İnsan Ne ile Yaşar (Lev Nikolayeviç Tolstoy )

Hayallerini gerçeklestir

İnsan Ne ile Yaşar (Lev Nikolayeviç Tolstoy )

Kendine ait ne bir evi ne de toprağı olan bir ayak­kabıcı, ailesiyle birlikte bir köylünün kulübesinde yaşıyor, ayakkabıcılık yaparak geçiniyordu. Ekmek pahalı, emek ucuzdu. Kazandığı ancak boğazları­na yetiyordu. Ayakkabıcının, karısıyla ortaklaşa giy­diği bir gocuğu vardı, o da iyice yıpranmış, yüzüne bakılır yanı kalmamıştı.      

Bir sabah koyun postu almak için köye gitmek üzere hazırlandı ayakkabıcı. Gömleğinin üzerine ka­rısının pamuklu kumaştan ceketini, onun üstüne de çuha kaftanını giydi. Üç rubleyi cebine koydu, ağaç­tan bir dal kırdı ve kahvaltıdan sonra yola koyuldu. “Köylülerden beş rubleyi alırım, bendeki üç rubleyi de ekledim mi gocuk için gerekli olan koyun postunu alırım.” diye düşünüyordu. Ayakkabıcı köye gelince alacaklı olduğu köylü­lerden birine uğradı, adam evde yoktu; karısı para vermeyip haftaya kocasıyla göndereceğine söz verdi. Ayakkabıcı bir diğerine gitti. Adam parasının olma­dığına yemin billâh etti, yalnızca onarılacak bir çift çizme için yirmi kapik verebileceğini söyledi. Böylece ayakkabıcı, yirmi kapik ve bir köylüden kenarlarına deri dikeceği bir çift eski keçe çizme al­mak dışında hiçbir şey yapamamıştı. Canı sıkıldı, elindeki yirmi kapiğe votka içti ve post alamadan evin yolunu tuttu. Sabahtan beri üşü­yordu, ama içkiyi içtikten sonra üstünde sağlam bir gocuk olmamasına rağmen ısınmış gibiydi.Ayakkabıcı söylene söylene dönemeçte­ki şapele yaklaştı, şapelin arkasında beyaz bir şey gördü. Ortalık kararmaya başlamıştı. Dikkatle baktı, ama bunun ne olduğunu seçemiyordu. “Burada böyle bir taş yoktu.” diye geçirdi içinden, “Bir hayvan mı ki? Hayvana da benzemiyor. Kafası insan kafasına benziyor, beyaz da bir şey. Ama burada insanın ne işi olur?” Gerçekten de bir adam, şa­pele yaslanmış kımıldamadan oturuyor, üstünde de hiçbir şey yok, sağ mı ölü mü belli değil. Ayakkabıcı korkmaya başladı. “Birileri bu adamı öldürmüş, soy­muş ve buraya bırakmış olmalı. Bu işe bir bulaşır­sam sonrasında başımı kurtaramam.” diye düşündü. “Geri mi dönsem, yo­luma mı devam etsem? Yanına gidersem başıma bir kötülük gelebilir. Kim bilir kimin nesi? Buralara iyi bir sebepten gelecek değil ya! Yanına gitsem, ya üstüme atlayıp boğazıma sarılırsa? O zaman ondan kaçamam. Hadi boğazıma sarılmadı diyelim, gel de uğraş dur adamla. Çıplak bir adamla ne yapayım? Son kıyafetlerimi de ona veremem ya. Tanrı yardım etsin!” Ayakkabıcı bu düşünceyle hızlı hızlı yoluna de­vam etti. Biraz daha gitmişti ki vicdanı el vermedi ve yolun ortasında durdu. “Sen ne yapıyorsun, Semyon?” dedi kendi ken­dine “Adam çaresizlik içinde ölüyor, sense korkup adamı oracıkta bırakıyorsun. Yoksa servetinin so­yulmasından korkacak kadar zengin mi oldun? Ah Semyon, yazık sana.”

Adama yaklaştı, dikkatle inceledi: Gençten, sa­pasağlam biriydi. Bedeninde yara bere görünmüyor­du, belli ki çok üşümüş ve korkmuştu. Şapele yaslan­mış öylece oturuyordu ve başını kaldırıp Semyon’a bakamayacak kadar hâlsiz düşmüştü. Semyon iyice yaklaştı ve adam birden kendine gelir gibi oldu. Ba­şını kaldırıp gözlerini açtı ve Semyon’a baktı. Sem­yon’un bu bakışla adama kanı kaynamıştı. Elindeki çizmeleri yere bıraktı, kuşağını çözdü ve çizmelerin üzerine bırakıp kaftanını çıkardı. Semyon adamı dirseklerinden tutup kaldırdı. Adam ayağa kalkınca Semyon, adamın temiz, ince yapılı bir vücudu; biçimli elleri ve ayakları, doku­naklı bir yüzü olduğunu gördü. Kaftanını adamın omuzlarına attı, fakat adam kollarını bulamayınca Semyon kaftanın kollarını geçirdi. Düzeltip önünü kavuşturdu ve kuşağını sıktı.

Semyon yürüyor, yolcu da geride kalmı­yor, Semyon’un yanında yürüyordu. Rüzgâr çıktı, Semyon’un gömleğini delip geçiyordu ve içtiği votka­nın etkisi yavaş yavaş geçen Semyon üşümeye baş­lamıştı. Yürürken burnundan zar zor soluyor, karısı­nın ceketine sıkıca sarınıyordu. “Al sana post! Post için yola çıktım ama sırtımda kaftanım bile olmadan dönüyorum, yanımda da çıplak bir adam.” diye dü­şünüyordu. “Matryona bu işe hiç sevinmeyecek!” Karısı aklına gelince canı sıkıldı.

Matryona kocasından gelen içki kokusunu he­men aldı. “Sahiden de içmiş.” diye düşündü. Kocasını kaftansız, sırtında sadece bir ceketle susup ezilip büzülürken görünce Matryona’nın kalbi duracakmış gibi oldu. Üstelik kocası post falan da almamıştı. “Paraları bir ipsizle içkiye yatırmış, bir de adamı tu­tup yanında getirmiş.” diye düşündü. Matryona onları içeri geçirdi, arkalarından kendisi de girdi. Adama baktı: Kocasıyla ortaklaşa kullandıkları kaftanı giymiş, gençten, zayıf bir ya­bancıydı. Kaftanın altında gömlek görünmüyordu, şapkası da yoktu. Hiç kıpırdaman, gözlerini dahi kaldırmadan öylece dikiliyordu. Matryona, “İyi biri­ne benzemiyor, korktuğuna göre.” diye düşündü. Semyon karısına içkiye sadece yirmi kapik ya­tırdığını anlatmak, adamı nerede bulduğunu söy­lemek istediyse de Matryona ona tek kelime dahi ettirmedi. Semyon’un ağzından bir şey çıksa karısı daha fazlasını söylüyordu. On sene önce ne olduysa hepsini bir bir dile getirdi.

-Yahu ben de bunu anlatmaya çalışıyordum sana. Yürüyordum, bu adam şapelin yanında çırıl­çıplak oturuyordu, soğuktan kaskatı kesilmişti. Yaz değil ki çırılçıplak otursun. Beni ona Tanrı gönderdi, yoksa mahvolacaktı. Ne yapsaydım? Kim bilir başına ne işler geldi! Aldım, giydirdim ve buraya getirdim. Biraz sakinleş. Günahtır, Matryona. Hepimiz ölece­ğiz bir gün. Matryona ağzına geleni söylemek istedi, fakat yolcuya bakınca sustu. Adam, sedirin kenarında öy­lece oturuyor, hiç kıpırdamıyordu. Ellerini dizlerin­de kavuşturmuş, başını önüne eğmişti, gözlerini hiç açmıyor ve sanki bir şey onu boğuyormuş gibi yüzü­nü buruşturuyordu. -Matryona, Tanrı’dan korkmuyor musun hiç?! dedi. Matryona bu sözleri duyunca yolcuya bir daha baktı, kalbi birden yumuşamıştı. Kapıdan geri dön­dü, sobanın olduğu köşeye geçti, yiyecek bir şeyler çıkardı. Masaya fincan koyup kvas doldurdu, kalan son somun parçasını da çıkardı.

-Mihayla, öylece yatıyordum, dondum. Semyon beni görünce acıdı, kaftanını çıkarıp bana giydirdi, sonra buraya getirdi. Sen de karnımı doyurdun, içecek bir şeyler verdin, bana acıdın. Tanrı sizi korusun! Mihayla, Semyon’un ne gösterirse hemen an­lıyordu, üçüncü günden itibaren sanki tüm haya­tı boyunca çizme dikmiş gibi çalışmaya başladı. Durmadan çalışıyor, az yiyordu; işi bittiğinde susu­yor ve hep yukarıya bakıyordu. Dışarıya çıkmıyordu. Fazla konuşmuyor, şaka yapmıyor ve gülmüyordu. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı ve bir yıl geçti. Mihayla Semyon’un evinde kalmaya devam ediyor ve çalışıyordu. Semyon’un işçisi Mihayla’nın ünü öylesine yayıldı ki, hiç kimsenin çizmeleri onun kadar düzgün ve sağlam dikemeyeceği söyleniyordu ve o civardan insanlar çizme almak için Semyon’a gelmeye başlamışlardı. Semyon’un durumu gittikçe düzeliyordu.

Semyon ile Mihayla bir kış günü oturmuş çalışı­yorlarken kulübeye üç at koşulu, çıngıraklı bir ara­ba yaklaştı. Pencereden baktılar. Araba kulübenin karşısında durdu, arabacı yerinden bir genç atlayıp kapıyı açtı. Arabadan kürklü bir bey inip kulübeye doğru yürüdü ve sundurmaya girdi. Matryona fırla­yıp kapıyı ardına dek açtı. Bey eğilerek içeri girdi, doğrulduğunda başı neredeyse tavana değecekti, tüm köşeyi kaplayacak kadar da cüsseliydi adam. Bana öyle bir çizme dik ki bir yıl da­yansın ne şekli bozulsun ne de dikişleri sökülsün. Yapabileceksen deriyi al, kes, yok ama yapamaya­caksan ne al ne de kes. Peşin peşin söylüyorum: Eğer çizmelerin dikişleri bir yıldan evvel sökülürse ve şekilleri bozulursa seni hapse attırırım; sökül­mezler ve şekilleri de bozulmazsa sana işinin karşı­lığı olarak on ruble öderim.

-İşi almasına aldık da başımız derde girmese bari. Mal değerli, bey ise aksinin teki. Hata yapma­mamız lazım. Haydi, bakalım, senin gözlerin daha keskin ve ellerin de benimkilerden çok ustalaştı. Ölçüyü sen al. Deriyi kes, ben de burunlarını dikip bitiririm, dedi Semyon Mihayla’ya. Matryona, Mihayla’nın yanına gelip deriyi nasıl kestiğine baktı ve Mihayla’nın yaptığını görünce şaş­tı kaldı. Matryona da çizme işine aşinaydı, Mihayla deriyi çizme için kesmiyor, yuvarlak kesiyordu. Matryona bir şey demek istedi ama içinden, “Herhâlde beyin çizmesinin nasıl dikileceğini ben anlamadım; Mihayla’nın bir bildiği vardır belki, işine karışmayayım.” dedi. Mihayla diğer deriyi de kesti, ipliği aldı ve çizme diker gibi çift kat iple değil, terlik diker gibi tek kat iplikle dikmeye başladı. Matryona buna da şaşırdı, ama yine karışmadı. Mihayla dikmeye devam ediyordu. Öğle yemeği vakti gelince Semyon kalktı ve Mihayla’nın, beyin getirdiği deriden terlik dikmiş olduğunu gördü.

-Eyvah! dedi Semyon. “Tam bir senedir benimle birlikte çalışıp hiç hata yapmayan Mihayla nasıl olur da şimdi böyle feci bir hata yapar? Bey geniş konçlu şeritli çizme sipariş etmişti, ama o tabansız terlik dikmiş, deriyi heba etmiş. Ben şimdi beye ne derim? Bunun gibi bir malı da bulamam.” diye düşündü.

Tam Mihayla’yı azarlamaya başlamıştı ki kapı­nın önünde gümbürtüler duyuldu, birisi kapıya vur­du. Pencereden baktılar: Bir adam gelmiş, atını bağ­lıyordu. Kapıyı açtıklarında daha önce beyin yanında gelen uşak içeri girdi. -Beyimin sipariş ettiği çizmeler için! Artık onla­ra ihtiyacı kalmadı. Kendisi sizlere ömür.

Yıllar birbirini kovaladı ve Mihayla artık altı yıl­dır Semyon’un evinde yaşıyordu. Yine hiçbir yere git­miyor, gerekmedikçe konuşmuyordu ve onca yıldır sadece iki kez gülümsemişti İlki, Matryona kendi­sine yemek verdiğinde, diğeri de çizme diktirmeye gelen beye bakarken. Semyon işçisinden son derece memnundu. Artık nereden geldiğini sormuyordu; tek korkusu, Mihayla’nın onu bırakıp gitmesiydi.

Bir gün evde hep beraber oturuyorlardı. Matryona kap kacakları sobaya yerleştiriyor, çocuk­larsa bir sedirden diğerine koşuyor, pencereden dı­şarıyı seyrediyorlardı. Semyon bir pencerenin önün­de dikiş dikiyor, Mihayla ise diğerinin önünde ökçe çakıyordu. Sedirdeki çocuklardan biri Mihayla’ya doğru koştu, omzuna dayanarak dışarı bakmaya başladı.

-Mihayla amca, baksana, yanında kızlarıyla bir tüccar karısı buraya geliyor gibi. Kızlardan biri de topal. Çocuk bunu söyler söylemez Mihayla işini bıra­kıp, pencereye koştu ve dışarı baktı. Semyon şaşırmıştı. Mihayla hiç bakmazdı dı­şarı, ama şimdi pencereye uzanmış bir şeye bakı­yordu. Semyon da baktı ve temiz giyimli bir kadının sahiden de onlara doğru geldiğini gördü. Kadın, kürk giymiş ve yün şallar bürünmüş iki kız çocuğunun elinden tutuyordu. Kızlar birbirinin aynıydı, ikisini ayırt etmek mümkün değildi. Ancak birinin sol baca­ğı sakat olduğundan biraz aksaya aksaya yürüyordu.

Kadın masaya yakın oturdu, kızlar da dizine so­kuldu. İçeridekileri görünce çekinmişlerdi. -Bu iki kıza baharlık deri başmak dikilecek. -Olur elbette. Bu kadar küçük ayakkabı hiç dik­medik, ama yaparız. Vardolalı yapabiliriz, keten be­zinden vardolasız yapar pençesini içten dikeriz. Bu benim ustam Mihayla. Semyon dönüp Mihayla’ya baktı ve onun işini bırakmış, gözlerini hiç ayırmadan kızlara baktığını gördü.

Kadın olanı biteni anlatmaya başladı.

-Bundan altı yıl önceydi, bu kızlar bir hafta için­de hem öksüz hem yetim kaldılar: Babalarını salı günü defnettiler, anneleri de cuma günü öldü. Bu ço­cuklar babalarının ölümünden üç gün sonra doğdu, anneleri de bir gün bile yaşayamadı. Biz o zamanlar kocamla birlikte köyde yaşıyorduk. Onların komşu­suyduk, bahçelerimiz dip dibeydi. Kimsesiz bir köy­lü olan babaları ormanda ağaç keserdi. Bir gün nasıl olduysa üstüne ağaç düşürmüşler, ağaç babalarını enlemesine sıkıştırıp tüm iç organlarını ezmiş. Evine getirilir getirilmez ruhunu teslim etti, karısı da aynı hafta ikiz, işte bu kızları, doğurdu. Yoksulluk, yalnız­lık içinde tek başına bir kadındı ne bir hizmetçisi ne de bir büyüğü vardı yanında. Bu çocukları tek başına doğurdu, tek başına da öldü.

Aralarında böyle biraz konuştuktan sonra kadın ayaklandı; Semyon ile Matryona onu geçirdiler ve Mihayla’ya baktılar. Mihayla elleri dizlerinin üzerin­de, gözleri yukarıya çevrilmiş, gülümser hâlde otu­ruyordu.

-Mihayla, görüyorum ki sen sıradan bir insan değilsin, ben seni ne alıkoyabilirim ne de sorguya çekebilirim. Ama bana sadece şunu söyle: Seni bu­lup eve getirdiğimde sıkıntılı bir hâlin vardı, karım sana yemek verdiğinde ona gülümsedin ve o andan itibaren yüzün neden aydınlandı? Sonra, o bey çiz­me sipariş ettiğinde bir daha gülümsedin ve o andan itibaren neden yüzün biraz daha aydınlandı? Şimdi de, kızlarla gelen kadını görünce üçüncü kez gülüm­sedin ve artık ışık saçıyorsun. Söyle bana Mihayla, neden senden böyle bir ışık yayılıyor ve neden üç kez gülümsedin?

Mihayla anlatmaya başladı:

-Tanrı beni cezalandırmıştı, artık affetti, o yüz­den ışık saçıyorum. Üç kere gülümsedim, çünkü Tanrı’nın üç hakikatini öğrenmem gerekiyordu. Tanrı’nın üç hakikatini öğrendim; ilk hakikatini ka­rın bana merhamet ettiğinde öğrendim, bu yüzden ilk kez gülümsedim. Diğer hakikati zengin adam çizme sipariş ettiğinde öğrendim ve ikinci kez gü­lümsedim, şimdi de kızları görünce, üçüncü ve son hakikati öğrendim ve üçüncü kez gülümsedim.

-Tanrı beni, O’na itaat etmediğim için cezalan­dırdı. Ben gökyüzünde bir melektim ve Tanrı’ya ita­atsizlik ettim.

Tanrı beni bir kadının ruhunu almam için gön­derdi. Yeryüzüne indiğimde o kadın tek başına ya­tıyordu, hastaydı, ikiz doğurmuştu, iki kız bebek. Bebekler annelerinin yanında kımıldanıp duruyordu, anneleri onları göğsüne kaldıramıyordu. Kadın beni görünce Tanrı’nın beni, kendisinin ruhunu almam için gönderdiğini anladı, ağlamaya başladı ve şöyle dedi: “Ey Tanrı’nın meleği! Kocamı daha yeni def­nettik, ormanda bir ağacın altında kalıp öldü. Benim ne bir kız kardeşim var ne teyzem ne de annem. Öksüzlerimi büyütecek kimsem yok. Benim ruhumu alma, çocuklarımı besleyip büyütmeme müsaade et, ayaklansınlar! Çocuklar babasız, annesiz yaşa­yamaz!” Kadının sözünü dinledim, bebeğinin birini göğsüne koydum, diğerini de eline verdim ve göğe yükseldim. Tanrı’nın huzuruna çıktım “Tanrım, o lohusanın ruhunu alamadım. Kocası ağacın altında ezilmiş, kadın ikiz doğurmuş, ruhunu almamam için yalvardı. “Çocuklarımı besleyip büyütmeme müsaa­de et, ayaklansınlar. Çocuklar annesiz, babasız ya­şayamaz.” diye yalvardı. Ben o kadının ruhunu ala­madım.” Bunun üzerine Tanrı şöyle dedi: “Git o lo­husanın ruhunu al ve üç hakikati öğren: İnsan içinde ne barındırır, insana ne bahşedilmemiştir ve insan ne ile yaşar? Öğrendikten sonra göğe döneceksin.” Böylece tekrar yeryüzüne indim ve yeni doğum yap­mış olan kadının ruhunu aldım. Bebekler annelerinin göğsünden düştü. Kadının cansız bedeni yatağa yığılıp bebeklerden birinin üze­rine düşerek ayağını ezdi. Kadının ruhunu Tanrı’ya götürmek için köyün üzerinde yükseldim, ama rüz­gâra yakalandım, kanatlarım koptu ve kadının ruhu Tanrı’ya tek başına yükseldi. Bense yeryüzüne, yo­lun kenarına düştüm.

Semyon ve Matryona yanlarında kimin yaşadı­ğını, kimi giydirdiklerini ve kimin karnını doyurduk­larını anlamışlardı, korkudan ve sevinçten ağlamaya başladılar.

Melek şöyle devam etti:

-Tarlada yalnız ve çıplaktım. Önceleri insani ihtiyaçları, soğuğu ve açlığı bilmezdim, insan hâli­ne gelince acıktım, soğuktan donmuştum ve ne ya­pacağımı bilmiyordum. O tarlada bir şapel gördüm, Tanrı için yapılan bu şapelde barınabileceğimi ümit ederek oraya gittim. Şapelin kapısı kilitliydi, içe­ri giremedim. Ve rüzgârdan korunmak için şapelin arkasına oturdum. Akşam oldu, epey acıkmıştım, kaskatı kesilmiştim ve hiç dermanım kalmamıştı. Birden yoldan bir adamın geçtiğini işittim, elinde bir çift çizme vardı ve kendi kendine konuşuyordu. İn­san hâline geldiğimden bu yana ilk kez bir ölümlüye rastlıyordum, yüzü bana korkunç gelince de hemen başımı çevirdim. Adam kendi kendine konuşuyor, kışın şiddetli soğuklarda ne giyeceğini, karısının ve çocuklarının karnını nasıl doyuracağını düşünüyor­du. İçimden: “Soğuktan ve açlıktan ölmek üzereyim, ama bu adam da kendisinin ve karısının ne giyece­ğini, nasıl geçineceklerini düşünüyor. O bana yardım edemez.” dedim. Adam beni gördü, kaşlarını çattı, yüzü daha da korkunç bir hâl aldı ve şapelin önün­den yürüyüp geçti. Umudumu kesmiştim. Birden geri geldiğini duydum. Başımı kaldırıp baktığımda aynı adamı tanıyamadım. Az önce yüzünde ölümü görmüştüm. Ama sonra birden canlandı, yüzünde Tanrı’yı gördüm. Yanıma gelip beni giydirdi ve evine götürdü. Eve vardığımızda bizi bir kadın karşıladı. Kadın adamdan daha korkunçtu, konuşmaya başla­yınca ağzından ölüm kokusu yayılıyordu, o pis ko­kudan nefes alamadım. Beni dışarıya, soğuğa atmak istiyordu, Beni dışarıya atarsa öleceğimi biliyordum. Kocası ona Tanrı’yı hatırlatınca kadın birden değiş­ti ve bize yiyecek bir şeyler hazırladı, bana bakınca ben de ona baktım, artık kadına ölüm hükmetmiyor­du, hayat gelmişti, onda Tanrı’yı gördüm.

Tanrı’nın ilk emrini hatırladım: “İnsan içinde ne barındırır?” İnsanın içinde sevgi barındırdığını öğrendim. Tanrı’nın öğrenmemi istediği ilk hakikati göstermiş olmasına sevinmiştim ve ilk kez bu yüz­den gülümsedim. Fakat henüz her şeyi öğrenmemiş­tim. İnsana ne bahşedilmediğini ve insanın ne ile ya­şadığını bilmiyordum.

Böylece sizinle birlikte yaşamaya başladım ve aradan bir yıl geçti. Bir gün bir adam şekli bozulma­dan ve dikişleri sökülmeden bir yıl dayanacak çizme sipariş etmeye geldi. Ona bakınca birden omuzları­nın arkasında arkadaşımı, ölüm meleğini, gördüm. O meleği benden başka kimse görmedi, ama ben onu tanıyordum ve akşam olmadan adamın ruhunu alacağını biliyordum. Ve kendi kendime düşündüm:

“Adam bir yıllık hazırlık yapıyor ama akşam olma­dan öleceğinden haberi yok.” İşte o zaman Tanrı’nın diğer emrini hatırladım: “İnsana ne bahşedilmediği­ni öğren.”

İnsanın içinde ne barındırdığını öğrenmiştim. O zaman da insana neyin bahşedilmediğini öğrendim. İnsanlara kendi ihtiyaçlarının ne olduğu bilgisi bahşedilmemiştir. İşte o zaman ikinci kez gülümsedim. Melek arkadaşımı gördüğüme ve Tanrı’nın bana di­ğer hakikatini göstermiş olmasına çok sevinmiştim.

Ama hâlâ her şeyi bilmiyordum. İnsanın ne ile yaşadığını henüz öğrenmemiştim. Sizinle yaşa­maya devam ederken Tanrı’nın bana son hakikati­ni göstereceği zamanı bekledim. Buradaki altıncı yılımda o kadınla birlikte ikiz kızlar geldi, kızları hemen tanıdım ve nasıl hayatta kaldıklarını öğren­dim. Öğrenince de kendi kendime şöyle düşündüm: “Anneleri çocukları için bana yalvardığı zaman ona inanmış; çocuklar babasız, annesiz yaşayamaz san­mıştım, oysa yabancı bir kadın onları emzirip büyüt­müş. Kadının öz çocukları olmayan bu kızlara duy­duğu sevgiyi ve onlar için gözyaşı döktüğünü görünce kadında Tanrı’nın varlığını gördüm ve insanın ne ile yaşadığını anladım. Tanrı’nın bana son hakikatini de gösterdiğini ve böylece beni affettiğini anlayınca da üçüncü kez gülümsedim.

Melek bir anda çırılçıplak kaldı ve bedeni çıplak gözle bakılamayacak bir ışıkla kaplandı. Sanki ken­disinden değil de göklerden geliyormuş gibi daha gür bir sesle konuşmaya başlayıp şöyle dedi:

-Her insanın kendisi için kaygılanarak değil, sevgiyle yaşadığını öğrendim.

Ankara, Ekim 2022

                                                                                                    Cengiz Emik   

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir