Zamanın ötesinde yaşayan Rönesans döneminin en etkin isimlerinden Leonardo da Vinci’yi “Mona Lisa” ve “Son Akşam Yemeği” eserlerinden hatırlıyorsunuzdur. Milona’daki Santa Maria delle Grazie manastırının yemekhanesi için yaptığı resim üzerinde aylardır çalışmamasının Leonardo’yu yılgınlığa gark eden bir nedeni vardır. İsa’ya ihat eden havari Yahuda’nın kafasını resmederken esinleneceği bir model bulamamıştır. Bu amaçla şehirdeki en kötü insanın peşine düşen Leonardo, bütün sokakları, meyhaneleri ve pazarları gece gündüz dolaşır.
“Sıhhatime hiç iyi gelmeyen bu kötü havaya rağmen” diye söze başladı Santa Maria delle Grazie manastırının başrahibi. “buraya geldim, çünkü manastırımızın hamisi dük hazretlerinin önünde bana hesap vermenizi istiyorum. Üstad Leonardo; kutsal kilise size benim aracılığımla becerinizi kanıtlama fırsatı verdi, siz de bana Tanrı’nın yardımıyla tüm Lombardiya’da eşi benzeri görülmemiş bir eser yaratacağınıza söz verdiniz ve bana bu sözü verdiğinize dair size iki üç değil, yüz şahit gösterebilirim. Oysa yine aylar geçti ve siz resim üzerinde çalışmadınız; evet, şimdiye kadar doğru dürüst hiçbir şey yapmadınız”
“Tanrı’yı yücelten bir eser,” dedi Üstad Leonardo, söylediği her sözü tartarak. “Ve bu esere ne zaman baksam ıstırap içindeki Mesih’in çektiği tüm çileleri hissedebiliyorum…” Başrahip “Herkes biliyor, Üstad Leonardo, Milano’daki en sivri dilin sizinki olduğunu herkes biliyor,” diye bağırdı. Şimdiye kadar sizinle iş yapan herkes zararlı çıktı bıktı usandı. San Donato’nun zavallı keşişleri yılardan beri yakınıp duruyor. Keşke onları dinleseydim.”
“Sözünü ettiğiniz eser,” dedi Üstat Leonardo sakince, “San Donato keşişlerinin siparişi üzerine başladığım ama Magnifico benden yardımlarını esirgemediği için tamamlayamadığım “Çobanların Tapınması” “Bu öyle kısaca anlatılacak bir hikaye değil”, dedi Üstad Leonardo, “ama yine dinlemek isterseniz aziz efendim, biraz önce muhterem başrahibin bana hatırlattığı gibi öncelikle söylemek isterim ki bundan on dört yıl önce Magdelena gününde Floransa’daki San Donato keşişleriyle bir anlaşma yaptığım ve onlara bir vaatte bulundum. “…onlara kiliselerindeki ana sunağa çobanların ve kralların tapınmasını resmedeceğimi vaat ettim. Fakat çok geçmeden anladım ki, çobanların ve içlerinden birinin Magnifico’nun yüz hatlarını vermeyi düşündüğüm kralların tasviri çok fazla çaba göstermeyi ve düşünmeyi gerektirmiyordu. Bana öyle geldi ki işin asıl önemli kısmı, o gece cümle alemin selamet haberini nasıl aldığını tasvir edebilmekti; zanaatkarlara, meclis azalarına, köylülere, seyyar satıcı kadınlara, berberlere, arabacılara, hamallara ve çöpçülere verilir bu haber ve biri meyhanelere, evlere, avlulara, sokaklara insanların bir arada oturduğu ya da durduğu yere koşupp haberi ulaştırır, o gece Mesih’in doğduğu sağırın kulağına bile haykırılır”. “Selamet mesajını alan bu sağırın yüzündeki ifadeyi defterime çizebilmem için bir sağırla bir süre vakit geçirmem gerekiyordu. Ama öyle birini bulamadım. Gece gündüz demeden tüm Floransa’yı dolaştım. Hergün pazarlara gidiyor, satıcılara ve alıcılara böyle biri var mı diye soruyordum. Hizmetkarımı civardaki köylelere gönderiyordum. Nihayetinde bir sağır bulamadım. Fakat bir gün pazardan döndüğümde evde beni bekleyen biri vardı, adam duvar gibi sağırdı. Floransa’ya geri dönmüş bir sürgündü. Sokaklarda başıboş dolaşırken muhafızların eline düşmüş, Lorenzo, yani Magnifico da cezasını vermek güya bana bir iyilikte bulunka için onu sağırlaştırmıştı. Düşünsenize efendiler! En yüce akıl tarafından küçücük bir yere yerleştirilen, kainatın bin bir çeşit sesini tınısını algılayıp hangi türden olursa olsun onları aynı sadakatle veren bu anlamlı araç, bu hassas araç kaba bir el tarafından tahrip edilmişti; hem de benim yüzümden. Bu resme artık devam edemeyeceğimi ve bana böyle bir lütufta bulunan bir şehirde daha fazla kalamayacağımı anlayın lütfen efendiler. San Donato keşişlerinin bana verdikleri bir kova kırmızı şarap, ayrıca boya, yağ ve üstübeç almam için verdikleri para yüzünden zarara uğradıkları doğru, ama o sürgünün şu sefil “Krallların Tapınması” yüzünden Tanrı’ya inanan ama onun mucizevi eserlerini hiçe sayanlar yüzünden uğradığı kaybın yanında nedir ki bu.”
Benzer şekilde Leonardo, Son Akşam Yemeği tablosunda resmetmeyi düşündüğü Yahuda’yı aramaktadır.
Milano Dük’ü “Son Akşam Yemeği’ni tamamlamamakta neden bu kadar kararlı olduğunuzu halen açıklamadınız?” dedi. Üstad Leonardo “Çünkü en önemli şeyi, yani Yahuda’nın başını henüz hiçbir yerde göremedim. Yahuda’yı izleyiciye arkası dönmüş bir şekilde resmedebilirim elbette ama bu benim şerefime leke sürer.” Küçük defterini yine kuşağının altına soktu ve başını kaldırınca, taş çatlasa on yedi yaşında olan hizmetkarı gördü. Delikanlı elinde bir odun parçasıyla şöminenin yanında durmuş, beklenti, heyecan ve kararsızlık dolu bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu. Üstad Leonarda onu eliyle yanına çağırdı. “Sanki, dedi, “bana bir şey söylemek istiyorsun da, konuşamazsan çatlayacak gibisin”
Üstat Leonardo delikanlıya “Sırrı ve Yahuda’nın günahı neydi biliyor musun sen? İsa’ya neden ihanet ettiğini ?” diye sordu
“İsa’ya onu sevdiğini anladığı için ihanet etti”, “Onu çok sevmek zorunda kalacağını anladı ve kibri buna izin vermedi”, diye cevap verdi delikanlı.
“Evet, Yahuda’nın günahı kendi sevgisine ihanet edecek kadar kibirli olmasıydı” dedi üstat Leonardo.
Kendi sevgisine ihanet edecek o kahraman ise Bohemyalı tacir olan Joachim Behaim’dir. Behaim, Milano’ya babasından borç alıp onu dolandıran tefeci olan Boccetta’dan borcunu tahsil etmek üzere gelmiştir.
Kapı açıldı edilen adam, Johaim Behaim selam vererek içeriye girdi. Seyahat giysileri içindeydi, binici çizmelerini giymişti, atına atlayıp şehri terk etmeye hazırlanan birine benziyordu.
Leonardo’yu görür görmez yanına giderek önünde eğildi. “Ne zamandır,” dedi saygıyla, “sizinle tanışmak ve sohbet etmek istiyordum. Uzun bir süre dükün şatosunun eski avlusunda majestelerine Arap ve Sicilya cinsi iki at sattığım gün karşılaşmıştık. Belki, efendim hatırlıyorsunuzdur beni”
“Evet, çok iyi hatırlıyorum,” dedi Leonardo, fakat gözümün önüne sadece Arap atı geldi.
“O günden sonra,” diye devam etti Behaim, “adınızdan büyük bir övgüyle söz edildiğini sık sık duydum ve hakkınızda olağanüstü şeyler öğrendim.
“Sizi görmeye,” dedi Leonardo, “ben de can atıyordum, sizden bir ricam var.”
“Size herhangi bir hizmette bulunma şerefine nail olabileceksem,” dedi Behaim büyük bir nezaketle, “emredin yeter.”
“Sizden ricam, hızlığı ve dolandırıcılığıyla tüm Milano’da nam salan şu Boccetta’dan paranızı, on yedi Venedik dukasını geri almayı nasıl başardığınızı anlatmanız.”
“Milano&da şimdiye kadar gördüklerimden daha çok beğendiğim bir kızla karşılaştığımı anlatarak başlayayım. Güzeldi, sevimliydi, ince uzundu, onu o mağrur zarif yürüyüşünden bin adım bile öteden tanıyabiliyordum, üstelik de itaatkar ve mütavazıydı, gösterişten hoşlanmıyordu, bana çok bağlıydı, başkalarına baktığı yoktu.” Fakat bir akşam, birkaç gün önce, şarap içmek için meyhaneye gittiğimde “Milano’daki binlerce adamdan birinin değil de, şu Boccetta’nın kızı olduğunu öğrendim. “Bana geldi, her gün geldiği gibi, aşkımızla doluydu, ama ben çok büyük bir derdim varmış gibi yaptım. Para sıkıntısı çektiğimi, kırk Venedik dukasına ihtiyaç duyduğumu, bu parayı nereden bulacağımı bilemediğimi, çok kötü bir duruma düştüğümü söyledim.” Sevdiğim kız Niccola “ertesi gün geldi ve parayı getirdi, çıkarıp önümde saydı. Tam kırk Venedik dukası. Bana büyük bir iyili yaptığını düşündüğü için çok sevinçliydi. Parayı gece uyurken babasından çaldığını söyledi, ben ona bunun doğru olmadığını, gözümden düştüğünü, gitmesini ve onu bir daha görmek istemediğimi söyledim. Paranın hakkım olan on yedi dukasını aldım, usulune uygun davranarak ona bir de makbuz verdim ve üstünü iade ettim.
Leonardo, Behaim’in yüzünü eskiz defterine çizerken “Peki, ya ona olan aşkınız,” diye sordu. “Hala aklımdan çıkaramadım onu, öyle çabucak unutulacak biri değil. Ama Milano’dan ayrılıp otuz kırk mili geride bıraktığımda onu düşünmeyi keserim herhalde.”
Leonardo, “ihtiyacım olan şeye kavuştum artık. Bu eseri gören herkes, göğün ve yerin, hatta bu insanı yoluma çıkardığı için Tanrı’nın dahi benden yardımını esirgemediğini anlayacak. Bu dünyadan benim de geçtiğimi sonraki kuşaklara gösterebilirim artık.
“Ayrıca,” dedi ressam arkadaşı D’Oggiona, “hizmet ettiğiniz dükü nihayet hoşnut kılacak ve ait olduğunuz bu şehrin şanına şan katacaksınız.”
“Ben hiçbir düke, hiçbir hükümdara hizmet etmem,” dedi Leonardo, “hiçbir şehre, hiçbir ülkeye, hiçbir imparatorluğa ait değilim. Ben yalnızca görme, kavrama, düzene sokma ve yaratma tutkusuna hizmet ederim ve sadece eserime aitim.”
Sekiz yıl sonra, 1506 yılının sonbaharında, Joachim Behaim yine Milano yolundaydı işte. Yolda karşılaştığı insanlar ona bakıyor, kafa kafaya verip fısıldaşıyorlardı. Karşılarında onu görünce korkanlar bile vardı. İlk girdiği handa, hancı ona dehşetle bakakaldı, sonra “Tanrı beni korusun” diyerek kapıyı yüzüne kapattı. Üçüncü handa ancak bir oda bulabildi. Behaim odasında yemeğini yedikten sonra içkisinin keyfini çıkarırken kapı tıklatıldı ve hancı içeriye girdi.
“Santa Maria delle Grazie manastırı keşişlerinin yanına henüz uğramadınız herhalde.”
“Hayır. Benim bu keşişlerle ne işim olabilir ki?” dedi Behaim şaşırarak.
“Bu manastırın yemekhanesinde,” diye anlattı hancı, “üstadımız Floransalı Leonardo’nun ‘Son Akşam Yemeği’ eseri bulunuyor.
Ertesi sabah, manastırın yemekhanesindeki ‘Son Akşam Yemeği’nin önünde durup İsa’yla Simon Petrus’u inceledikten sonra gözü elinde keseyi tutan Yahuda’ya kayan Behaim beyninden vurulmuşa döndü, adamakıllı sersemleşmişti. Başına gelen bu kötülüğe inanamayarak, anlayış ve merhamet bulmak için etrafına bakındı. Yahuda’nın önünde dururken herkes ona bakıyor, kimseden çıt çıkmıyordu, çanın Kudas ayini için çaldığı anların sessizliği hâkimdi yemekhaneye. Öfkeyle ve elinden geldiğince hızla yemekhaneyi terk edip kendini dışarı attı Behaim ve insanlar ancak o zaman birbirleriyle konuşmaya başladı. “Utanmadan, sıkılmadan gelmiş bir de! Hâlbuki yerin dibine girmesi, ıssız bir yere, bir mağaraya, kuş uçmaz kervan geçmez yere gitmesi lazım!” “Katilin cinayet mahalline geri dönmesi gibi, dayanamamış gelmiş.”
Katedral meydanına varmıştı Behaim, karşıdan ahşap oymacı Simoni geliyordu, sol elinde küçük bir oğlan, sağ kolunda Niccola vardı. Hala öfkeden köpüren Behaim, yumrukları sıkılı, başı önünde, Bohemya dilinde küfürler savururken onları görmeden yanlarından geçip gitti.
Ahşap oymacı durdu oğlanın elini bıraktı.
“Oydu,” dedi kalbi sıkışarak, alnından soğuk terler fışkırıyordu. “Onu gördün mü?”
“Evet,” dedi Niccola, “gördüm.”
“Peki sen… sen hala seviyor musun onu?” diye nefes nefese sordu oymacı.
“Nasıl böyle aptalca bir soru sorarsın!” dedi Niccola ve ona sarıldı. “İnan bana, “Yahuda’nın yüzünü taşıdığını bilseydim, asla sevmezdim onu.”
Cengiz Emik
Ankara, Ekim 2021