On altıncı yüzyılda yazılan, devlet egemenliği ve iktidarın meşruluğunu irdeleyen bu eser, on dokuzuncu yüzyıl toplumsal hareketlerine yön vermekle kalmayıp Tolstoy gibi dönemin anarşist düşünürlerini de etkiledi. La Boétie’nin kısacık hayatına sığan bu kısa metinde, iktidar ilişkilerinin nasıl sürdürüldüğünü ve bu tahakküm karşısında direniş ve sivil itaatsizlik teorilerinin nasıl hayata geçirilebileceğini görüyoruz.
Kamusal olanı yönetme tarzları arasında monarşinin yerini aramadan önce burada ona bir yer atfedip atfetmeyeceğimizi bilmek isterdim. Çünkü her şeyin tek bir kişiye ait oluduğu bu tür yönetimde kamusal herhangi bir şey olduğunu düşünmek çok zordur.
Nasıl oluyor da bunca insan, bunca şehir, bunca ulus, kendisine verdikleri güçten başka gücü olmayan, katlanmayı kabul ettikleri ölçüde onlara zarar verme erkine sahip, ona karşı gelmektense ondan gelen her şeyi sineye çekmeyi tercih ettikleri takdirde onlara hiçbir kötülük etmeyen tek bir tirana tahammül ediyor? Ama insanın zayıflığı böyledir! İtaate zorlanmış, ödün vermek zorunda kalmış, kendi aralarında bölünmüş oldukları için her zaman en güçlü taraf olamazlar.
Tiranlar ne kadar yağmalarlarsa o kadar talepkar olacaklar; ne kadar yakıp yıkarlarsa bir o kadar daha onlara verilecek; tıka basa yedirilecekler. Böylece güçlenip her şeyi yok etmeye ve yıkmaya hazır olacaklar. Fakat onlara bir şey verilmese, onlara itaat edilmese, onlarla çarpışmadan, onlara vurmadan, çıplak kalırlar ve bozguna uğramış olurlar; tıpkı kökünden su ve besini alamayan ağacın kuru ve ölü bir dala benzemesi gibi.
Girişken insan arzuladığı iyiliği elde etmek için hiçbir tehlikeden çekinmez, çalışkan insan zahmet karşısında usanmaz. Yalnızca korkaklar ve tembeller ne kötülüğe sabretmeyi ne de arzumalakla kaldıkları iyiliğe kavuşmayı bilirler. Kendi korkaklıkları, özgürlüğü savunma enerjisini ellerinden almıştır; ellerinde yalnızca özgürlüğe sahip olmanın doğal arzusu kalır.
Zavallı ve sefil inanlar, akılsız halklar, kendi kötülüğünüzde inatçı ve kendi iyiliğinizde kör uluslar; gözlerinizin önünde kazancınızın en güzel ve aydınlık kısmının elinizden alınmasına, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin yakılıp yıkılmasına ve atalarınızın eski eşyalarının alınıp götürülmesine izin veriyorsunuz! Öyle yaşıyorsunuz ki artık hiçbir şey sizin değil. Mülkünüzün, ailenizin, hayatlarınızın yarısının size bağışlanmasını büyük bir mutluluk olarak görüyor gibisiniz. Bütün bu yıkım ve felaketler düşmanlardan değil, fakat kuşkusuz düşmandan ve sizin bu hale getirdiğiniz, kendisi için cesurca savaşa gittiğiniz, boş hevesleri için her an ölüme meydan okuduğunuz sadece iki gözü, iki eli bir bedeni ve kentlerinizin sonsuz sayıda sakininden daha fazla bir şeyi yok. Sizden fazlası, sizi yok etmesi için ona verdiğiniz olanaklardır. Nasıl sizi dövmek için bunca ele nasıl sahip oluyor, bunları sizden ödünç aldıysa? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar, aynı zamanda sizin ayaklarınız değil mi? Üzerinizde ki erk sizden gelmiyor mu? Sizinle elbirliği içinde olmazsa, üzerinizde yürümeye nasıl cesaret edecektir? Sizi soyan hırsıza yataklık etmeseydiniz, sizi öldüren katilin işbirlikçisi olmasaydınız ve kendi kendinize ihanet etmeseydiniz, size hangi kötülüğü yapabilirdi?
Sefada nazlanması ve pis hazlarıyla tepinmesi için çile içinde kendinizi tüketiyorsunuz. O daha güçlü. Daha katı olsun ve yularınızı daha sıkı tutsun diye kendinizi güçsüzleştiriyorsunuz; hayvanların bile tiksineceği ve çemeyeceği bunca hakaretten, kurtulmaya çalışmadan, sadece istemeyi deneyerek kurtulabilirsiniz. Sadece kulluk etmemekte kararlı olun, özgür olursunuz. Onu taşımayı bırakın ve göreceksniz, kaidesi altından alınmış kocaman bir dev heykel gibi kendi ağırlığıyla düşüp parçalanacaktır.
İnsanlar sağır olmasalardı, hayvanların Yaşasın Özgürlük! diye bağırdıklarını işitirlerdi. Birçoğu yakalanır yakalanmaz ölüyor. En büyüklerinden en küçüklerine kadar yakalandıklarında diğerleri tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, gagalarıyla öyle büyük bir direniş sergiliyorlar ki, bu şekilde ellerinden zorla alınan mülke nasıl bir değer biçtiklerini yeterince gösteriyorlar. Kendi varlığını hisseden her canlı, tutsaklığın felaket olduğunu hisseder ve özgürlüğü arar. Bugün ne kulluğa alışmış ne de özgürlüğe can atan bu iki halin olgusundan bi haber insanlar doğmuş olsaydı, onlara kul ya da özgür olma seçenekleri sunulsaydı acaba hangisini seçelerdi. Tek bir insana kulluk etmektense yalnızca akıllarına itaat etmeyi tercih edeceklerine kuşku yoktur.
İnsanların azıcık gururları okşandığında kendilerini çabucak salıvermeleri gerçekten olağan üstü birşeydir. Tiyatrolar, oyunlar, güldürüler, gösteriler, gladyatörler, tuhaf hayvanlar, madalyalar, tablolar ve bu türden başka uyuşturucular eski halklar için kulluğun yemleriydi. Ellerinden alınan özgürlüklerinin telafisiydi, tiranlığın araçlarıydı.
Neron’dan bahsedildiğinde, bu iğrenç canavarın, bu çirkin ve pis acımasız hayvanının sadece adını duyduğunda titremeyecek tek bir kişi bile göremiyorum. Oysa şunu söylemek gerekir ki, Neron’un hayatı kadar iğrenç ve ölümünden sonra bu ünlü roma halkı, neredeyse yasını tutacak kadar üzülmüştü.
İlk Mısır kralları, ellerinde bir dal ya da başlarında bir ateş taşımadan kendilerini göstermezlerdi; böylece gizlenip hokkabaza dönüşürlerdi. Keyiflerince cahil ve kanmaya hazır buldukları kalabalığı yakalamak izin tuzak kurmaları yeterliydi. Bu yüzden kurbanlarıyla en çok alay ettikleri bu dönemde onları kolayca kandırmış ve rahatlıkla kul etmişlerdir. Asur’dan dönen ve imparatorluğa el koymak için Roma’ya giderken İskenderiye’den geçen Vespasian’ın mucizevi şeyler yaptığını söylerler. Topalları yürütmüş, körleri görür hale getirmişti. Tiranlar seve seve din kisvesine bürünüp, kötü hareketlerine daha fazla otorite sağlamak için kendilerine ilahi sıfatlar yüklemişlerdi.
Tiran birini diğerleriyle kullaştırarak halkı köleleştirir. Kaçınması gereken bu aşağılık kişiler onu korur; fakat odunu yarma konusunda haklı olarak söylendiği gibi, tiran da odunu yarmak için çıkan yongayı kullanır. Okçular, muhafızlar, balta uçlu mızrakçılar için de aynı şey geçerlidir. Bunlar onun baskısından sıkıntı çekmiyor değillerdir; ama bu sefiller; Tanrı’nın ve insanların lanetlediği bu insanlar, kendilerine kötülük yapana değil, kendileri gibi kötülüğe sabredenlere ve ellerinden bir şey gelmeyenlere çektirmek için bu durumlarına sabretmekle yetinirler. Aslını söylemek gerekirse tirana yaklaşmak özgürlükten uzaklaşmaktan, başka bir değişle iki elle kulluğun elini sıkıp onu kucaklamaktan başka bir şey olabilir mi? Çiftçi ve esnaf, her ne kadar kullaştırılmış olsalar da, itaat etmekle kalırlar; ama tiran ayrıcalığını etrafındaki dilenen ve yaltaklanan insanlarda görür. Onlar sadece onun istediğini yapmak zorunda değil, aynı zamanda onun istediği gibi düşünmek, çoğu zaman da onu memnun etmek için onun arzularını önceden kestirmek zorundadırlar.
Kuşkusuz tiran asla sevmez ve asla sevilmemiştir. Dostluk kutsal bir isim, aziz bir şeydir; ancak iyi insanlar arasında var olabilir, karşılıklı saygıdan doğar ve iyilikler kadar düzenli bir hayatla ve ahlakla devam edebilir. Bir dostu dostundan emin kılan şey, onun dürüstlüğünü biliyor olmasıdır. Güvencesi iyi doğası, inancıysa sebatıdır; gaddarlığın, hainliğin ve adaletsizliğin olduğu yerde dostluk olamaz. Kötüler arasında, bir araya geldiklerinde topluluk değil komplo söz konusudur. Bunlar karşılıklı sohbet etmezler, birbirlerinden çekinirler. Dost değil, işbirlikçilerdir.
Şunu söylemeliyim ki, insan neyle yetişip neye alışırsa, bu onun için doğal görünür; fakat sade ve bozulmamış olan doğannın onu çağırdığı şey, yine sadece onda saftır. Bu nedenle gönüllü kulluğun ilk nedeni alışkanlıktır. Tıpkı ilk başta gemi ısıran, ardından buna aldırmayan, eyer vurulduğunda çifte atarken ona giydirilen zırh için artık gururla çalım atıp koşum takımlarıyla övünen tıknaz binek atları gibi. Hep kul olduklarını, babalarının da böyle yaşadığını söylerler.
Hipokrat’ın “Hastalıklara Dair” kitabının bir bölümünde kral büyük hediye ve tekliflerle Hipokrat’ı yanına çekmeye çalıştığında Hipokrat’ın ona verdiği cevap “Yunanlıları öldürmek isteyen barbarları iyileştirmekle ve Yunanistan’ı köleleştirmek istiyen birisine sanatımla hizmet etmek vicdanımı rahatsız eder.” Krala göndermiş olduğu bu mektup diğer eserlerinde de yer almaktadır. Bu Hipokrat’ın iyi kalbine ve asil doğasına şahitlik edecektir.
Tiran, ya da devlet zor ve baskı yoluyla ortaya çıkmıştır; ancak siyasal iktidarın devamlılığı için salt güç ve baskı yoluyla hükmetme yeterli değildir. Hükmetme ve boyun eğme ilişkisi üzerine kurulu olan iktidar, kendisini güvence altına almak için yönetilenlerin onayını almak zorundadır. Kulluğun sürekli olması için rıza temeline dayanması gerekir. Bu ise devletin meşruiyetinin temelidir. İnsanların kendilerini köleleştiren siyasal iktidara rıza vermeleri, itaat etmeleri gönüllü kulluğu oluşturur. Gönüllü kulluk, iktidarın meşruiyetinin temelidir. Gönüllü kullukta insanlar yalnızca, iktidarı onamazlar, aynı zamanda iktidarı arzularlar. İşte bu arzulama, insanların devleti talep etmeleri, siyasal iktidarın meşruiyetini ve sürekliliğini belirler.
“Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” Étienne de La Boétie’nin temel eseridir. Eser, siyasal iktidar ve devlet olgusunun özünü, meşruiyetini sorguladığı için her döneme hitap eden bir özellik taşır. La Boétie Söylev’ de devlet egemenliğinin niteliğini ve kendisini nasıl yeniden ürettiğini incelemekle kalmaz, insanlığa bir çağrıda da bulunur. Söylev’ in ana sorunsalı, insanların niye siyasal iktidara itaat etmeyi sürdürdükleri ve boyun eğmeyi arzuladıklarıdır. La Boétie siyasal iktidarın ilk kez nasıl ortaya çıktığı, nasıl kurulduğu, neden insanların kendi aralarından bir tiran seçtikleriyle fazla ilgilenmez; siyasal iktidar bir hata sonucu doğmuş olabilir. La Boétie’nin kabul edilemez, anlaşılamaz olarak yorumladığı insanların kulluğu, köleliği neden sürdürdükleri ve hala niçin isyan etmedikleridir.
Ankara, Eylül 2022
Cengiz Emik