Yakın tarihin en büyük siyasi ve hukuki skandallarından biri olarak bilinen, 19. yüzyılın sonunda başlayan ve 20. yüzyılın başında devam eden ve tarihe Dreyfus Davası olarak geçen vaka, 1894’te Fransız ordusunun Yahudi asıllı yüzbaşısı Alfred Dreyfus’un “Almanya için casusluk yapma” iddiasıyla yargılanıp mahkûm olmasıyla başlar. Dreyfus’un suçsuzluğuna inanan yazar Émile Zola ve çok sayıda aydının verdiği hukuk ve adalet mücadelesi ile devam eder. Yargılama 1906’da nihayete erecek, Dreyfus aklanacak ve görevine geri dönecektir.
On iki yıl süren yargılama boyunca Fransa’da ve dünyanın birçok ülkesinde Dreyfus Davası gündemde kalmış, dava bittikten sonra da “iktidar-yargı” ilişkisine örnek olarak tartışılmış ve dünyada adalet arayışının sürdüğü sürece de tartışılmaya devam edecektir.
Olayın başladığı 1894 yılına gitmeden önce bir “casusluk olayı” olarak başlayan Dreyfus Davası’nın nasıl olup da Fransa’yı ayağa kaldıran toplumsal bir olaya dönüşmüştür. Öncelikle davanın seyrini etkileyen iki temel unsurun, 1870-1871 yıllarında süregelen Prusya-Fransa arasındaki savaştan sonra Fransız halkının Almanlara karşı aldıkları düşmanca tavır ve 1889’da Fransız Panama Kanal Kampanyası’nın iflas etmesinde rüşvet alan kişiler arasında iki Yahudi milletvekilinin bulunması olduğunu söyleyebiliriz. Davanın başlamasıyla karşılık bulan antisemitist politikalar, basının da kışkırtmasıyla Dreyfus ve sonra açılan Zola davalarında Fransız halkının ikiye bölünmesine neden olacaktı: “İmparatorluk ile Cumhuriyet”, “Kilise ile Laiklik”, “Asker ile Sivil” ve “Sağcı ile Solcu”…
Davanın başladığı 1894’de Paris’teki Almanya Büyükelçiliği’nde temizlikçi olarak çalışan ve aynı zamanda Fransız istihbaratında görevli olan Marie Bastian, 26 Eylül 1894’de Alman askeri ataşesi Maximilian von Schwartzkoppen’in çöp sepetinde yarı yanmış bir kâğıt bulur. Fransız ordusuna ait gizli bilgiler içeren, daha sonra “bordro” olarak anılan kâğıttaki “D” harfinin kimin adının baş harfi olduğunu bulmak için yapılan “araştırmalar” kısa zamanda sonuçlanır. Suçlu bulunmuştur: Yüzbaşı Alfred Dreyfus.
Dreyfus, Ekim 1894’de “vatan hainliği” suçlaması ile tutuklanır. Suçsuz olduğunu söylemesine rağmen önce Genelkurmay’da görevli subaylar, sonra da anti-semitist çizgileri ile bilinen milliyetçi gazeteler tarafından suçlu ilan edilir. Ekim’de Le Soir gazetesi, Kasım’da Libre Parole gazetesi Dreyfus’a karşı bir linç kampanyası başlatır. Soruşturma, Yahudi düşmanlığı ile bilinen Yüzbaşı Sandherr tarafından yürütülür. Dava başlamadan Dreyfus’un “suçluluğu” kesinleşmiştir.
Émile Zola’nın Dreyfus’un suçsuzluğunu savunan yazılar yazmaya başlaması ile Dreyfus Davası ivme kazanacaktır. Beklenen açıklama gelmekte gecikmez: Savaş Bakanı General Auguste Mercier, Kasım’da Le Figaro gazetesine Dreyfus’un suçluluğunun “neredeyse kesin olduğunu” açıklar. Paris Birinci Savaş Konseyi’nde, 19 Aralık’ta, gizli oturumla başlayan dava, yıldırım hızıyla 22 Aralık’ta sonuçlanır. Yedi yargıcın oy birliğiyle Dreyfus suçlu bulunup ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. 31 Aralık’ta temyiz davası da aynı hızla görüşülerek reddedilir. 5 Ocak 1895’de Dreyfus’un rütbesi sökülürken o bir kez daha suçsuzluğunu haykırır.
Alfred Dreyfus, Şubat 1895’te cezasını çekmek üzere, Fransız Guyanası’nda Şeytan Adası’na yollanır. Dreyfus karşıtı yayınlar, gösteriler ve saldırılar şiddetle sürmeye devam eder. Temmuz’da Yüzbaşı Sandherr’in yerine Yarbay Georges Picquart atanır. Picquart’ın casusun Binbaşı Walsin Esterhazy olduğundan şüphelenmesi davanın seyrini değiştirecektir ki, Savaş Bakanı General Billot, yeniden dava açılmaması için Picquart’ı önce doğuda, ardından da Tunus’ta görevlendirir.
Zola, La Figaro’da yayınlanan üç yazısından ilki olan 25 Kasım 1897 tarihli “Gerçek Yürüyor” başlıklı yazısında adalet arayışı için Scheurer-Kestner’i şu satırlarla över:
“Bay Kestner yüksek mevkiinin, servetinin ve mutluluğunun yıkılması pahasına gerçeği ortaya çıkarmasını emreden ödevini anlatırken şu hayranlığa değer sözü söylemişti: ‘Başka türlü yaşayamazdım.’ İşte, bu olaya adı karışmış olan tüm namuslu kişilerin söylemesi gereken de budur; adaletin yerine gelmesini sağlayamazlarsa yaşayamayacaklardır. Eğer siyasal nedenler adaletin gecikmesini gerektiriyorsa, bu kaçınılmaz sonucu daha da ağırlaştırarak geciktiren yeni bir hata olacaktır. Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacaktır.”
Bu arada Picquart, Paris’e dönerek suçlunun Binbaşı Esterhazy olduğunu ispata çalışır. Esterhazy, Paris Birinci Savaş Konseyi önüne çıkarılır. Genelkurmay, suçlunun Dreyfus’un olduğunda ısrar etmektedir. Gazeteler de Dreyfus’a ve Dreyfus savunucularına karşı azgınca saldırmaktadır. Bütün bu olup bitenlere karşı olanca gücüyle haykıran Zola’nın mücadelesi Dreyfus’un suçsuzluğunun kanıtlanmasında en önemli dayanaklardan biri olacaktır.
Zola’nın 5 Aralık 1897’de Le Figaro’da yayınlanan “Tutanak” başlıklı son yazısı Dreyfus olayında yaşananları bütün çarpıcılığı ile anlatmaktadır:
“İlk aşama sona erdiğine göre, o karanlık ve karışık durum, nice çirkin vicdanları açığa çıkaran o rezalet bittiğine göre, tutanak kaleme alınmalıdır: o kepazeliğin özeti yapılmalıdır. İlk önce, basını ele alalım. Aşağılık basının azgınlığını gördük. Sağlıksız meraklara seslenerek, para kazandılar. Karalanmış kâğıt parçalarını satmak için halkı allak bullak ettiler. Çünkü halk sakin, sağlam ve güçlü kalsaydı müşteri bulamazlardı. Bunlar özellikle akşam çığırtkanlarıdır. İri puntolu ahlâksızca başlıklarıyla gelen geçeni durduran varakparelerdir bunlar. (…)
En sonunda, yüksek basının, ciddi ve onurlu diye adlandırılan basının tüm bunlara kaygısızca yardımcı olduğunu gördük. Bu basın kesiminin şaşırtıcı diyebileceğim bir soğukkanlılıkla bu tutumu aldığını belirtmek zorundayım. Bu dürüst gazeteler, her şeyi, gerçeği olduğu kadar hatayı da titiz bir özenle saptamakla yetindiler. Zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmadılar. Kuşkusuz tarafsızlıktı bu. Ama ne anlamı vardı? Bir tek yüksek ve soylu ses, bu namuslu basında bir tek ses çıkıp da insanlığın, hakarete uğrayan adaletin yanını tutmamıştır!
Böyle bir manzaranın öbür seyirciler üzerinde nasıl bir etki yaptığını bilmiyorum; çünkü kimse konuşmuyor, kimse öfkelenmiyor. Ama bu manzara beni ürpertti; çünkü böylece, çektiğimiz hastalık beklenmedik bir şiddetle kendini gösteriyordu.
“İtham ediyorum! Cumhurbaşkanına Mektup” başlıklı yazıyı kaleme alır. Cumhurbaşkanı Félix Faure’a hitaben yazdığı yazı 13 Ocak 1898’de L’Aurore gazetesinde tam sayfa olarak yayınlanır. Gazete birkaç saat içinde üç yüz bin adet satar. Büyük bir heyecanla karşılanan yazı, Dreyfus savunucularına yeni bir enerji kazandıracak, davayı başka bir düzleme taşıyacaktır.
“Dürüst insanları bunu okumaya çağırıyorum, bakalım orada, Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz cezayı düşününce, yürekleri öfkeyle hoplamadan ve başkaldırılarını haykırmadan okuyabilecekler mi? Dreyfus birkaç dil bilir, suç; evinde kendisini zor duruma düşürecek hiçbir kâğıt bulunamamıştır, suç; çalışkandır, her şeyi bilmek ister, suç şaşırmaz.”
“Sayın Başkan, gerçeği söyleyeceğim, çünkü kendisine kurala uygun biçimde başvurulan adaletin bunu eksiksiz olarak yapmaması durumunda, söyleyeceğime söz verdim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak.
En şiddetli kesinlikle yineliyorum: Gerçek su yüzüne çıkıyor ve hiçbir şey onu durduramayacak. Olay ancak bugün başlıyor, çünkü konumlar ancak bugün açık olarak ortaya çıktı: bir yanda, ışığın parlamasını istemeyen suçlular; öbür yanda, ışığın parlaması için canlarını verecek doğrucular. Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İleride, yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz. Benim tek bir tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değil. Beni ağır ceza mahkemesine çıkarmayı göze alsınlar ve soruşturma gün ışığında, apaçık yapılsın. Bekliyorum.”
Zola’nın sarsıcı yazısı etkili olmuştur. Hem de kimsenin beklemediği kadar. Dava ile ilgili herkes birer ikişer, sahneyi terk edecektir. Şubat 1898’de Zola hakkında “orduya hakaretten” dava açılır. Aralarında Anatole France, Marcel Proust, Brunot, Octave Mirbeau, Paul Alexis, Claude Monet, Émile Durkheim, Gabriel Monod, Leon Blum gibi aydınların imzalarının bulunduğu Zola’ya destek bildirileri yayınlanır. “Cumhurbaşkanına Mektup”, Fransız halkının Dreyfus’un suçsuz olabileceğini düşünmeye başlamasına ve aynı zamanda bir aydın hareketinin doğmasına neden olacaktı. Zola artık Dreyfus karşıtlarının hedef tahtasındadır. Ağır hakaretler içeren yazılar, gösteriler, saldırılar ve peş peşe açılan davalarla karşı karşıya kalır. Dava sonunda Zola “devlete hakaretten” bir yıl hapis ve 3 bin frank para cezasına çaptırılır.
Haziran 1899’da Dreyfus, beş yıl hapis yattığı Şeytan Adası’ndan tahliye edilir. Temmuz’da Esterhazy’in Dreyfus’u suçlayan “kanıtı” kendisinin yazdığını itiraf etmesi üzerine, dava Ağustos’ta yeniden açılır. Ancak Genelkurmay hukukun evrensel ilkelerini görmezden geldiğini, gerçek suçluyu bilerek koruduğunu, adil bir yargılama yapmadığını kabul etmeyecektir. Masum bir insanı yıllarca mahkûm etmesini açıklayamayacağı için mahkeme kararı değişmeyecek, Dreyfus yine suçlu bulunacaktır. Ancak Fransa’nın ve de dünyanın yakından izlediği davada artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Bu kez ceza “hafifletici nedenlerle” 10 yıl olacaktır. Hukuka ve orduya duyulan güvenin sarsılmaması ve 1900 Paris Dünya Fuarı’nın açılışının bu davanın gölgesinde kalmaması düşüncesiyle ordunun ve iktidarın suçunu ört pas etmek için orta bir yol bulunur. 19 Eylül’de Cumhurbaşkanı Émile Loubet, Dreyfus’un af kararını imzalar.
29 Eylül 1902’de, Émile Zola Paris’te evinde ölü bulunur. Zola, onca mücadele verdiği Dreyfus’un aklandığını göremeden ölmüştür. Yatak odasındaki ocağın bacasının tıkanması sonucu karbonmonoksit zehirlenmesinden ölen Zola’nın suikaste uğradığı iddiaları ortaya atılmışsa da bu iddialar kanıtlanamaz. Paris’te Cimetière Montmartre’da düzenlenen cenaze törenine elli bin kişi katılır. Törende konuşma yapan Anatole France, arkadaşı Zola’yı “İnsan bilincinde evrensel bir ânı teşkil ediyordu.” sözleriyle uğurlar.
Yargıtay, 5 Mart 1906’da davayı yeniden açar. Önceki karar esastan bozularak kaldırılacak ve Dreyfus’un hakları geri verilecektir. 1906’dan yüz yıl sonra, 2006’da, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, “Dreyfus olayı Fransa ve Fransız tarihi için kara bir lekedir” sözleriyle Dreyfus ve Zola’dan ve Fransa toplumundan özür diler.
“Aydın, yaşadığı dönemde olaylara şahit olup haklıdan, mazlumdan, yana olan; haksızlık karşısında, zulüm karşısında korkup susmayan ve gerektiğinde bedel ödeyebilendir. Aydın olarak bilinen kişi susuyorsa, korkuyorsa, bedel ödeyemiyorsa, aydın sıfatını yitirir. Yoksa dünyanın en kolay işidir hükmedenden, güçlüden yana tavır koymak.”
Cengiz Emik
Ankara, Haziran 2023