaçlarına denk gelen şeyi bünyesinde alıkoyacaktır.
Bir kütüphane çok geniş olabilir, fakat düzensiz ise küçük, ama derli toplu bir kütüphane kadar kullanışlı ve yararlı değildir. Benzer şekilde bir insan çok büyük bir bilgi yığınına sahip olabilir. Kendi kendine düşünerek bu bilgiyi gerektiği gibi işlememişse, üzerinde tekrar tekrar ve uzun uzadıya düşünülmüş çok daha küçük bir bilgi miktarında daha kıymetsizdir. Çünkü bir insan ancak dört bir taraftan topladığı bilgiyi bir araya getirip bildiği şeyleri bir doğruyu diğeriyle mukayese ederek terkip haline getirdiği zaman ona tamamen halim olur. Onu kendi gücüne-melekesine dönüştürür. Bir insan bilmediği şeyi zihninde evirip çeviremez, düşünemez. Bu yüzde önce bir şeyi öğrenmelidir. İnsan ancak üzerine düşündüğü şeyi bilir.
Okumak ve öğrenmek herhangi bir kimsenin kendi özgür iradesiyle yapabileceği şeylerdir. Fakat düşünmek böyle değildir. Düşünmek tıpkı bir ateş gibi bir cereyanla veya hava akımıyla tutuşturulmalı ve konuya duyulan bir ilgi ile beslenmelidir. Bu ilgi bütünüyle nesnel yahut tamamen öznel türden olabilir. Bu sonuncusu bizi şahsen ilgilendiren şeylerde ortaya çıkar.
Düşünmenin ve okumanın insan zihni üzerinde husule getirdiği etkiler arasındaki fark inanılmayacak kadar büyüktür. Zihinler arasında bir insanı düşünmeye diğerini okumaya götüren asli farklılık bu yüzdendir ki sürekli olarak büyür. Okumakla insanın o an içinde bulunabileceği ruh haline ve temayülüne yabancı olan düşünceler zihni zorla ele geçirir ve üzerine damgasını batığı balmumuna mühür ne kadar yabancıysa bu düşünceler de zihne o kadar yabancıdır. Böylelikle zihin bütünüyle dışarıdan gelen zorlama altındadır. Şunu veya bunu düşünmeye zorlanır. Her ne kadar o an için böyle bir şeye zerrece eğilimi veya isteği yok ise de.
Fakat bir insan kendi kendine düşünüce o an için ya çevresi ya da zihnine düşen belli şey tarafından belirlenmiş olan kendi sevki tabiisini takip eder. İnsanın algısına, sezgisine konu olan görünür çevresi zihne okurken okuduğu gibi tek bir belirli düşünceyi zorlamaz. Sadece doğasına ve mevcut ruh haline uygun olan şey üzerine düşünmeye götürecek malzemeyi ve vesileyi sunar. Dolayısıyla çok okumanın zihni her esneklikten yoksun kılmasının nedeni budur. Bu tıpkı bir çelik yayı sürekli tazyik altında tutmak gibidir. Eğer bir insan düşünmek istemezse bunun en güvenli yolu her ne zaman yapacak başka bir şeyi olmasa eline bir kitap almadan geçer.
Ah, bir bayağı kafa ne kadar da yekdiğerine benziyor. Nasıl da hepsi aynı tezgâhtan çıkmışçasına tek biçimli. Nasıl da benzer koşullar altında hep ayın düşünürler ve asla görüş ayrılığı taşımazlar. Bu sebeptendir ki görüşleri bu kadar şahsi, bu kadar bayağı ve sınırlı. Budala halk kesimi kendilerine benzer bu adamlar tarafından yazılmış değersiz süprüntüleri, başka bir nedenle değil sırf bugün basılmış olduğu için okurlar. Bu mukabil büyük düşünürlerin eserlerine kütüphane raflarında kimse ilişmez.
Sırf bayağı kimselerin her gün piyasaya çıkan ve sinekler gibi her yıl katlanarak çoğalan yazdıklarını okumak uğruna bu tüm zamanların ve ülkelerin en nadir en soylu kafalarının eserlerinin kapağını bile kaldırmaksızın yüzüstü bırakan halk tabakasının budalalığı ve huysuzluğu inanılacak gibi değildir. Bunun nedeni söylediğim gibi başka hiçbir şey değil. Bu yazıların bugün basılmış ve daha henüz mürekkebinin bile kurumamış olmasıdır. Bunlar bir tarafa bırakılıp daha çıktıkları gün böyle şamatayla değil, tıpkı aradan birkaç yıl geçince başkalarına gelmesi mukadder olduğu üzere, sessizliğe boğularak karşılanmış olsaydılar ne iyi olurdu.
Cengiz Emik
Ankara, Ekim 2023