Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar

Hayallerini gerçeklestir

Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar

Herkes tıpkı kendi derisinin içinde olduğu gibi, kendi bilincinin içindedir ve dolaysız olarak ancak kendi bilincinin içinde yaşar: Bu yüzden dışarıdan pek de yardım edilemez ona. Sahnede biri prensi, bir başkası danışmanı, bir üçüncüsü hizmetçiyi ya da askeri ya da generali oynar. Ama bu farklılıklar yalnızca dış görünüştedir: İç dünyada böyle bir görünüşün çekirdeğinde, herkeste aynı şey yatar: Eza ve cefa içinde yoksul bir komedyen. Yaşamda da böyledir. Rütbe ve zenginlik farklılıkları herkese oynayacağı rolü gösterirler; ama bunlara asla içsel mutluluk ve hoşnutluk farklılıkları karşılık düşmez; burada da herkesin içinde aynı zavallı saf adam vardır.

Ruhsuz biri sürekli bir cemiyetten, gösteriden, yolculuktan ve şenlikten diğerine koştuğu halde can sıkıntısından kurtulamaz; oysa iç dünyası zengin insan tamamen yalnızken, kendi düşünce ve hayalleriyle mükemmel bir eğlence bulur. Hırslı, kıskanç ve kötü biri tüm zenginliği içinde hoşnut olmazken iyi, ılımlı yumuşak bir karakter kısıtlı koşullarda hoşnut olabilir.

Bu yüzden Horatius der ki: fildişi, mermer, etrüsk heykelcikleri, resimler, gümüş eşyalar ve urbalar, gaetulya moruyla boyanmış, çoğu mahrumdur bunlardan, çoğu da bunlara hiç gerek duymaz. Sokrates, satılmak için sergilenen lüks mallara bakarak, "Hiç gerek duymayacağım ne çok şey var" demişti. Buna göre, yaşamımızın mutluluğu açısından en başta gelen ve en önemli olan, olduğumuz şey kişiliktir.

Bu bakımdan, bizim elimizde olan tek şey, verilmiş olan kişiliği olabildiğince yararlı bir biçimde kullanmamız, yani sadece ona uygun çabalara girişmemiz ve o kişiliğe tam uygun bir eğitim türünü almaya çalışmamızdır; ayrıca başka türlerden kaçınmamız, demek ki bu kişiliğe uygun konumu, uğraşıyı ve yaşam biçimini seçmemizdir.

İnsanlar zenginlik elde etmek için zihinsel donanım elde etmek için, uğraştıklarından bin kat daha çok uğraşırlar; oysa insanın mutluluğu üzerinde ne olduğunun, neye sahip olduğundan kesinlikle daha çok katkısı vardır. Bu yüzden, bitmez tükenmez bir çalışma içinde, bir karınca gibi gayretle, sabahtan akşama kadar, zaten var olan zenginliğini daha da artırmaya çalışanları bile görürüz. O kişi servetinin oluşturduğu alanın dar ufkundan ötesini göremez: Zihni boştur, bu yüzden başka her şeye kapalıdır. En yüce hazlara, zihinsel olanlara ulaşamaz; bunların yerini geçici, duyusal, az zamana ama çok paraya mal olanla, kendine ara sıra izin verdiği şeyle doldurmaya çalışır boş yere. Ömrünün sonuna doğru şansı iyi gitmişse, bu çabasının bir sonucu olarak gerçekten de bir yığın parası olmuştur; bunu daha da artırmayı ya da harcayıp bitirmeyi, mirasçılarına bırakır. Ne kadar ciddi ve önemli bir çehreyle sürdürülmüş olsa bile, böyle bir yaşam da en az simgesi adeta bir soytarı külahı olan diğer budalalar kadar budalacadır.

Akıllı ve iç dünyası zengin bir insan, her şeyden önce acı çekmemeye, kendini ihmal etmemeye, dinginliğe ve kendi başına kalmaya yönelecektir, yani sakin, alçakgönüllü ama olabildiğince engellenmemiş bir yaşam arayacaktır. Çünkü bir kimse kendinde ne çok şeye sahipse, dışarıdan o denli az şeye gereksinir ve ötekiler de o denli az onun olabilirler. Mutluluk sadece kendimize teslim olduğumuz, kendimizi oluşturduğumuz ya da bulduğumuz yerdedir. Mutluluk kendine yetenlerindir. Mutluluğun ve hazzın tüm dış kaynakları, doğaları gereği son derece güvenilmez, tatsız, geçici ve rastlantıya bağlıdır. Lukianos’un dediği gibi “Sadece ruhun zenginliği zenginlik sayılmayı hak eder, geri kalan zenginliklerin zararı çok büyüktür.” Epikuros, insan gereksinimlerini doğru ve güzel bir biçimde üç sınıfa ayırdı. Birinciler doğal ve zorunlu olanlardır: Bunlar, karşılanmadıklarında acı çekmeye neden olurlar. O halde bu sınıfa salt victus et amictus (beslenme ve giyinme) girer. Bu gereksinimleri karşılamak kolaydır. İkinciler ise doğal ama zorunlu olmayanlardır: Bu da cinsel doyum gereksinimidir; bu gereksinimi doyurmak daha zordur. Üçüncüler ne doğal ne de zorunlu olanlardır: Bunlar lüks, zenginlik, şatafat ve gösteriş gereksinimleridirler: Sonsuzdurlar ve karışılanınalar çok zordur.

Kendine dönmüş bir yaşam biçiminin, iç huzurumuz üzerindeki böylesine oldukça yararlı etkisi, büyük ölçüde, böyle bir yaşam biçiminin bizi sürekli başkalarının gözü önünde yaşamaktan ve bunun sonucunda, onların herhangi bir görüşünü dikkate almaktan uzaklaştırması ve böylelikle bizi kendimize geri vermesidir. Benzer biçimde, o saf ideal çabanın, daha doğrusu iflah olmaz budalalığın bizi içine sürüklediği birçok gerçek felaketten uzaklaşmış oluruz; sağlam mülkler için de daha çok özen gösterir ve bunların tadını daha rahat çıkarırız. Doğamızın burada betimlediğimiz budalalığı, esas olarak üç kökten gelir: Mevki hırsı, kibir ve gurur. Son ikisi arasındaki fark, gurur herhangi bir bakımdan üstün olduğumuza dair sarsılmaz inançtır. Kibir ise bu tür inancı başkalarında uyandırma arzusudur ve çoğunlukla bu şekilde kendi inancımızı da oluşturma umudu buna eşlik eder.

Buna karşın gururun en ucuz türü ulusal gururdur. Çünkü bu gurur, ona kapılmış olanın gurur duyabileceği bireysel özelliklerden yoksun olduğunu ele verir, yoksa milyonlarca kişiyle paylaştığı bir şeye bel bağlamazdı. Ama dünyada gurur duyabileceği hiçbir şeyi olmayan her zavallı budala buna son çare olarak ait olduğu ulusa bel bağlar; burada kendini iyileştirir, bundan sonra minnet duygusuyla ulusa özgü tüm hataları ve budalalıkları canla başla savunmaya hazırdır. Bireysellik, milliyetten büyük ölçüde üstündür ve sıradan insandan bin kat fazla dikkate alınmayı hak eder. Mevki ve büyük yığınların gözünde devlet mekanizmasının işleyişindeki yararı ne denli büyük olsa da aslında sahte bir değerdir ve etkisi de sahte bir saygıdır ve tümü büyük kitlelere yönelik bir komedidir. Madalyalar, kamuoyuna keşide edilmiş senetlerdir. Değerleri, keşidecinin kredisine dayanır.

Aristoteles'in, Nikomakhos'a Etik'inde söz arasında söylediği bir cümleyi, tüm yaşam bilgeliğinin en önemli kuralı olarak görüyorum: "Akıllı kişi zevkin değil, acı vermeyenin peşinden koşar." ya da "Akıllı kişi, hazzı değil acı vermeyeni amaçlar." Bu cümlenin doğruluğu, tüm hazzın ve tüm mutluluğun negatif, buna karşılık acının pozitif olmasına dayanmaktadır. Bir beden, küçük bir yara ya da sancıyan bir yeri dışında bütünüyle sağlıklı ve iyiyse, bütünün sağlığı bilince yansımaz da insanın dikkati sürekli yaralı yerin sancısı üzerine yönelir ve toplam yaşam duygusunun tadı kaçar. Bunun gibi, tüm işlerimiz bizim istediğimiz gibi gidiyor, ancak içlerin den bir tanesi istediğimiz gibi gitmiyorsa, çok önemsiz bile olsa kafamızı sürekli kurcalar.

Voltaire'in, "Mutluluk yalnızca bir düştür, acı ise gerçektir" sözü gerçekten de olduğu gibi doğru değil, bir o kadar yanlıştı. Buna göre yaşamından mutluluk öğretisi açısından bir sonuç çıkarmak isteyen kimse, hesabını, tattığı zevklere göre değil atlattığı belalara göre yapmalıdır. Mutluluk öğretisi, kendi isminin bir yaldızlı bir ifade olduğunu, mutlu yaşamadan yalnızca "daha az mutsuz" yaşamanın, yani katlanılabilir bir yaşam sürmenin anlaşılması gerektiğini göstererek başlamalıdır.

Schiller'in dediği gibi, elbette hepimiz Arkadia'da doğduk: Yani, dünyaya mutluluk ve haz istemleriyle dolu olarak geliriz ve bunları gerçekleştirme yolundaki budalaca umudu besleriz. Oysa, aslında çok geçmeden yazgı gelir, bizi haşince yakalar ve hiçbir şeyin bizim olmadığını, salt tüm malımız ve mülkümüz, çoluğumuz çocuğumuz üzerinde değil, hatta kolumuz ve bacağımız, gözümüz ve kulağımız ve hatta yüzümüzün ortasındaki burnumuz üzerinde bile tartışılmaz bir hakka sahip olduğu için her şeyin kendisine ait olduğunu öğretir bize.

Korku bir kimseyi ne kadar rahat bırakırsa, arzular, hırslar ve istekler de onu o ölçüde huzursuz eder. Goethe'nin çok sevilen şarkısı "Ben davamı hiçliğe yerleştirdim" aslında, insanın olası tüm isteklerinden kurtulup, çıplak, yalın varoluşa geri döndüğünde, insan mutluluğunun temelini oluşturan zihinsel huzura ulaşacağını, bu yüzden şimdiki zamanın ve böylelikle tüm yaşamın keyfini çıkarmaya bakmak gerektiğini anlatır. Aynı amaçla, bugünün yalnızca bir kez geldiğini ve bir daha asla gelmeyeceğini sürekli aklımızda bulundurmalıyız. Oysa bugünün, yarın yeniden geleceği kuruntusuna kapılırız: Ne var ki yarın bir başka gündür ve o da yalnızca bir kez gelir. Ama her günün, yaşamın bütünleyici ve bu yüzden yeri doldurulamaz bir parçası olduğunu unuturuz ve daha çok, yaşamın içinde, bir günün, bireyin tümel kavramda içerildiği gibi içerildiğini düşünürüz. Hastalıklarda ya da kederlerde, belleğimizin acısız ve yokluktan uzak saatleri sonsuz derecede kıskanılmaya değer bir şey olarak, yitik bir cennet olarak, unutulmuş bir dost olarak özlediğinin bilincini iyi ve sağlıklı günlerde de korursak, şimdiki zamanın değerini daha iyi anlar ve onu daha iyi yaşarız. Ama güzel günlerimizi, onların farkında olmadan yaşarız: Ancak kötü günler geri geldiğinde, güzel günleri yeniden isteriz. Binlerce neşeli, hoş saati, asık suratla, tadını çıkarmadan geçiririz ve daha sonra, sıkıntılı zamanlarımızda, boşuna bir özlemle o günleri ararız. Bunun yerine, katlanılabilir olan her şimdiki anın ve geçip gitmesine kayıtsızca göz yumduğumuz ve üstelik bir de sabırsızca ertelediğimiz gündelik olayların bile değerini bilmeli, tam da şimdiki anı, geçmişin sahnesine geçtiği bu andan itibaren, ölümsüzlüğün ışığıyla ışıldayarak bellek tarafından korunacağını ve günün birinde, özellikle kötü bir zamanda, belleğin perdeyi araladığı sırada, en candan özlemimizin nesnesi olarak ortaya çıkacağını hiç unutmamalıyız.

Bilindiği gibi kötülükler, onlara ortaklaşa katlanılarak hafifletilirler: İnsanlar can sıkıntısını da bu kötülükler arasında görüyorlar; bu yüzden, canlarının hep birlikte sıkılması için bir araya geliyorlar. Nasıl ki yaşam sevgisinin temelinde ölüm korkusu varsa, insanların toplumsallık dürtüsü de aslında dolaysız bir dürtü değildir, yani toplum sevgisine değil, yalnızlık korkusuna dayanır, yani, öteki insanların sevimli varlığı aranmıyordur; aslında, yalnız olmanın ıssızlığı ve boğuculuğundan ve kendi bilincinin tekdüzeliğinden kaçılıyordur; bu yüzden, bunlardan kaçınmak için kötü bir toplum tercih edilmekte ve her toplumun zorunlu olarak beraberinde getirdiği eziyet ve baskıdan da hoşlanılmaktadır. Buna karşılık, tüm bunlara duyulan nefret yenilmişse ve bunun sonucunda, yukarıda betimlenen etkilerin artık ortaya çıkmayacağı biçimde, yalnızlık alışkanlığı kazanılmış ve onun dolaysız etkisine karşı dayanıklı olunmuşsa, o zaman, toplumu özlemeye gerek duymadan, büyük bir huzur içinde ve sürekli yalnız kalınabilir; çünkü toplum gereksinimi doğrudan bir gereksinim değildir ve öte yandan insan şimdi artık yalnızlığın iyilik verici özelliklerine alışmıştır.

Çünkü yalnızlık entelektüel açıdan yüksek bir insana, ikili bir yarar sağlar: Birincisi, kendi kendisiyle olmak ve ikincisi, başkalarıyla birlikte olmamak. Her toplumsal ilişkinin ne çok zorlama, eziyet ve tehlikeyi beraberinde getirdiği düşünülürse bu ikinci yararın değeri daha iyi anlaşılacaktır. "Tüm belalar, yalnız kalma yeteneğimizin olmayışından gelir başımıza" diyor La Bruyere. Arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir. Arkadaş canlısı olmayan biri, böyle varlıklara gereksinmeyen biridir. Kendi başına, topluma gereksinmeyecek denli çok şeye sahip olmak bile yeterince büyük bir mutluluktur; çünkü hemen hemen tüm acılarımız toplumdan kaynaklanır ve mutluluğumuzun sağlıktan sonraki en önemli unsurunu oluşturan zihinsel huzur her toplum tarafından tehlikeye sokulur ve bu yüzden önemli ölçüde bir yalnızlık olmadan var olamaz. Zihinsel huzur mutluluğuna nail olabilmek için, kişiler her türlü mülkten uzaklaşırlar: Aynı amaçla toplumdan uzaklaşan biri, en bilgece yöntemi seçmiştir. Çünkü, Bernardin de St. Pierre'in güzel olduğu denli isabetli bir biçimde söylediği gibi: "Beslenmede perhiz bizi bedensel açıdan sağlıklı yapar, insanlarla ilişkide perhiz ruhumuza huzur verir." Buna göre, yalnızlıkla zamanında dost olan, hatta onu seven birisi bir altın damarı bulmuştur. Ama asla herkes bunu bulamaz. Çünkü, sıkıntı ne denli başlangıç ise, can sıkıntısının bertaraf edilmesi çabası da insanları birbirine o denli yaklaştırır. Demek ki, tüm bunlardan, yalnızlığın doğrudan ve bir dürtü olarak ortaya çıkmadığı, dolaylı olarak, özellikle soylu zihinlerde ve ancak zamanla, doğal toplumsallık dürtüsünü de aşmak koşuluyla kimi zaman Mephistopheles'in önerilerine karşın geliştiği sonucu çıkıyor: Bırak kendi tasanla oynamayı

Bir akbaba gibi, yaşamını kemiren:

En kötü toplum bile duyumsatır sana,

İnsanların arasında bir insan olduğunu.

Yalnızlık tüm seçkin zihinlerin yazgısıdır: Zaman zaman bundan yakınacaklardır, ama her zaman kötünün iyisi diye bunu seçeceklerdir. Yaş ilerledikçe bu kişilerde sapere aude, yani bilge olmaya cesaret etmek daha kolay, daha doğal bir biçimde gerçekleşecek ve altmışlı yıllarda yalnızlık dürtüsü gerçekten doğal, hatta içgüdüsel bir dürtü olacaktır. Çünkü her şey bu dürtüyü kolaylaştırmak için birleşmiştir. Arkadaş canlılığına yönelik en güçlü eğilim, kadınları sevmek ve cinsel dürtü artık etkili değildir; yaşlılıkta cinsel dürtünün olmayışı, belirli bir kendi kendine yeterliliğin temelini oluşturur ve toplumsallık dürtüsü yavaş yavaş soğurur: İnsan bin bir yanılsamadan ve aptallıktan geçmiştir; etkin yaşamı çoğunu bırakmıştır, artık hiçbir beklentisi, hiçbir planı ve niyeti yoktur; ait olduğu kuşak artık yaşamıyordur, yabancı bir kuşağın ortasında, zaten nesnel ve esas olarak yalnızdır. Bu arada zamanın akışı hızlanmıştır ve zihinsel olarak bundan da yararlanmak istemektedir. Çünkü yalnızca kafa, kendi gücünü koruyorsa, şimdi ulaşılmış bulunan çok sayıda bilgi ve deneyim, tüm düşüncelerin yavaş yavaş tamamlanan olgunlaştırılması ve tüm kuvvetlerin uygulanmaya yatkın oluşları her türden incelemeyi eskisinden daha ilginç ve daha kolay kılar.

İnsan daha önce sisler içindeymiş gibi duran binlerce şeyi, net bir biçimde görebilir: Sonuçlara ulaşır ve kendi üstünlüğünü duyumsar: Uzun bir deneyim sonucunda, insanlardan çok şey beklemekten vazgeçmiştir; çünkü genel olarak, daha yakın bir tanışıklıktan kazançlı çıkan insanlardan değildir: daha çok, ender şanslı durumlar dışında, insan doğasının en bozuk örneklerinden· başkasıyla karşılaşılmayacağı, bunlara hiç dokunmamanın en iyisi olduğunu bilir. Bu yüzden, insan bildik hayal kırıklıklarına uğramaz, karşısına her çıkanın nasıl biri olduğunu kısa sürede ayrımsar ve onunla daha yakın bir bağ kurma isteğini ender olarak duyar. Sonunda, özellikle yalnızlığı bir gençlik aşkı olarak gördüğünde, ardından köşeye çekilme alışkanlığı ve kendi kendisiyle ilişki içinde olma da gelir ve ikinci bir doğa halini alır. Buna göre, önceleri, toplumsallık dürtüsüyle savaşması gereken yalnızlık sevgisi, şimdi bütünüyle doğal ve basittir: İnsan yalnızlığın içinde, suyun içindeki balık gibidir. Bu yüzden, her seçkin ve dolayısıyla ötekilere benzemeyen kişi bu yalnızlıkta, gençliğinde bastırılmış olsa da yaşlılıkta kolaylaşan, özündeki bireyselliği bulur.

"Hiçbir şey, her yönüyle kusursuz değildir" diyor Horatius ve bir Hint atasözüne göre de "Sapsız lotus çiçeği olmaz" Bu yüzden, yalnızlığın da birçok avantajının yanında küçük dezavantajları ve sıkıntıları vardır, ancak bunlar toplumunkilerle karşılaştırıldıklarında çok küçüktürler; bu yüzden kendinde doğru bir şeyler bulunan kişi, insanlar olmadan yaşayabilmeyi, onlarla birlikte yaşamaktan daha kolay bulacaktır. Yalnızlığın dezavantajlarından birisi vardır ki, bilincine varılması, ötekiler kadar kolay olmaz; bu da sürekli evde kalmak yüzünden, bedenimizin dış etkilere karşı çok duyarlılaşması ve en küçük bir hava akımının bile onu hasta etmesidir; bu yüzden, sürekli köşesine çekilmek ve yalnızlık yüzünden, ruhsal durumumuz öyle duyarlı olur ki, en önemsiz olaylar, sözcükler ve hatta salt tavırlar yüzünden huzursuz olur ya da hastalanır ya da inciniriz; oysa sürekli kalabalığın içinde kalan biri, bunları dikkate almaz bile. Ama özellikle gençlik yıllarında, kendisi için uygun olan insanlardan hoşlanmayış yüzünden yalnızlığa düşen, ama yalnızlığın ıssızlığına uzun süre dayanamayan bir kimseye, yalnızlığının bir bölümünü toplum içine çekmesini, yani toplumun içinde de bir ölçüde yalnız olmayı öğrenmesini, buna göre düşündüğü şeyi hemen ötekilere söylememesini, öte yandan, onların söylediklerini ciddiye almamasının doğrusu, hem ahlaki hem de entelektüel açıdan, onlardan çok şey beklememesini ve bu yüzden onların görüşleri bakımından övgüye değer bir hoşgörüyü sürekli korumak için en güvenli yol olan aldırmazlığı sağlamlaştırmasını öneririm. Bundan sonra, onların arasında olmasına karşın tam onların toplumu içinde olmayacaktır; bu toplum açısından, kendine daha nesnel davranacaktır.

Zaten olmuş, yani artık değiştirilemez bir kötü olay karşısında ne bunun başka türlü olabileceği ne de bundan neyle sakınılmış olabileceği düşüncesine izin verilmelidir: Çünkü tam da bu düşünce, acıyı dayanılmaz ölçüde artırır, öyle ki bu yüzden insan kendi kendinin işkencesi haline gelir. İnsan daha çok, oğlu hasta yatarken Yehova'ya aralıksız yalvaran ve yakınan, ama oğlu öldüğünde ise parmaklarını bir kez şıklatan ve bir daha bu konuyu düşünmeyen Kral Davut gibi davranmalıdır. Bunu yapacak kadar aldırışsız olamayan ise, yazgıcı bakış açısına sığınarak, olup biten her şeyin zorunlu olarak ortaya çıktığı, bu yüzden kaçınılmaz olduğu yolundaki büyük hakikati anlamalıdır. Tüm bunlarda, bu kural tek yanlıdır. Gerçi mutsuzluk durumlarında bizim doğrudan doğruya rahatlamamıza ve sakinleşmemize yarar: Ancak, bu mutsuzlukta, genellikle olduğu gibi, kendi ihmalciliğimizin ya da pervasızlığımızın en azından bir ölçüde suçu varsa; o zaman, böyle bir şeyin nasıl önlenebileceğini acı verici bir biçimde hep yeniden düşünmek, aklımızın başına gelmesinde ve iyileşmemizde, yani gelecek için, iyileştirici bir kendi kendini terbiye ediştir. Ve açık açık işlediğimiz hataları, adetimiz olduğu üzere, kendi kendimize bağışlamaya, mazur göstermeye ya da küçümsemeye çalışmamalı, gelecekte ondan kaçınma amacını sağlamlaştırmak için, bunu itiraf etmeli ve tüm kendi kendisinden hoşnut olmamanın büyük acısı çekilir, ama dayak yemeyen eğitilmiş sayılmaz.

Sahip olmadığımız bir şeye bakarken, bizde hemen, "Bu benim olsaydı nasıl olurdu?" düşüncesi doğar ve bu şeyin eksikliğini duyumsatır. Bunun yerine daha sık, "Bu bende olmasaydı nasıl olurdu?" diye sormalıyız; demek istiyorum ki, sahip olduğumuz şeylere ara sıra, onu yitirdikten sonra gözümüze nasıl görüneceğini düşünerek bakmaya çalışmalıyız; üstelik bu her ne olursa olsun: Mülkiyet, sağlık, dostlar, sevgili, kadın, çocuk, at ve köpek; çünkü şeylerin değerini, ancak onları yitirdiğimizde anlarız. Buna karşılık, o şeye önerilen biçimde bakmamızın sonucunda, onun varlığı bizi eskisinden daha çok mutlu eder ve ayrıca, onu yitirmemek için her türlü önlemi alırız, yani mülkümüzü tehlikeye sokmayız, dostlarımızı gücendirmeyiz, karımızın güvenini istismar etmeyiz, çocuklarımızın sağlığına dikkat ederiz. Çoğun, bulanık şimdiki zaman, elverişli olanaklar üzerinde spekülasyon yaparak aydınlatmaya çalışır ve bu arada, her biri hayal kırıklığına gebe çok çeşitli hayali umut düşünürüz; bu umut katı gerçekliğe çarpıp parçalandığında hayal kırıklığı hiç de eksik olmaz. Birçok kötü olasılığı spekülasyonumuzun konusu yapmak daha iyidir, böylece, hem onlardan korunmak için önlemler almanın, hem de gerçekleşmemeleri durumunda hoş sürprizlerin yolu açılmış olunur. Çünkü biraz korktuktan sonra, gözle görülür bir biçimde daha neşeli oluruz. Hatta, karşımıza çıkması olası olan büyük kötülükleri zaman zaman aklımıza getirmek iyidir; çünkü, bundan sonra karşımıza çıkan daha küçük kötülüklere daha kolay katlanır ve karşılaşmadığımız büyük kötülüğü düşünerek avunuruz. Ancak bu kurala uyarken, ondan önceki kuralı ihmal etmemek gerekir.

Arzularımıza bir hedef koymak, hırslarımıza ket vurmak, öfkemizi dizginlemek, bireyin, arzulanabilir olanların sadece sonsuz küçük bir bölümüne ulaşabileceğini, buna karşılık, herkesin payına çok sayıda kötülük düştüğünü sürekli akılda tutmak, yani tek bir sözcükle vazgeçmek ve katlanmak- bu öyle bir kuraldır ki, buna uymadığımızda ne gözlem ne zenginlik ne de erk kendimizi sefil görmemizi engelleyebilir.

Dünyadan sağ salim geçebilmek için, beraberinde büyük bir özen ve hoşgörü yedeği bulundurmak yararlı olur: Birincisi sayesinde zararlardan ve yitimden, ikinci sayesinde de tartışma ve kavgadan korunuruz. İnsanlar arasında yaşamak zorunda olan biri, doğanın koyduğu ve verdiği hiçbir bireyselliği kesinlikle hor görmemelidir; en kötü, en perişan, en gülünç olanını bile. Daha çok, bunu, ebedi ve metafizik bir ilkenin sonucunda, olduğu gibi olması gereken, değiştirilemez bir şey olarak görmeli ve en berbat durumlarda, "Böyle gariplerin de olması gerekir" diye düşünmelidir. Başka türlü davranırsa, haksızlık yapmış ve ötekileri bir ölüm kalım savaşına davet etmiş olur. Çünkü, hiç kimse kendi asıl bireyselliğini, yani kendi ahlaki karakterini, bilgi gücünü, mizacını, fizyonomisini vb. değiştiremez. Biz bir kişinin varlığını bütünüyle yargılarsak, onun bizi ölümcül bir düşman olarak görmekten başka seçeneği kalmaz: Çünkü kendisi değişmez olduğu halde, biz onun var olma hakkını ancak bir başkası olması koşuluyla tanımak istemekteyizdir. Bu yüzden, insanlar arasında yaşayabilmek için, herkesin kendi var olan bireyselliğini, her nasıl olursa olsun kabul etmeli ve ondan, türü ve yapısı izin verdiği biçimde yararlanmayı düşünmeliyiz; ama ne değişmesini ummalı ne de onu olduğu hali için yargılamamalıyız "Yaşamak ve yaşatmak" deyişinin gerçek anlamı budur.

İnsanların çoğu öyle özneldirler ki, esas olarak kendilerinden başka hiçbir şey onları ilgilendirmez. Bu yüzden, söylenilen her şeyde hemen kendilerini düşünürler ve kendileriyle her rastlantısal ve uzak ilişki bile tüm dikkatlerini üzerine çeker ve onları meşgul eder; öyle ki, konuşmanın nesnel konusunu anlayacak güçleri kalmaz; ayın şekilde, hiçbir neden, ilgilerine ya da kendini beğenmişliklerine uymayan bir şeyi onlara kabul ettiremeyecektir. Bu yüzden, böyle kişiler öyle kolay dalgınlaşır öyle kolay incinirler, gücenirler ya da üzülürler ki, onlarla hangi konuda olursa olsun nesnel bir biçimde konuşulduğunda, söylenilen şeyin insanın karşısındaki gerçek ve yumuşak benlikle olası herhangi belki de zararlı ilişkisine yeterince dikkat edilemez: Çünkü onlar sadece buna önem verirler, başka hiçbir şeye değil. Onlar başkasının konuşmasındaki doğru ve uygun ya da güzel, ince olana, espri taşıyana karşı duyarsız ve duygusuzlarken, kendi küçük kibirlerini inciten en uzak ve en dolaylı bir şeye ya da son derece yapmacık benlikleri üzerinde herhangi zararlı bir yansıması olabilecek bir şeye karşı bile son derece duyarlıdırlar; bu yüzden, onlar bu incinebilirlikleriyle, hiç farkında olunmadan patileri üzerine basılan ve o anda cıyaklamaları duyulan küçük köpeklere benzetilebilirler; ya da olası her dokunmadan özenle kaçınılması gereken, her tarafı yara bere içindeki hastalara benzetilebilirler. Ama bu kişilerin bazılarında durum o kadar vahimdir ki, onlarla konuşurken ortaya konulan ya da yeterince gizlenmeyen aklı ve düşünceyi bile, şimdilik henüz gizleseler de bir hakaret olarak duyumsarlar; bu yüzden, deneyimsiz kişi daha sonra nasıl olup da her yerde onların nefretini ve öfkesini çekebildiği üzerine düşünür ve kafa yorar. İnsanların, her şeyi kendileriyle ilişkilendirmeleriyle ve her düşünceden, adeta düz bir çizgiyle kendilerine geri dönmeleriyle sonuçlanan acınılası öznelliğinin büyük bir kanıtın büyük uzay cisimlerinin hareketini zavallı bir benle ilişkilendiren, gökyüzündeki kuyrukluyıldızları yeryüzündeki kavgalarla ve serseriliklerle ilişkilendiren astroloji vermektedir. Ama bu, her zaman ve en eski zamanlarda bile var olmuştur.

İnsanlar; bağışlandıklarında arsızlaşan, bu yüzden onlara yumuşak ve sevecen davranılamayan çocuklara benzerler. Tıpkı bizden ödünç bir şey isteyen bir dostu onu reddetmekle o kişiyi yitirmeyiz, ama ödünç istediği şeyi ona vermekle, onu çok kolayca yitirebiliriz; bunun gibi, bir dosta karşı gururlu ve onu biraz ihmal edici bir biçimde davranarak onu yitirmeyiz ama ona karşı çok fazla dostça ve kibar davranırsak, onu yitiririz, çünkü bu davranışımız onu küstah ve katlanılmaz kılacaktır, bu da bir kopmaya yol açacaktır. İnsanları; özellikle onlara muhtaç olduğumuz düşüncesini kesinlikle kaldıramazlar; kibir ve kendini beğenme, bu düşüncenin ayrılmaz eşlikçileridir. Kimi insanlarda bu düşünce, bir ölçüde, daha onlara güvenildiğinde ya da onlarla teklifsiz bir biçimde konuşulduğunda ortaya çıkar: Hemen, onların nazını çekmek zorunda olduğumuzu düşünürler ve nezaket sınırlarını genişletmeye çalışırlar. Bu yüzden çok az insan, daha güvenilir bir ilişki için elverişlidir ve daha düşük karakterdeki kişilerle ortak bir şey yapmaktan kaçınılmalıdır. Birisi, kendisinin benim için, benim ona olduğumdan daha gerekli olduğu düşüncesine kapılırsa; adeta onun bir şeyini çalmışım gibi davranır: İntikam almaya ve o şeye yeniden ulaşmaya çalışacaktır. İlişkideki üstünlük, sadece, ötekine hiçbir biçimde ve türde gereksinim duyulmamasından ve bunu belli etmekten ileri gelir: Bu yüzden, kadın olsun, erkek olsun herkese ara sıra, ondan bal gibi de vazgeçebileceğimizi duyumsatmak yararlıdır; dostluğu pekiştirir, hatta, çoğu insana ara sıra birazcık küçümseme hissettirmenin bir zararı yoktur: Böylece, dostluğumuza daha da çok değer verirler; harika bir İtalyan atasözü, "Saygı duymayana saygı duyulur" diyor. Öte yandan, birisi bizim için gerçekten çok değerliyse, bunu ondan sanki bir suçmuş gibi gizlemeliyiz. Bu elbette pek sevindirici değildir, ama doğrudur. Bırakın insanları, köpekler bile büyük dostluklara katlanamazlar.

Cengiz Emik, Tekirdağ, Eylül 2022

                                                                                                     

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir