Osmanlı’nın en güzel kadınlarındandı. Saray ressamı Fausto Zonaro’nun rahleyi tedrisinden geçti. Paris ve Roma’da eğitim gördü. Adını resim sanatına altın harflerle yazdırdı.
Padişah hafiyeleriyle, Balkan çetecileriyle, İttihat ve Terakkicilerle boğuştu… Korku nedir hiç bilmedi!
Gönlünü Yahya Kemal’e kaptırdığında evliydi ve iki çocuğu vardı. “Ela gözlü pars” diye şiirler yazdı ünlü şair onun için. Güzel kadın, hayatında ilk kez bulutların üzerinde uçtuğunu düşündü. Aşkı uğruna eşini, evini terk etti! Maalesef, onu taşıyabilecek büyüklükte bir yüreğe sahip değildi şair. Onu yarı yolda bırakıp, sıvışıp kaçtı. Çok üzüldü, kahroldu ama yıkılmadı ela gözlü pars.
Aynı çocuk iki kere doğurulabilir mi? Doğurdu Celile! Oğlu Nazım Hikmet yirmi sekiz yıllık cezasının on ikinci yılında ölüm orucuna başlayınca, bir panter gibi ileri atıldı ve büyük şairi, ölümün kıyısından çekip aldı.
Polonya kökenli devlet adamı, dil uzmanı ve eğitimci olan Hasan Enver Paşa’nın kızıydı Celile. Hasan Enver Paşa, 1848 yılındaki ayaklanma esnasında Polonya’dan İstanbul’a göç eden devlet adamı Kont Konstantin Borzecki’nin oğluydu.
Eşi Hikmet, Osmanlı’nın Selanik’teki Hariciye Nezaretinde memurdu. Selanik’in, Osmanlı İmparatorluğundaki değişim istemlerinin filizlendiği merkezlerden biri olduğunun farkındaydı Hikmet. Hariciyede görev yaparken gizli olarak Jöntürklere katılmak belki Hikmet için mümkün olabilirdi ancak önemli bir açmazı vardı. Babası devletin en üst tepelerine tırmanmaya çalışan seçkin bir bürokrattı, böyle bir davranışın hayalini bile kuramazdı.
İtalyan ressam Zonaro, eşi Elisa ile birlikte on yıldır İstanbul’da yaşıyordu, yaptığı resimler insanların ilgisini çekmeye ve yabancı elçiler tarafından himaye edilmeye başladı. Ayrıca Teşrifat Nazırı Münir Paşa'nın eşine de resim dersi vermeye başlayınca da ünü iyice arttı ve II. Abdülhamit tarafından saray ressamı oldu. Babası da sarayda görev yapan Celile bu sayede Zonaro’dan resim atölyesinde dersler aldı.
Kız kardeşi Münevver’in kapıyı açıp içeriye girdiğini fark etmedi. Elinde kalem önünde not defteri öylece oturup kalmış doğuma gün saydığı Selanik günlerine geri dönmüştü. Mehmet Nâzım da, Poselli ailesiyle yedikleri ve bugün bile son derece net hatırladığı o yemekten birkaç gün sonra 15 Ocak 1902 tarihinde dünyaya gelmişti. Mehmet Nâzım’ın dedesi Mehmet Nâzım Paşa da Kayseri mutasarrıflığından Diyarbakır valiliğine atanmıştı. Celile, kayınpederinin Selanik’e gelecek olmasında çok mutluydu. İstanbul’da gelin gittiği konakta, kayınpederi ile ilk günleri, ayları kolay geçmemişti ama sonunda, aile çarkının bu iki sert dişlisi, uyum içinde yaşamanın yolunu bulmanın keyfine varmışlardı.
İmparatorluğun hemen her yerinde değişik tellerden çalan muhaliflerin, birlikte davranmak üzere faaliyet gösterdiklerinden haberdardı. Osmanlı’nın da diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bir meclis tarafından yönetilmesini düşünen, çok fazla insan ve topluluk vardı.
Türklerin yanı sıra Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Sebetaycılar, masonlar da bulundukları her yerde çeşitli teşekküller vasıtasıyla değişimden yana rüzgârlar estiriyorlardı. Doğal olarak iyi eğitim görmüş Hikmet ve Celile de kuşkusuz Osmanlı’nın da diğer Avrupa ülkeleri gibi yönetilmesinden yanaydılar. Ama bu değişim nasıl gerçekleşecekti.
Fransız İhtilali’nin etkisiyle dünyanın her yerinde yükselen milliyetçilik ülküsü, en çok Balkan halklarını harekete geçirmişti. Başlangıçta derinden gelen bağımsızlaşma mırıldanmaları, giderek yüksek perdeden haykırışa dönüşmüştü. Osmanlı, hakim olduğu tüm topraklarda sorunlarla boğuşuyordu. Trablusgarp Savaşı sırasında büyük zorluklarla karşı karşıya kalmış, en kötüsü de, bu savaş, imparatorluğun eskisi kadar güçlü olmadığını göstermişti. Balkanlarda görev yapan üst düzey Osmanlı bürokratlarının hemen hepsi, Sultan Abdülhamit’e gönderdikleri yazılarda, Rumeli’de faaliyet gösteren çetelere karşı ılımlı olunmasını, baskıdan kaçınılmasını istiyorlardı. Böyle davranılmazsa durumun iyice içinden çıkılmaz bir hal almasından endişe ediyorlardı. Bir zamanlar dünyanın hakimi sayılan koca imparatorluk, ne yazık ki dünyada esen değişim rüzgarlarını yakalayamamıştı. Sanayileşmede, eğitimde, hukukta, devlet düzeninde ve daha pek çok meselede çağdaşlaşmanın gerisinde kalan ülke, epeydir bunun faturasını her alanda öder haldeydi. Gerçektende öyleydi. Hasan Enver Paşa, Balkanların ve hatta tekmil Osmanlı’nın üzerinde karabulutlar dolaştığının tabii ki farkındaydı. Mehmet Nâzım Paşa “acele” damgalı bir emirle Halep’e vali olarak atanmış ve derhal yola çıkmıştı. Hikmet, babasının yeni konumunu kendisi ve ailesi açısından umut verici bulmuş “Biz de gidelim babamın arkasından Halep’e” demişti. “İstanbul tarumar halde Celile, devlette görevli olanlar ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Tüccar kesiminde kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Halep’e gidersek, babamın konumundan da istifade ederek ithalat ve ihracat şirketi kurar kısa zamanda palazlanırız. Sonra da şirketi İstanbul’a naklederiz.”
Celile “Yine de kolay karar verilebilecek bir teklif değil” diye düşündü. Paşa babasının kendilerine son derece mültefit davranacağından emindi. Hikmet’in teklifine başlangıçta karşı çıktıysa da, uzun uzun düşününce kabul etmişti Celile.
Onu Halep’e gitmeye ikna eden asıl neden ise, Hikmet’in çizdiği pembe tablodan daha çok Halep’i merak ediyor olmasıydı. Genç kadın, Selanik esintili resimlerinin yanına, gerçek anlamda oryantal bir coğrafyanın ruhunu taşıyan tablolar eklemek istiyordu.
II. Abdülhamit’e yapılan suikast girişimi başarısız olmuştu. Bir buçuk yıla yakın süredir Ruslarla Japonlar Pasifik’te savaşıyordu. Rusya’da yaşanan ayaklanma şiddetiyle sürüyordu, Çarlık rejimi çatırdıyordu. “Acaba?” diye düşündü Celile. “Halep’te huzur bulabilecek miyim?” Halep’e geldiklerinde Celile, Mehmet Nâzım Paşa’nın sarayında kendilerine ayrılan daireyi çok sevmişti. Paşa da gelini ve torununa kavuştuğundan dolayı çok mutluydu. Paşa “Halep, Arap isyanlarına neredeyse hiç katılmadı. Böyle olunca, Batılı ülkeler kartlarını Şam ve Kahire’den yana oynamaya başladılar…! Genç kadın kayınpederinin ne demek istediğini gayet iyi anlamıştı. Anlaşılan, Halep’te de Selanik’te olduğu gibi diken üzerinde oturacaklardı.
Celile kenti gezdiğinde, Kayşani ismi verilen kesme taş, kentle kendini özleştirmiş gibiydi. Halep Kalesi, Ulu Cami, hanlar, hamamlar neredeyse tüm yapılar bu taştan yapılmıştı. Birbirinden farklı dünya kadar renk, yüz, boy endam, tavır, ses ile Halep gerçekten bir mozaik gibi görünüyordu. “Arap, Türkmen, Ermeni, Yahudi, Kürt, Çerkez ve daha kim bilir kaç etnik kökenden insan yaşıyor diye düşündü Celile.”
Bir akşam yemeğinde Hikmet, babasına Celile’nin hamile olduğunu söyledi. Mehmet Nâzım’a kardeş gelecekti. Paşa bu duruma çok sevindi. Sonra konu Hikmet’in ticari girişimlerine geldi. Nâzım Paşa müşfik bir ses tonuyla “Nasıl gidiyor çalışmaların oğlum?” diye sordu. Hikmet “Halep’te ticarete atılmak için yanlış bir zaman seçmiş olduğumu düşünmeye başladım. Avrupa ülkelerinin ve İstanbul’un Halep’in sabun ve alaca kumaşa ilgisi sürüyor ama eskiye kıyasla talep oldukça düşmüş durumda.”
Günler ve aylar çabuk geçmiş, Halep’in en ünlü doktorunun da yardımıyla İbrahim Ali dünyaya gelmişti. Bebek daha ayını bile doldurmadan devamlı ağlıyor ve kusuyordu. Rengi soluk sarı bir hal almıştı. Doktor çocuğa bakar bakmaz difteri olduğunu düşündü. Bademciklerinin üzerinde gördüğü kızarıklar ve şişliklerin sarı-gri renkte olması, tecrübeli doktorun düşüncesini pekiştirdi. Bebeğin ağzını kokladığında kötü koku geliyordu. Yanılmamıştı. Doktor, başını öne eğerek bir salgın durumuyla karşı karşıya oldukları, geçen ay içinde çok sayıda çocuğun kuşpalazından hayatını kaybettiğini söylediğinde Celile gözyaşlarını göstermeden odadan çıktı. İbrahim Ali, otuz beş günlükken hayatını kaybettiğinde tüm aile derin bir üzüntüye boğulmuştu.
Çocuğunu yitirmek anne için kolay kabul edilebilir bir durum değildi. Halep’teki sarayda, sonraki günler çok sancılı geçecekti. Celile, atölye olarak kullandığı bölümün kapısını kilitledi, resim yapmayı ve piyano çalmayı bıraktı. Küçük Nâzım’ı mürebbiyesinin bakımına bıraktı. Yatak odasına çıkmıyor, kayınpederi, kocası ve oğluyla yemek masasına oturmuyordu. Kocası Halep’e gelme fikrinde ısrar etmemiş olsaydı ve kendisi de resmine katkısı olur lanet fikrine kapılmamış olsaydı İbrahim Ali şimdi yaşıyor olurdu, diye geçirdi içinden.
Paşa, gelinini sorunlu ortamdan uzaklaştırmak için “Yarın sabah Karkamış’a gidiyoruz” dedi. Karkamış’ın dinsel açıdan büyük önem taşıdığını çünkü İncil’de buradan söz edildiğini söyledi. Ayrıca Mısır ve Asur yazıtlarında da adı geçiyordu Karkamış’ın. Ayrıca Sümerlerin Gılgamış destanı da burada yazılmıştı. 1878-1881 yılları arasında padişahın izniyle, 1911 yılında İngiliz arkeologlar tarafından kazı çalışmalarına başlanmıştı ve ilk kez bir Osmanlı valisi burayı ziyaret ederek yapılan işleri kontrol edecekti.
Gezi alanı Celile’nin çok ilgisini çekti. Yöreden toparlanmış arı gibi çalışan işçilerle, onlara nezaret eden arkeologların sıra dışı bir yaşamlarının olduğunu düşündü. “Keşke resim malzemelerimi getirmiş olsaydım” dedi. Paşa ailesinin üzerindeki kara buluşların yavaş yavaş dağılmaya başladığını düşündü. Celile Karkamış’tan Halep’e farklı bir ruh haliyle döndü. Gezi alanında geçirdiği günlerin faydasını görmüş, kayınpederiyle yaptığı uzun konuşmalarla kendisini yenilemişti. O akşam hafif bir makyaj ve hoş bir kıyafetle indi yemeğe. Kocasına ve oğluna karşı davranışları gözle görülür biçimde değişmişti.
22 Temmuz 1905 tarihinde İstanbul’dan büyük umutlarla ayrılıp Halep’e giden Celile, üç yıl sonra İstanbul’a geri döndüğünde eşi Hikmet, oğlu Nâzım’ın yanı sıra henüz bir yaşında olan kızı Samiye’de vardı. Hikmet, üç yıl süreyle ayakta tutmaya çalıştığı ticarethanesini, zararın neresinden dönülürse kârdır düşüncesiyle kapatmıştı. Gerçekten de düşündükleri, konuştukları, hayalini kurdukları gibi bir İstanbul buldular karşılarında. 23 Temmuz 1908 günü meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine halk sokaklara dökülmüş, yeni rejimi sevinç gösterileriyle kutluyorlardı.
Hikmet “Babamın Konya’ya tayini çıkmış” diyerek elindeki mektubu uzattı. Celile çok şaşırdı. “İnsanı hiçbir yerde birkaç yıldan fazla oturtmuyorlar” diye mırıldandı. Gerçekten de öyleydi. Mehmet Nâzım Paşa, altı yıl gibi kısa bir süre içerisinde Mersin, Diyarbakır, Halep ve şimdi de Konya’ya vali olarak atanmıştı.
Paşa, Konya’ya ulaşır ulaşmaz ilk iş olarak ailesine mektup yazıp “Beni ne zaman ziyaret edeceksiniz?” diye sordu. Celile de çok özlemişti Paşa’yı. Hikmet’in gitmeye niyetli olmaması üzerine Celile “O halde ben de çocuklarımı alır giderim” dedi. Çocuklarıyla birlikte Konya’ya kayınpederini ziyarete gitti. Konya’da bulunan Mevlevi külliyesi, oluşum, organizasyon ve misyon açısından Mevleviliğin asithanelerinden biri hatta en önemlisiydi.
Celile, Konya’ya da bir kısım resim malzemelerini getirmişti. Çalışmalarına burada da devam etti. Bu arada derya misali kayınpederi ile kâh sanat kâh memleket meseleleri üzerin derin sohbetler yaptı. Mehmet Nâzım Paşa “Bakma sen ortalığın sütliman görünmesine Celile, görünenin tersine, diplerde bir gayya kuyusu kayıyor. Zannetme ki meşrutiyet rejimi rahat bırakılsın. İşte şuraya yazıyorum, köprülerin altından daha çok sular akacak.”
Konya dönüşünde, İstanbul’u biraz da kayınpederinin sözleri ışığında değerlendirmeye çalıştı. Gazete yazarlarının hepsi ayrı telden çalıyordu. Ahmet Cevdet’in İkdam’ı hürriyetten yana duruyor ama İttihat ve Terakki’ye prim vermiyor gibiydi. Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesi tam taarruz halindeydi. Hürriyeti de onu getiren İttihat ve Terakki’yi de her gün yerin dibine sokuyor, haber ve yorumlarla insanları kışkırtıyordu. İttihat ve Terakki’yi savunan neredeyse tek gazete, kendi kurdukları Tanin’di. Celile’ye göre Mehmet Nâzım Paşa geleceği okumuştu. Gazete yazarları ve aydınlar hürriyete yeterince sahip çıkılmadığı, hürriyet karşıtları açıktan açığa rejim düşmanlığı yapabildiği için, İstanbul gerildikçe geriliyordu. İttihat ve Terakki karıştı kurulmuş olan İttihad-ı Muhammediciler, Derviş Vahdeti ve arkadaşları hop oturup hop kalkıyor, ortalığı kasıp kavuruyorlardı.
12 Nisan 1909 gecesinde haberler kötüydü. 13 Nisan sabahı Celile erken saatlerde kayınpederinin konağından babasının konağına doğru yola çıktı. Padişahın yaverliğini yaptığı için Hasan Enver Paşa’nın kızına çizdiği tablo gerçekten iç karartıcıydı. Akşam saatlerinde İstanbul’un kritik mevkilerinde görev yapan askerler subaylarına karşı ayaklanmış, din adamlarının peşine takılarak Heyet-i Mebusan’ın önünde toplanmış “ülkenin şeriatla yönetilmesi” isteklerini haykırmaya başlamışlardı. Hüseyin Hilmi Paşa başkanlığında toplanan hükümet mensupları, ayaklanmacılara karşı çıkmak şöyle dursun derhal uzlaşma yoluna gitmiş ve tek tek istifalarını vermişlerdi. Bunun üzerine isyancılar yeni bir hükümet kurmuş ve İngilizlerden anında destek almışlardı. Dokuz aylık süre içerisinde özgürlükle yaşamış koca bir ülke bir gecede istibdat rejimine nasıl dönmüştü? İsyancıların, Adliye Nazırı Nâzım Paşa’yı İttihatçı Ahmet Rıza, Lazkiye mebusu Arslan’ı da gazeteci Hüseyin Cahit sanarak linç etmeleri, İstanbulluları dehşete düşürmeye yetmiş de artmıştı bile.
Mehmet Nâzım Paşa’nın tahminleri doğruydu. İttihatçılar tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen ayaklanması bastırılması için gözlerini saraya çevirmişlerdi. II. Abdülhamit’in kardeşkanı dökmeme gerekçesiyle askeri geri tutması üzerine, iş başa düştü demiş, İstanbul’a gönderilmek üzere Selanik’te bir ordu tesis etmeye girişmişlerdi. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın komuta edeceği bu ordunun kurmay başkanlığını Kolağası Mustafa Kemal üstlenmişti. Ordunun çekirdeği, Selanik’teki devrime sadık Üçüncü Ordu birliklerinden oluşmuştu.
Gazetelerde bir suskunluk var. İttihatçıların adı anılmıyor. Sanki İstanbul işgal edilmiş gibi bir hava esiyor, saraydan ses soluk çıkmıyordu. Tabii ki isyancıların istekleri padişahın işine geliyor bu nedenle hiçbirine evlerine gitmeleri gerektiği, yaptıklarının doğru olmadığı söylenmedi. Hâsılı kelam, padişahtan sokaktaki insana kadar herkes kimin kazanacağını görmek istiyordu.
Selanik’ten gelip kentin stratejik noktalarına yerleşen Hareket Ordusu faaliyetlerini sürdürürken, Celile babasını merak ederek Yıldız Sarayı’na gitmeye karar verdi. Saraya girince durumun vahametinin boyutunu fark etti. Ortada hizmet görecek kimse olmadığı gibi, haremağaları ve mabeyin görevlileri de sırra kadem basmışlardı. İstanbul çok kritik günlerden geçtiğinden Hareket Ordusu’nun kentin muhasara altına aldığının ve bunun sonucunda korkunç gelişmelerin meydana geleceğinin farkındaydı Celile. 24 Nisan gazetelerinde Hareket Ordusu Topkapı, Edirnekapı, Sirkeci gibi noktalardan kente girmiş ve Yıldız Sarayı’nı gele geçirmişti. Kentte bulunan tüm kışlalar ve Harbiye Nezareti kontrol altına alınmış sıkıyönetim ilan edilmişti.
II. Abdülhamit 27 Nisan 1909’da tahtan indirilip Selanik’e sürgüne gönderilince, Celile babasının bu durumdan alabildiğine etkileneceğini düşünmüştü. Kendisine ağır gelense, zamanında sahibi gibi davrandıkları İstanbul saraylarına, artık bir sığıntı gibi girip çıkacak olmalarıydı.
19 Ocak 1910 tarihinde Çırağan Sarayı çıra gibi yandı. Bu durumun, Saray’da İttihat ve Terakki Fırkasının yayın organı Yeni Tanin’de nasıl yer aldığı kuşkusuz çok önemliydi. Gazeteler somut bir delil ileri sürmemekle birlikte görgü tanıklarına dayanarak “harket-i irticaiye”ciler Saray’ın kapısını kapamışlar, her tarafa gaz dökerek, milletvekilleri içerideyken birlikte binayı ateşe vermişlerdi.
Padişah Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderilince, yerine Sultan Mehmet Reşat geçirilmiş ve eski padişahtan geride kalan her seviyedeki bürokrat da değiştirilmişti. “Ve şimdi…” diye düşündü Celile. “Miadını doldurmuş bir sepet gibi, kapının önüne konuldu sevgili babacığım.” Artık sarayda kararları padişah değil, Talat, Enver ve Cemal Paşalar veriyordu.
İttihat ve Terakki hükümeti, Selanik gibi önemli bir merkezi doğal olarak Abdülhamit artığı değil, kendisine yakın bir isimle yönetmek istiyordu. Merkezi hükümet bu ismin kim olacağını henüz karar vermemişti ama dostları Mehmet Nâzım Paşa’ya el altından haber uçurmuş, gelişmeler karşı hazırlıklı olması için uyarmışlardı.
Mehmet Nâzım Paşa üç bavul eşya ile konağa geri dönmüştü. İçinde oturdukları konak, o güne kadar Mehmet Nâzım Paşa’nın gelirleriyle dönmüştü. Celile ve Hikmet neye kaç para harcandığını bile bilmiyor, bunu kâhya ile paşa arasında bir mesele olarak görüyorlardı. Hasan Enver Paşa’nın hatırı sayılır gönderdiği harçlıklarında arkasının kesileceği gün gibi ortadaydı. Halep’ten döndüklerinden beri Hikmet’in herhangi bir işi olmamıştı.
Mehmet Nâzım Paşa, “Selanik’te iyiden iyiye karalar bağlamıştım Celile. Sizlerle aynı çatı altında olmak memlekete ve kendime dair tüm dertlerimi unutturdu.” Celile, “Ne olacak bu gidişatın sonu baba?” diyerek epeydir düşündüğü soruyu sordu.
“Maalesef iyi olmayacak Celile. Ama bunun sorumlusu ne İttihat ve Terakki’nin kurmay kadrosu, ne de son yüz elli yıldır Osmanlı’yı kötü yönetenler. Dert daha derinlerde. İslam’ın çözülememiş yapısı var ya Celile, meselelerimizin kaynağı tam da orası.”
“Neden bizde bir Victor Hugo, bir Montesquieu, bir Jean Jacques Rousseau yok diye hiç düşündün mü? Tamam, Ziya Paşa, Namık Kemal, Mithat Paşa var ama tutuyorlar mı az önce adını saydıklarımın yerini, tutmuyorlar.”
“Tutmuyorlar çünkü onlar, Hugo’yu, Montesquieu’yü, Rousseau’yu Türkçeye tercüme ediyorlar o kadar. Sözünü ettiğimiz düşünürler Hıristiyan geleneğinin bir devamı. Gerilerinde Avrupa medeniyeti ve tarihi var.”
“Bizim düşünsel yapımız Hristiyanlarınkinden daha mı geri ya da daha mı sığ Celile? Hayır değil. Fazlası var, eksiği yok. Ama bir yol kazasına uğramış. Gelişmeden, ilerlemeden, aydınlanmadan yana olan yönü bir daha filiz vermemek üzere budanmış, buna karşılık dogmalardan, taassuptan, gericilikten yana olan yanı bir dinozor gibi büyümüş. Dert bu.”
“İttihat ve Terakki, hortumu eksik kalmış, dişleri fazla büyümüş bir file aslanpençeleri takmaya çalışıyor. Elinden ancak bu kadarı geliyor. Az önce de söylediğim gibi, daha fazlasını yapamaz. Çünkü üstüne oturması gereken düşünsel geleneğin iyi yönü hadım edilmiş durumda. O da çareyi geleneği yok sayıp başka bir formu bünyeye uydurmakta arıyor. Sonunda ortaya bir hilkat garibesi çıkacak. Osmanlı coğrafyası, yüzyıl, belki daha fazla sürecek sorunlar silsilesinin maalesef başlangıç noktasında. Senin, hatta benim bile şahit olacağımız kadar kısa sürede, hem son dönem padişahları hem de İttihat ve Terakki, hiç hak etmedikleri halde bu enkazın altında kalacaklar. Maalesef bugün yaşanan bu keşmekeşin ceremesi, Nâzım’dan başlamak üzere onlarca kuşak çekecek.”
Mehmet Nâzım Paşa “Babıâli baskını, kesinlikle devlete ve hükümete karşı yapılmış bir darbedir! Ve bunun, İttihatçıların dillerinden düşürmedikleri “hürriyet” ile bir alakası yoktur” demişti gelinine.
Mehmet Nâzım Paşa gazete kupürlerini çevirdikçe sakin mizacını terk ediyordu. “Elinizde silahlarla Babıâli’yi basarsanız olacağı budur! Aklı olan herkes, Yakup Cemil eşkıyası ile oraya gidilince olacakları tahmin eder. Enver ve Talat’ın istedikleri Serasker Nâzım Paşa’nın ve Sadrazam Kâmil Paşa’nın devreden çıkartılmasıydı. Tam da istedikleri gibi oldu.” Celile basından takip ettiklerini kayınpederinden duyunca derin bir üzüntüye kapıldı.
Takvimler 28 Temmuz 1914’ü gösterdiğinde Birinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Fransa, İngiltere ve Rusya ile muhtelif cephelerde savaşmakta olan Osmanlı İmparatorluğu kendini bu kez de adı konulmuş genel bir harbin içinde bulmuştu.
Paşa, çocuklarına, birikmiş tüm parasının tükenmiş olduğunu ve bir süredir emeklilik maaşı da alamadığını söylemişti. Bu durumda, çok hizmetkâr gerektirdiği için konağın satılması en doğrusu olacaktı. Paşa’yı zor durumda bırakmış olduklarını fark eden Hikmet ve Celile de onun bu sözlerine “küçülmek gerektiğinde hemfikir olduklarını” söyleyerek katkı vermişlerdi. Kısa bir istişareden sonra, Celile, Nâzım’ın okuluna yakın bir yerde kiralık ev arayışına girmiş, Hikmet de harıl harıl iş aramaya başlamıştı. Bu çalkantılı dönemde Celile, Halep’ten döndükten sonra eşinin hiçbir iş yapmadığını düşünmüş ve oldukça sinirlenmişti. Eşine fark ettirmeden hem kayınpederi hem de babasını devreye sokarak Hikmet’in Matbuat Umum Müdürü olması sağlanmıştı. Ardından Nişantaşı’nda iki katlı müstakil bir evde yaşamaya başlamışlardı. Nâzım’ın Mekteb-i Sultani’deki (Galatasaray Lisesi) eğitim masrafının evin kirasından bile fazla olduğunu anlayınca Nişantaşı Sultanisine devam etmesine karar verdiler.
Nâzım bahriyeli olmak istiyordu. Uzunca bir tartışmadan sonra Celile ve Hikmet çocuklarını da alarak Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve eşini ziyaret etmeye karar verdiler. Cemal Paşa bu yetenekli gencin Heybeliada’da Bahriye Mektebinde okuyabileceğini söylediğinde Nâzım çok sevinmişti. Sayılı günler çabuk geçti. Nâzım’ın Bahriye Mektebine katılma günü geldi. Osmanlı’nın genel harbe katılmasının üzerinden bir yıla yakın zaman geçmişti. Savaşın daha ne kadar süreceğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu. Celile’nin aklına, askerliğini Çanakkale civarında sürdürmekte olan kardeşi Mehmet Ali geldi.
İkdam gazetesinin 4 Ocak 1915 tarihli sayısında “Kafkasya başarımız sürüyor” başlığı atarken, Osmanlı ordusu yenilgi sonrası geri çekilme hazırlıkları yapıyordu. Mehmet Nâzım Paşa “Hepimiz ordumuzun başarılı olduğunu zannederken, orada büyük bir hezimet yaşıyormuşuz” dedi üzüntü içinde.
Hikmet, Matbuat Umum Müdürlüğüne gelen 22 Eylül 1915 tarihli Meclisi Mebussan Zabıt Ceridesinde doksan bin askerin Sarıkamış’ta şehit olduğunu yazıyordu. Mehmet Nâzım Paşa “Mecliste böyle konuşulup kayıtlara geçtiğine göre, Enver Paşa, Sarıkamış Harekâtını bir sır perdesi arkasında tutmak istiyor ki aradan dört ay geçmesine rağmen halktan saklamış.”
Celile, oğlunu asker kıyafetleri içinde gördüğü her an gözleri doluyordu. Nâzım dedesinin elini öperken annesini işaret ederek, “Beni değil dayımın Arıburnu Cephesinde şehit düştüğünü hatırladığı için ağlıyor” dedi.
Celile, İstanbul Kız Öğretmen Okulu resim öğretmeni ve ünlü ressam arkadaşı Mihri ile Pera Palas’ta buluştular. Osmanlı’nın bu iki kadın ressamı yarın Pera Palas’ta açılacak olan resim sergisi üzerine konuşuyorlardı. Mihri, kapıdan giren iki adamı işaret ederek “Şu gelen Yakup Kadri değil mi?” diye sordu. Bu iki genç adam masa bulmak için bakınıyorlardı. Yakup Kadri de Celile’yi gördü ve arkadaşını olduğu yerde bırakıp Celile ile Mihri’nin oturmakta olduğu masaya yöneldi. Kapının girişinde çakılmış gibi duran genç adama gelmesini işaret etti Yakup Kadri. Sonra hanımlara dönüp, “Şahsen tanımıyorsanız, şair olduğunu da bilmiyorsunuzdur. Herkes onun hoca olduğunu sanıyor ama gizli gizli yazan, üstelik gelecek vaat eden bir şair” diyerek Yahya Kemal’i hanımlara takdim etti. Diğer gün resim sergisi açılışında buluştular dört arkadaş.
Yahya Kemal, Celile hakkında aklına gelen her soruyu Yakup Kadri’ye sormuş ve “Galiba âşık oluyorum kardeşim, ilacım da anlaşılan senin ellerinde” demişti. Yakup Kadri “Bilmende yarar var ki mutlu bir evliliği olan, iki çocuğu yetiştirme çalışan seçkin bir hanımefendidir Celile” demişti. Yahya Kemal ile Celile ara ara görüşmeye başlamışlardı. Yahya Kemal Celile’ye ilgisini belli etmiş, kendisini bir daha ne zaman ve nasıl görebileceğini sormuştu.
Celile “Yarın akşamüstü Büyükada’ya arkadaşımı ziyarete gidiyorum, birkaç gün orada kalacağım, eğer isterseniz gidiş yolculuğumda bana refakat edebilirsiniz” deyivermişti. Yahya Kemal soluğu kesilmiş olsa da “Kaç vapurunda olacaksınız?” diye sormayı akıl etmişti.
Büyükada’ya geldiklerinde Celile, Yahya Kemal’e eşlik ettiği için teşekkür etti. Yahya Kemal “Bir daha görüşmek istemez misiniz benimle? diye sorduğunda Celile, “Şefika Hanım ve Tahsin Nahid Bey’in evinde bugün dâhil olmak üzere üç gece geçireceğim. İsterseniz dönüş yolunda da bana eşlik edebilirsiniz” dedi. Yahya Kemal “Yazar Nahid Bey mi? diye sordu. Cevap “evet” olunca çok sevindi ama fark ettirmedi genç adam. Yahya Kemal “Üç gün sonra, şu gördüğünüz kahvede, sabahtan akşama kadar sizi bekliyor olacağım. Gönlünüz hangi vapurla dönmek isterse ona teşrif edebilirsiniz.” Celile gülümsedi ve saat kulesi istikametine doğru yürümeye başladı. Yahya Kemal, Celile’nin arkasından uzunca bir süre bakmış, gözden kaybolunca soluğu Savoy Otelde almıştı. Bu otelin tanınmış simalarından biriydi. Lobidekilerle selamlaştıktan sonra bir masaya oturmuş ve eline aldığı kâğıt kalemle arkadaşı Nahid’e şunları yazmıştı.
“Aziz dostum Nahid, seninle mutlaka ve çok acele görüşmem gerekiyor. Şu anda Savoy Oteldeyim. Mümkünse gel. Sana yazdığım bu notu Şefika dâhil kimse bilmesin. Seni bekliyorum.”
Otelde çalışan çocuklardan birinin eline önce dolgunca bir bahşiş sıkıştırarak yazdığı notu bizzat “Tahsin Nahid Bey’in bizzat kendisine vereceksin. Evde yoksa kimseye hiçbir şey söylemeden notla birlikte geri döneceksin” demişti. Nahid notu almış ve otele gelmişti. Yan yana oturdukları masada şair, kaderin ağlarını ördüğüne dair, o tumturaklı cümlesini kurmuş durumu anlatmıştı.
Yahya Kemal otelde kalıyor ve gizli olarak Tahsin Nahid ile buluşup gelişmelerden haber alıyordu. Tahsin Nahid durumu ayrıntıları ile eşi Şefika’ya anlatmış ve Yahya Kemal’in bu konuda yardım istediğini belirtmişti. Şefika önce çok şaşırmış, sonra “Yetişkin iki insan. Celile ne istediğine yahut ne istemediğine karar verecek yaşta” diyerek yardım talebini kabul etmişti.
Her şey bir aydan kısa bir süre içerisinde gelişmişti. Celile ve Yahya Kemal birkaç kez daha Büyükada’da Tahsin Nahid’in evinde misafir olmuştu. Biraz da şair ile geçirdiği günlerin etkisiyle, Celile eşini karşısına almış ve boşanmaları gerektiğini söylemişti. Hikmet, “Bak Celile, bu üçüncü olacak! Bir kere Halep’te, sonra Üsküdar’da… Yetmedi mi Allah Aşkına?” diye serzenişte bulunmuştu. “Bu son!” demişti eşinin kendisini hafife alan davranışına karşılık Celile ve “Yarından tezi yok, boşanma işlemlerini” başlatalım diyerek kestirip atmıştı. Bu durumda Hikmet’e düşen bir avukat bulmak olmuştu. Celile ise Büyükada’ya ev kiralamaya gidiyordu.
Celile’nin ihtiyaç duyduğu bu süre zarfında Şefika elinden gelen yardımı göstermişti. Celile Büyükada’da yaşayacağı evini adam ettikten sonra içinde bulunduğu yeni durum ile ilgili olarak anne ve babasından önce kayınpederini ziyaret etti.
Paşa, daha Celile konuşmaya başlarken anladı. Kayınpeder ve gelin olarak son kez konuştuklarını. Celile, “Benim için ne kadar önemli olduğunuzu bildiğinizden eminim. Hikmet’le yollarımızı ayırdıktan sonra, sizi çocuklarımla daha fazla ziyaret edeceğim” dedi. Paşa karşısındaki kadının samimiyetinden de sözünü tutacağından da emindi.
“Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum
Kimdir o, nasıldır diye rüzgârlara sordum
Hülyamı tutan bir büyü var onda diyordum
Gördüm: Dişi bir parsın ela gözleri vardı.”
Yahya Kemal’in sabahleyin gitmeden evvel katlayıp masanın üzerine koyduğu şiirin ilk dörtlüğünü tekrar okudu Celile. O güne kadar çok iltifat almıştı ama “bir parsın ela gözleri” ne sahip olduğunu ilk kez Yahya Kemal’den duymuştu.
Bahriyeli Nâzım hafta sonu tatillerini Büyükada’da annesinin evinde geçiyordu. Celile “Bu kış Nâzım ile ben Heybeliada’ya yakın olduğu için Büyükada’da olacağız. Samiye’ye sen de okulun Nişantaşı’nda olduğu için daha çok zamanını babanla geçireceksin” dedi. Nâzım, Bahriye Mektebi’nin ikinci sınıfına geçmişti.
Sait Halim Paşa sağlığı bozulunca istifa etmiş, yerine Talat Paşa sadrazam olmuştu. Enver Paşa ile iaşe konusunda tartışmaya girmişlerdi. Biri meseleyi askerin çözmesini diğeri ise bunun sivillerin işi olduğunu söylüyordu.
Celile Nâzım’ın okuluna giderek hocaları ile görüştüğünde önceliği tarih ve edebiyat derslerine giren Yahya Kemal’e vermişti. Nâzım, hocasının kendisiyle çok ilgilendiğini şiirlerini beğendiğini isterse şiirlerini Ümid dergisinde yayımlatabileceğini annesine söyledi. Nâzım’ın sözleri Celile’yi hem sevindirdi hem de tedirgin etti.
Yahya Kemal ile uzunca bir konuşmadan sonra oğluna özel ders verip veremeyeceğini sordu. Yahya Kemal “Neden olmasın? Nâzım istikbal vaat eden bir şair olduğunu düşündüğüme göre, ona yardımcı olmakta boynumun borcu olmalı” diye cevapladı.
Yahya Kemal günlerinin çoğunu Savoy Otelde değil, Celile’nin evinde geçirir olmuştu. Peki, bu sükûn ortamı daha ne kadar sürecekti?
Mondros Mütarekesi imzalanmış, Osmanlı’nın geleceği belli olmaya başlamıştı. Antlaşmaya göre stratejik noktalar işgal edilecek, ordu terhis edilecek, donanma ve cephaneler galip devletlere teslim edilecekti. Bu yeni dönem, İstanbul’da herkesin şapkasını önüne koyarak düşünmesine yol açtı. Anlaşılan kartlar yeniden dağıtılacaktı.
Mehmet Nâzım Paşa’ya göre İstanbul ve Anadolu’da büyük bir yoksulluk ve moral bozukluğu hâkimdi. Bazı subaylarının kanlarının son damlasına kadar çarpışmayı düşünmelerinin, ülkenin daha fazla acı çekmesinden başka bir işe yaramayacağı kanaatindeydi.
Refii Cevat’ın Alemdar, Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah, Sait Molla’nın İstanbul, Ahmet Emin’in Vakit gazeteleri ağız birliği etmişçesine mütarekenin memlekete hayır getireceğini dillendiriyorlardı.
Bunlara karşılık Minber gazetesi bir devletin küçülmüş bile olsa, her durumda siyasi mevcudiyet ve milli birliğini muhafaza ederek böyle bir badireden başarı ile çıkabileceğini yazıyordu. Celile, Minber gazetesinin Mustafa Kemal Paşa ve onun gibi düşünen kimi asker, siyasi ve aydınların görüşlerini dile getirdiğini gayet iyi biliyordu.
Mehmet Nâzım Paşa, Celile’ye “Sait Molla ziyaretime geldi. Biliyorsun, birçok görevinin yanında İstanbul gazetesinin de sahibi. Önce Fransızlardan, sonra Amerikalılardan bahsetti. Birini çok köhne, diğerini ise yeni buluyormuş. İngilizlere yaslanmanın en iyi olacağı kanaatinde” dedi. Paşa da Sait Molla gibi düşünüyordu. Celile’nin de kendisine yardım etmesini istiyordu. Celile düşündü “Karar verebilmem için bana zaman verin lütfen” dedi.
Celile, “Bunlara kalırsa savaş hiçbir zaman bitmeyecek ve sükûn asla sağlanamayacak.” Bu nedenle eski kayınpederinin İngiliz muhibbi olma teklifini kabul etti ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne katılarak İngiliz mandası için elinden geldiğince çaba göstermeye başladı.
Bahriye Mektebi, içine Nâzım’ı da alan bir dedikoduyla çalkalanıyordu. Durum bir öğretmen arkadaşı tarafından Yahya Kemal’e iletilince çareyi birkaç gün izin almakta buldu. Şair ara vermenin işe yaramadığını okula döner dönmez öğrenecekti. Mektebin haşarı öğrencilerinden Necip Fazıl, Yahya Kemal sınıfa girer girmez “Hocam kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk çok üzüldük” dedi. Necip Fazıl bu davranışının cezasını “kodes” adı verilen tahta bir dolaba kilitlenerek çekecekti. Yahya Kemal önceki günlerden daha fazla paniğe kapılmıştı.
İlişkilerinin Nâzım’ın kulağına da gitmiş olabileceğinden fena halde korkmuştu şair. Celile ne kadar cesur, boyun eğmez, aldırmazsa, Yahya Kemal o kadar korkak, yelkenleri suya indiren, çevrenin ne dediğini fazlasıyla önemseyen bir kişiliğe sahipti. Celile ne kadar uğraştıysa da Yahya Kemal’i teskin etmeye muvaffak olamadı. Çareyi “Sen sakinleşene kadar ben babamı ziyaret edeceğim” diyerek kalkmaya hazırlanan vapura doğru yürümeye başladı.
Yahya Kemal şehir hatları vapurunun uzaklaşışını uzunca bir süre acı içinde izledi. Soğuk iliklerine işleyip titremeye başlayınca, her zaman oturduğu denize nazır çay ocağına gitti. Bir çay söyleyerek eline kalemini aldı ve şiirlerini yazdığı defteri çıkarttı.
“Artık demir alma günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gelim kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.”
Mondros Mütarekesi sonuçlarını veriyordu… İki hafta kadar önce İttihat ve Terakki kendini lağvetmiş, Enver, Talat ve Cemal Paşaların yurtdışına çıktıklarına dair bir haber ortalığı kasıp kavurmuştu. İşgal kuvvetlerinin donanması karaya üç bin beş yüz civarında asker çıkartmışlardı. Yeni hükümetin Ahmet İzzet Paşa tarafından birkaç gün içinde kurulacağı gazete haberleri arasındaydı. Celile “İşgal kuvvetleri kendileriyle çalışacak bir kukla hükümet kurmak istiyorlar” diye içinden geçirdi.
Ahmet İzzet Paşa hükümetinin yapacağı ilk iş “işgalin geçici olduğunu” açıklamak olacaktı. Yeni hükümete göre işgal, padişahlığı ve halifeliği korumak ve güçlendirmek için gerçekleşmişti. İşgal kuvvetleri İstanbul’u sadece azınlıklara yönelik bir katliam başlarsa Türklerden alacaktı. Bundan böyle, ülkenin her yerinde herkes padişahlık makamının İstanbul’dan vereceği kararlara uymak zorundaydı.
Celile, Büyükada’ya karamsar bir ruh haliyle geldi. Savoy Otele giderek vapurda yazmış olduğu pusulayı Yahya Kemal’e verilmek üzere resepsiyona bıraktı. Şair bir saat sonra ela gözlü parsın kapısında olacaktı.
Haftalar sonra şair vapur yolculuğunda elini cebine attığında dörde katlanmış bir pusula buldu. Pusulayı Nâzım yazmıştı. “Muallimim olarak girdiğiniz bu eve, babam olarak giremeyeceksiniz." Yahya Kemal neye uğradığını şaşırmıştı. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Birkaç gün sonra notu Celile’ye gösterdi. Celile “Çocuk işte” diye geçiştirmeye çalıştıysa da Yahya Kemal’e göre Nâzım on altı yaşında gençti.
Celile evlenme planları yapadursun, Yahya Kemal arkadaşı Yakup Kadri’ye çaresiz olduğundan, korkularından endişelerinden söz etmeye başlamıştı. Ayrıca, Celile’nin alıştığı lüks hayatı sağlamayacağından da korkuyordu. Kendi başına kaldığı zamanlarda sürdürdüğü özgürlük halinin sona ereceğinin kâbusu da basıyordu. Böylesi bir zapturapt durumuyla, şairliğini bağdaştıramayacağından çekiniyordu.
Birkaç gün sonra kapısını Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olduğunu söyleyen hafiye kılıklı bir adam çalmış, uzun uzun Celile ve ailesi ile bilgiler vermişti. Belli ki birileri ayağını denk almasını istiyorlardı! Adamın anlattıklarına göre, Mehmet Nâzım Paşa, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin Sait Molla’dan sonra gelen en ağır topuydu. Celile, çalışmalarında bu vatan haini adama yardımcı oluyordu. Teşkilat, İngilizlerden gelen parayla yiyecek, içecek, kılık kıyafet alıyor ve bunları yoksul insanlara dağıtıyor böylece bu ülkenin propagandasını yapıyordu. Hafiyeye göre, Celile ve İngiliz mandası için çaba gösteren öteki vatan hainleri, milletin direnme gücünü kırıyor, savaş azmini kurutuyordu. Hafiye konuşmasının bir noktasında lafı genç Mehmet Nâzım’a getirmiş, “Delikanlının Alemdar gazetesinde şiirler yazıyor olması da bu ailenin tümüyle Milli Mücadele’ye karşı olduğunu gösterir” demişti.
Yahya Kemal içten içe “Bu kadar da olamaz!” diye düşündüyse de hafiyeye “Kendisini tanırım, benden şiir dersleri alıyor. Temin ederim ki gerçek bir vatanseverdir” dememiş, diyememişti. Şair, esrarengiz misafirini yolcu ettikten sonra, uzun uzun ne yapacağını düşünmeye başladı. Kendisi için tehlike, belli ki geliyorum diyordu.
Nâzım okuldan mezun olmuş, okul gemisi olan Hamidiye’de stajyer güverte subayı olarak görev yapmaya başlamıştı.
Celile’nin içtenlikle yazmış olduğu mektup Yahya Kemal’i korkutmuştu. Nikâh masasına oturmak üzere olmak tedirginliğini had safhaya getirmişti. Celile ile yaşadığı aşk yüzünden önce Bahriye Mektebindeki işini kaybetmişti, ardından oğlundan bir dayak yemediği kalmıştı. Hele ki Teşkilat-ı Mahsusa hafiyesi tarafından kulağının çekilmiş olması onu iyice korkutmuştu. “En iyi ihtimalle…” diye düşündü. “Sadece İstanbul Darülfünun’daki hocalığımı kaybederim. Kim bilir ayrıca neler neler olur.”
Şairin koşullara ama daha da önemlisi “parsın ela gözlerine sahip” sevgilisine yenilmiş olduğunu kabul etmesinden başka çaresi kalmamıştı. Ayaklarının ucuna basarak uzaklaşma, büyük aşkına elveda deme zamanı gelmiş de geçiyordu. Masasına oturdu “Özlenen” şiiriyle Celile ile olan aşkına son verdi:
“Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde
Sen neredesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!
Dağlar ağarırken konuşmuştuk tepelerde
Sen nerde o fecrin ağaran dağları nerde”
Akşam güneşi artık deniz ufkunda silindi
Hülya gibi yalnız gezinenler köye indi
Ben kaldı, uzaklarda günün sesleri dindi
Gönlümle hayalet gibi, ben kaldım o yerde.”
Celile, Yahya Kemal ile olan aşkının bittiğini kabul eder etmez Sirkeci Garına giderek Paris’e bilet aldı. Annesini, babasını, kayınpederini ziyaret etti. Oğlu ile buluştu. “Biliyorsun, baban Hamburg’da ve ben de Paris’e gidiyorum. Nedenlerini gayet iyi biliyorsun. Senden ricam, paşa dedeni üzme ve Hamidiye’deki stajını aksatma” dedi.
Fransız gazeteleri İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği haberini sayfalarına taşıyınca, Celile çok etkilendi. Nedense, İstanbul’un işgalini es geçmiş olduğunu düşündü. Hafızasını yoklayıp, Büyükada’ya Yahya Kemal’le buluşmaya giderken gördüğü işgal kuvvetlerinin donanmasını hatırladı. O anda, bu gemilerin ne alma geldiğini tam olarak idrak edememiş olduğunu kendi kendine de olsa itiraf etti.
Celile, ilki 23 Mayıs’ta gerçekleşen ve seri halinde süren Sultanahmet Mitinglerinden birinin 13 Ocak 1920’de gerçekleşeceğini öğrenince mutlaka ülkesine dönmesi gerektiğini düşündü. İzmir’in işgalinden sonra, direniş örgütleri tarafından düzenlenen mitingler sayesinde, insanlar İstanbul’dan Anadolu’ya geçiyor, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan Milli Mücadele’ye omuz veriyordu. Onlar gibi düşünüyor olmasa da, Celile katıldığı mitingden etkilenmişti. Ertesi gün soluğu eski kayınpederinin evinde aldı. “Biz İngiliz Muhipleri Cemiyeti için çalışmayı sürdürelim diyoruz ama galiba millet farklı düşünüyor” diyerek başlattı konuşmasını. Paris’ten döner dönmez kayınpederi ile birlikte çalışmaya yeniden başlamıştı. İngilizler adına yoksul muhitlerde kumanyalar dağıtmaya devam ediyor, bu ülkenin propagandasını yapıyordu. Acaba, doğru bir iş miydi yaptığı? Mehmet Nâzım Paşa, Celile’nin kafasının karışmış olduğunu görünce “Biz haklıyız Celile” dedi. Başka söyleyecekleri de vardı paşanın.
“Halide Edip, Yunus Nadi gibi isimler Amerikan mandasının olmayacağını görünce Milli Mücadelecilerin yanında yer almaya karar verdiler. Bu işin baştan böyle olması gerektiği belliydi. Hamdullah Suphi, Mehmet Emin gibi isimler ise baştan beri ülke sathında savaşarak düşmanı yenme derdindeydiler. Olabileceğine zerre kadar ihtimal versem, niye onların yanında yer almayayım? Ama umut yok Celile! Öyleyse ne manası var bunca insanın kanının dökülmesine” dedi paşa.
Celile açısından diğer önemli bir mesele de İbrahim Bey’in kendisine evlenme teklif etmiş olmasıydı. Kaymakam olarak görev yapan İbrahim Bey, Celile, Paris’ten İstanbul’a döner dönmez karşısına çıkmış ve “evet” demesi halinde nikâh masasına oturmaya hazır olduğunu söylemişti. Güzel kadın ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Yeni bir ev kurmanın zorlukları ortadaydı ve kararını verdi. İbrahim Bey ile yıldırım nikâhı kıydırdı.
Mehmet Nâzım Paşa, Celile’nin Yahya Kemal ile yaşadığı aşkın ve ardı sıra gelen yıkımın gayet iyi farkındaydı. Kızı gibi sevdiği eski gelininin kendini toparlamış olmasına sevindi. Celile’nin, hayata dair beyaz bir sayfa açmış olduğu her halinden belli oluyordu. Kaymakam İbrahim Bey ile yaptığı o saçma sapan ve sadece birkaç hafta süren evliliği ise, çoktan yok saymıştı Paşa.
Celile oğlunun iyice büyümüş olduğunu, aklını, bilgiden de istifade ederek kullanmaya başladığını ilk kez hissetti. “Ben ve deden, bu ülkenin çektiği ıstırap sona ersin istiyoruz. Bu nedenle savaştan yana değil, barıştan yana olan politikaya destek veriyoruz” dedi. Nâzım kızdı. Yüzünün ifadesini önce üzgün, sonra komik olanla değiştirdi. “Düşman çizmesi altında bir barış.” “Bakınız validem, siz zannediyorsunuz ki İngilizler bu ülkeye hâkim olduğunda her yer gül bahçesi olacak. Görmüyor musunuz Hindistan’da ve diğer egemen oldukları ülkelerde yaptıklarını? Egemen oldukları toprakların büyük bir kısmını kaybetmiş olabilirler ama sömürgeci emelleri sürüyor. Benim ülkemin insanları, ancak kendi bayraklarının altında, kendileriyle ilgili kararları bizzat kendileri verdiklerinde mutlu olabilirler. Demek istediğim, bağımsızlıkları uğruna canlarını vermekten imtina etmezler. Bunu seve seve yaparlar.” “Bana kalırsa, bundan böyle bu toprakların kaderini belirleyecek olan, İstanbul’daki kuklalar değil, Ankara’da toplanan milletvekillerinin arasından seçilecek hükümet olacaktır.” Dedesi ve annesi söylediklerine itiraz etseler de genç Nâzım aldırmadı.
Saltanat şûrası Yıldız Sarayı’nda tam kadro toplanmıştı. Şûrayı Padişah Vahdettin açmış ve ilk sözü Damat Ferit almıştı. Paris’te yakınında bulunan Sevr’de yapılacak olan antlaşmayla, İstanbul ve küçük bir toprak parçasının bize kalacağını, geri kalan toprakların ise Fransa, İngiltere, İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılacağını söylemişti. İmzalarsak iyi kötü bir toprak parçasına sahip olacağımıza, aksi takdirde dünya haritasından silineceğimize özel olarak vurgu yapmıştı. Bunun üzerine padişah ayağa kalkmış ve antlaşmayı imzalamaktan yana olanların ayağa kalkmasını rica etmiş, topçu Ferik Rıza Paşa dışındakiler ayağa kalkmıştı. 11 Ağustos 1920 tarihli gazeteler Sevr Antlaşması’nın imzalandığını bildiriyordu.
Celile, Nâzım Paşa’yı ziyaret ettiğinde; “Evet Celile, bir tarafta az önce senin dillendirdiğin sıradan insanların dramları, diğer tarafta dünyanın kaderine oynamış ailelerin, mesela Romanov’ların, Osmanoğulları’nın…” “Hatırlayacaksın, 1917 yılında II. Nikola kardeşi Mihail lehine tahttan çekilmiş kardeşi de bunu reddetmişti. Tahtta kalan Nikola Romanov ve ailesinin üyeleri 1918 yılında kurşuna dizildiler. Bugün Osmanoğulları İstanbul’da İngilizlerin koruması altında. Peki ya gün gelir İngilizler çekip giderse?”
“Yani siz şimdi, milli kuvvetlerin kazanma, İstanbul’u dahi teslim alma ihtimalinden mi söz ediyorsunuz? Böyle bir durumda padişah ve ailesinin kurşuna dizilebileceğini mi ima ediyorsunuz?”
Nâzım Paşa, “Milli kuvvetlerin Anadolu’da sistemli bir şekilde hareket etmesi, sarayda endişe ile karşılanıyor. Çünkü Sevr’de yapılmış antlaşma manasızlaşmış durumda. İngiliz, Fransız her kim olursa olsun, karşısında asıl güç gibi gördüğü padişah ve sarayın kendileri olmasa İstanbul’da bile hükmünün geçmeyeceğinin farkında. Kendileri de burada aynı gücü sonsuza kadar tutamayacaklarına göre…”
Celile “Gün gelir de İngiliz ve Fransızlar, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla anlaşmak zorunda kalırlarsa mı demek istiyorsunuz?” diye araya girdi.
“Evet. Böyle bir durumla karşı karşıya kalınırsa, hangisi daha doğru olur? Romanov’lar gibi kurşuna dizilmeleri mi yoksa bir ülkeye sığınıp canlarını kurtarmaları mı?”
Sevr’den önce alınan kararların ve imzalanan antlaşmanın bir hükmü kalmadığına göre, acaba padişahın bir sonraki adımı olacaktı?
Celile evine döndüğünde biri subay iki asker kapıyı çalmış, “Hikmet oğlu Nâzım bu evde mi yaşıyor?” diye sormuşlardı. Celile “Hayır, niye sordunuz? deyince, “Bizde kayıtlı olan adresine gittiğimizde o ikametgahın dedesi Mehmet Nâzım Paşa’nın evi olduğunu öğrendik. Ondan da sizin adresinizi aldık. Kendisine bir tebligatımız var” cevabını almıştı. Celile, annesi olduğunu ancak kendisinin nerede olduğunu bilmediğini söyleyince, subay elindeki sarı zarfı işaret ederek, “Ona ulaştırılması gerekiyor ama isterseniz siz de teslim alabilirsiniz” demişti. Celile zarfı açtığında “1902 Selanik doğumlu Hikmet oğlu Nâzım, aşırıya kaçan davranışlarından dolayı askeriyeden ihraç edilmiştir…” yazıyordu. Celile, oğlu arkadaşı Vâlâ Nureddin ile birlikte Zonguldak’a gittiklerini biliyordu. Oğlunun 20 Ocak 1921’de Kastamonu’dan yazdığı mektupta Ankara’ya bir an önce ulaşmak için büyük heyecan içinde olduklarını, kendisine Matbuat Müdürlüğünde teklif edilen işten söz ediyor, bu işi yaparken zorluk çekmeyeceğinden, çünkü yazmayı zaten çok sevdiğinden dem vuruyordu. Nâzım uzun mektubunda Spartaküsçülerden, diğer siyasal akımlardan, sınıf meselelerinden ve emperyalizmden söz ediyordu. Oğlunun savaşa katılmak için Anadolu’ya doğru yola çıkmış muhtelif görüşlerdeki insanlarla olan konuşmalardan dolayı fikirlerinden etkileniyordu diye düşündü Celile.
Çok geçmeden, takvimler 18 Kasım 1922’yi gösterirken, gazeteler Padişah Vahdettin’in 17 Kasım sabahı Malaya adlı savaş gemisi ile yurdu terk ettiğini yazıyordu. Ankara hükümeti tarafından hilafetin resmen kaldırılması ve ardından padişahın İstanbul’u terk etmesiyle birlikte, Osmanlı tarihinde bir dönem kapanıyor, yeni bir dönem açılıyordu.
Celile, İstanbul’da bulunan işgal kuvvetlerinin, ilk günlerde sahip oldukları özgüvenin yerine korkuya bıraktığını fark ediyordu. 1918’den 1922’ye kadar geçen dört yıllık süre içerisinde, Anadolu kuvvetleri psikolojik ve fiziksel üstünlüğü ele geçirmiş gibi görünüyordu. “Ankara hükümeti gökten zembille inmedi. Şu anda bir bozkırda ikamet ediyor da olsa, derme çatma bir çatının altında da bulunsa, oradakiler Osmanlı’nın en değerli devlet adamları. Askeriyle, siviliyle, zor yetişir bir aydın zümre var şimdi o çorak topraklarda. Bakmayın siz saraylarda, şatafatlı üniformalarla dolanıyor olmamalarına. Her birinin beyni tarih bilinci, hepsinin yüreği vatan sevgisiyle dolu bundan emin olun. Bu nedenle, ben geleceği umutla bakıyorum” diyordu.
Gazetelerin başlıkları alabildiğine kışkırtıcıydı: Zaferden Zafere, Büyük Müjde, Mudanya Zaferi, Türkiye Yeni Baştan Doğdu…
Yaşlı adam, gelininin kapıdan içeriye o günün gazetelerini sallayarak girmesine çok da sevinmiş gibi görünmedi. Celile, sıkıntısının nedenini sorgulayınca, yaşlı adam, “Geleceğime, geleceğimize dair endişeler!” dedi oflayarak. “Nasıl yani?” diye sordu Celile.
“Biliyorsun, savaş iyiden iyiye işgalcilerin aleyhine dönünce, Sait Molla ve bir dünya insan kuyruklarını kıstırıp İngiliz Elçiliği’ne sığındı. Hepsine özel pasaportlar verildi ve daha Mudanya görüşmeleri başlamadan ülkeyi terk etmeleri sağlandı.” Celile, paşanın ne demek istediğini anlamıştı. Bu konuyu daha önce de konuşmuşlardı. İngilizlerin Sait Molla’ya koruma sağlamaları anlaşılır bir durumdu. Oysa paşa ve kendisi, o kadar da büyük bir tehlike altında sayılmazdı. Özellikle de son dönemde Sait Molla’ya iyiden iyiye sırt çevirmiş olmaları, ellerini kuvvetlendirmiş olmalıydı.
Mudanya’da savaşa nokta konulmuş olması herkesin yüreğine su serpmişti. Nâzım son mektubunda mütareke öncesinde kendisinin Türkçe, arkadaşının ise Fransızca öğretmeni olarak Bolu’ya atandıklarını bildirmişti. Ela gözlü parsın sevgili oğlu bir daha mektup göndermemiş ortak tanıdıkları vasıtasıyla, eğitim için Sovyetler Birliği’ne geçeceğine dair haberler iletilmişti.
İşgal kuvvetleri henüz kentteydi ama ayakaltında görünmemeye özen gösteriyorlardı. Mudanya’dan gelen güzel haberlerin üzerinden henüz üç ay geçmeden gazetelerde Lozan’da konferans düzenleneceği haberleri yer alıyordu.
Nâzım, İstanbul’da Aydınlık dergisinde iş bulmuş çalışmaya başlamıştı. Bu durum Celile’yi oldukça korkutmuştu. Çünkü bu derginin Türkiye Sosyalist İşçi Köylü Partisi’nin yayın organı ve çevresinde toplananların da Türkiye’de oturtulmaya çalışılan yeni düzene karşı olduklarının gayet iyi farkındaydı. Daha çok Sovyetler Birliği gibi bir düzen kurulmasını hedefleyenler ile ülkeyi muasır medeniyetler düzeyine taşımaya çalışanların arasında bir mücadele olacağı gün gibi aşikârdı. Nâzım çocukluğundan tanıdığı Nüzhet Hanım’ın ailesinin işi gereği Moskova’da olduğu zamanlarda arkadaş olup evlenmişlerdi. Annesi bu duruma çok üzülmüştü.
Aydınlıkçılar, önce İzmir İktisat Kongresi’nde dile getirdikleri öneriler, sonra 1 Mayıs bildirisinde kullandıkları ifadeler nedeniyle kara listeye alınmışlardı. Lozan üzerine yaptıkları yayın iyi karşılansa da, Lenin için hazırladıkları özel sayı, hükümetin iyice canını sıktı. Yirmi kişi tutuklandı. Yakalanmış olsaydı Nâzım’da onların arasında olacaktı.
Celile, “Peki nerededir şimdi?” diye sordu. Vâlâ Nureddin arkadaşının nerede olduğunu bilmiyordu. İlerleyen günlerde, Aydınlık’tan Şefik Hüsnü ve on iki arkadaşı İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış ve ağır hapis cezasına çaptırılmıştı. Birkaç ay sonra Nâzım’ın Moskova’da olduğunu öğrendi.
Mehmet Nâzım Paşa, Osmanlı’nın en zor zamanlarında Mersin, Selanik, Diyarbakır, Konya, Halep’te devlet hizmetinde bulunmuştu. Şimdi küçük bir ev köşesinde emekli maaşını bile alamadan yaşamaya çalışıyordu. Öte yandan, yaşlı adamın yurtdışına sürgün edilen yüz elli kişiden biri olmadığına seviniyordu Celile. Kısa bir süre sonrada Paşa Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Celile, “Hepimiz Osmanlı artığımız ama...” diye söylendi.” “Sadece hanedana sahip çıkmış olanlar bu muameleyi görüyor.” Cenaze töreninde yeni kurulan devleti temsilen bir tek katılımın bile olmaması bunun en önemli göstergesiydi.
Nâzım, 1926 yılında Cumhuriyet kutlamaları şerefine çıkartılan af yasasının kendisini de kapsadığını öğrendiğinde Türkiye Büyükelçiliği’ne giderek hemen başvurmuştu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış hakkında açılmış olan dünya kadar dava dosyası nedeniyle bir buçuk yıl beklemek zorunda kalmıştı.
Nâzım, Büyükelçiliğinin kendisini yok saydığını anlayınca sahte pasaport hazırlatmıştı. Sahte pasaportla ülkeye giriş yaparken önce Hopa’da bekletilmiş sonra Rize’ye gönderilmişti. O Rize’ye gönderilene kadar pasaportsuz sınır geçme cezası olan üç ay dolmuştu. Diğer suçları olmasa salıverilecekti. Ancak hâkimler genç komünistin evveliyatından haberdardı. Önce kelepçeli olarak Ankara’ya oradan İstanbul’a sonra tekrar Ankara’ya gönderildi. Basın Nazım’dan yanaydı ve şaire yapılanların yakışık almadığını yazıyordu. Takvimler 23 Aralık 1928’i gösterdiğinde yeni çıkan af yasası ile serbest kaldı.
Nâzım’ın yazılarına en büyük tepki Yakup Kadri’den gelmişti. İkdam gazetesine verdiği röportajda “Bazıları ipten ve kazıktan kurtulmuş kaşarlı sabıkalılardır. Bunların içinde öyleleri vardır ki, daha yirmi beş yaşına basmadan hayatlarının en güzel çağını zindan köşelerinde çürütmüşlerdir… Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek Maarif Vekâletini dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz’i aşıp Bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan biri…”
Celile, oğlu ile birlikte Hikmet’in ağır hasta olduğunu ve hastanede yattığını öğrenince yanına gittiler. Kısa bir süre sonra da Hikmet’te Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Oğlunun yeni yayımlanan kitabı Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nı okumak için koltuğa oturdu. İlk sayfalardan itibaren okuyacağı destanın Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile ilgili olduğunu anladı. “Tek kelimeyle, muhteşem” diye düşündü ela gözlü pars.
“(…) Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz
Serez çarşısı kör
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor…”
Yine, Ankara’daydı Celile. Aralarında Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım’ın da bulunduğu otuz kişi bu kez de “orduyu ve donanmaya isyana teşvik etmekle suçlanıyorlardı” Nâzım, yirmi sekiz yıl dört ay Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmıştı. Celile oğlunun başına açtığı bu bela nedeniyle çok kızmıştı. Kendi de fena halde üzülüyordu. Elli sekiz yaşına gelmiş bir kadının uğraşacağı işler değildi bunlar! Öte yandan, anne kalbi taşıyordu ve “mutlaka bir şeyler yapması gerektiğini” düşünüyordu.
Nâzım’ın, Cumhurbaşkanı Atatürk’e yazdığı mektubu okudu.
“Cumhur Reisi Atatürk’ün Yüksek Katına,
Türk ordusunu “isyana teşvik” ettiğim “iddiasıyla” on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını “isyana teşvik etmekle” töhmetlendiriliyorum.
Türk inkılabına ve senin başına and ederim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedi.
Yurdumun ve inkılapçı senin karşında alnım aktır.
(….)
Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu “inkılap askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.
Kemalizmden ve senden adalet isyorum.
Türk inkılabına ve senin başına and ederim ki suçsuzum.
Celile Kadıköy’deki evinde, Nâzım Bursa Cezaevinde iken 10 Kasım günü kötü haberi aldılar. Af konusunda bel bağladıkları, umutlu oldukları Atatürk vefat etmişti.
1 Eylül 1939’da Hitler, “Topyekün savaş!” emri verdiğinde 2. Dünya Savaşı başlamıştı.
Celile hapis yatan oğlunu Bursa Cezaevinde oğlunu ziyaretinde onu solgun görünce “Neyin var?” diye sordu.
“Müttefikler Paris’i ele geçirdi, Sovyet tankları Berlin’e girdi, Hitler ile karısı Braun intihar etti, Mussolini ile metresi Petacci yakalanıp öldürüldü, Japonya teslim bayrağı çekti ve ben de bu arada bir kalp ve bir karaciğerden oldum diye cevapladı annesinin sorusunu.”
Celile “Yeni adresim bu” diyerek küçük bir kâğıt tutuşturdu oğlunun eline. Selçuk Hanım Mahallesi, Irgındı Sokağı, No:24 Bursa. “Sonunda” dedi. “Yaptın yapacağını.” Annesinin Bursa’ya taşınmasına epeyce karşı çıkmış sonunda teslim olmuştu Nâzım. Annesinin Bursa’ya yerleşmesindeki asıl neden ise hasta oğluna göz kulak olmaktı. Yemek götürmek, ilaçlarına ve kontrollerine dikkat göstermek istiyordu yaşlı kadın.
Celile ve Nâzım ümitlerini keserken, dağın tepesinden yuvarlanan kartopu gibi büyüdü. Dünya, Nâzım’dan söz eder, şiirlerini yayımlar olmuştu. Nâzım’ın şiirlerini, o dönemde Fransa’da Milli Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak bulunan Sabahattin Eyüboğlu Fransızcaya çeviriyordu. Yurtiçinde Türkiye Gençler Derneği, Avrupa’da İleri Jöntürkler Birliği, Nâzım’ın serbest bırakılmasına için kampanyayı büyütmek için gayret gösteriyorlardı.
Fransız şair Tristan Tzara’nın başkanlığında Nâzım Hikmet’i Kurtarma ve Eserlerini Yayma Komitesi kurulmuş, Picasso, Aragon, Camus, Sartre, Simone de Beauvoir, Yves Montand dâhil olmak üzere yirmi dokuz yazarın imzasıyla UNESCO’ya mektup göndermişlerdir. Traza’nın başını çektiği komite 6 Kasım 1949’da başbakana bir mektup göndererek bir an önce Nâzım’ın özgürlüğüne kavuşturması istenmiştir.
Mektubun önemli bölümünde; “İmzacı ülkeler arasında Türkiye’nin de bulunduğu Birleşmiş Milletler Antlaşması’na aykırı düşen, Nâzım Hikmet’in haksız yere cezaevinde tutulması, başlıca görevlerinden biri insanın manevi özgürlüklerini savunmak olan UNESCO’yu yakından ilgilendirmektedir…” diyordu.
Celile bir gün, üç milyonu aşkın öğrenci adına Uluslararası Öğrenciler Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına gönderdiği mektubu getirdi Nâzım’a. Bu mektupta da “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin açık bir şekilde ihlal edildiği, bu duruma derhal son verilmesi gerektiği” yazılmıştı.
Dünya ayağa kalkmış, Türkiye birbirine girmiş, bir tek hükümet görmemiş, duymamış, konuşmamıştı Nâzım’ın salıverilmesi konusunu. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950’de, Meclis Başkanı Şükrü Saraçoğlu’na, Adalet Bakanı Fuat Sirmen’e, Milli Savunma Bakanı Hüsnü Çakır’a birer mektup göndermiş ve Nâzım’ın serbest bırakılmasını talep etmişlerdi. Mektup, Nâzım’ın davasının hukuki dayanıksızlıklarını anlattıktan sonra “Zamanımızın en büyük yazarlarından ve en seçkin düşünürlerinden biri ceza ve cefa çekmektedir. Hastalığından dolayı hayatı tehlikededir. Hakkın açık ve kaba bir şekilde ihlalini hiçbir dürüst vicdan kabul edemez” diyordu.
Çabalar sonuç vermeyince Nâzım 8 Nisan 1950’de açlık grevine başladı. 9 Nisan sabahı Celile, avukat İrfan Emin’in Sirkeci’deki bürosuna uğradı. Bürodakiler cumhurbaşkanına gönderilecek telgraf metni üzerinde çalışıyorlardı. İrfan Emin’in telgrafı etkili olmuş Ankara’dan diğer avukatı Mehmet Ali Sebük telgrafında “girişimlerin sonuçlanmak üzere olduğunu” bildirmişti. Açlık grevinin ertelenmesini istiyordu. Nâzım 13 Mayıs’ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırıldı ve 19 Mayıs’ta açlık grevine son verdi.
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi ağır bir yenilgi almıştı. 15 Temmuz 1950 tarihinde yürürlüğe giren af yasası ile on üç yıl beş ay hapis yatan Nâzım özgürlüğüne kavuşmuştu.
Nâzım’ı hapisten Vâlâ Nureddin çıkardı ve Salacak’taki evine götürdü. Daha sonra Celile geldi ve oğlu ile Münevver’i görünce çok mutlu oldu. Nâzım, annesinin kulağına “bugün beni yeniden doğurdun” dedi. Celile 1956 yılında Ankara’da açmış olduğu resim sergisinden kısa bir süre sonra kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yumdu.
Cengiz Emik
Ankara, Haziran 2023