“Yeryüzünde iki karşıt gücün mücadelesi sürüyor: Birisi her gün savaş için yeni yollar icat eden kan ve ölümün gücü… diğeri insanlığı, onu takip eden talihsizliklerden kurtarmayı hedefleyen barış, emek ve refahın gücü.” Pasteur
Sokaktan öfkeli bir kalabalığın uğultulu sesi yükseliyordu. Derin koltuğunda oturan siyah takkeli adam, öne doğru eğilerek dışarıya kulak kabartmış; birkaç dakikadır, gergin bir şekilde bu öfkeli uğultuyu dinliyordu. Sesler giderek belirginleşiyor, daha da tehditkâr bir hal almaya başlıyordu. Nihayet öfkeli bağırtı, camı kırarak içeriye dalan parke taşları gibi odaya daldı. “Katil! Zehirledin onu!” “Pasteur’e bizi Pasteur’e götürün!
Böylece Alsace’den gelmiş üç kişi kendilerini Louis Pasteur’ün laboratuvarında buldular. Çocuk, acı içinde inliyor ve zorlukla ayakta duruyordu. Bedeninde kuduz köpeğin birbirinden kötü on dört ısırık yarası vardı. Okuldan eve dönerken köpeğin saldırısına uğrayan çocuğun yapabildiği tek şey yüzünü elleriyle kapatmak olmuştur. Pasteur, çocuğun omzunu okşayarak “Korkma küçük adam, her şey düzelecek…” dedi.
Pasteur, çocuğu muayene odasına götürürken annesi umut dolu, yalvaran gözlerle baktığında “Bunu yapmak zorundasınız. Oğlumun yaralarını kızgın demirle bile yakmadılar. Zaten o ölüme mahkûm. Tıp, kuduzun ne bir tedavisini biliyor, ne de bu illetten iyileşmiş birisi görülmüştür. Talihsiz çocuğun, kurtuluş için tek şansı vardır ve bu da sizin aşınızdır. Köpekler üzerinde yaptığınız deneyler, yönteminizin kusursuz olduğunu yeteri kadar kanıtlamıştır. İnsan üzerinde farklı sonuçlar vereceğinden korkmak için hiçbir neden görmüyorum. Karar vermelisiniz. Sizin yerinizde olsam, zaman kaybetmem ve hemen bu gün ilk aşıyı yapardım.”
Bu unutulmaz günün akşamında 6 Temmuz 1885 yılında, Pasteur laboratuvarında bir insana kuduz aşısının ilk enjeksiyonu yapıldı. Enjeksiyonlar her gün biraz daha güçlü dozda yapılıyordu. On gün sonra bir tavşanı öldürecek, bir köpeği deliye çevirecek, sağlıklı bir insanı ise kuduz yapacak güçte olan on ikinci saf emülsiyon yapıldı. Madam Meister korkarak ellerini oğluna doğru elini uzattı ve Pasteur uzun on günden sonra ilk kez gülümsedi ve ilk defa emin oldu. Çocuk kurtulmuştu, o yaşayacaktı!
Pasteur’ün Bilim Akademisine, daha sonra Tıp Akademisine gönderdiği raporlar onun fikirleri ve makaleleri doğrultusunda derlenip protokoller oluşturuluyordu.
Louis Pasteur’ün babası tabakhanede çalışıyordu. Tek isteği oğlunun öğretmen olmasıydı. Louis’in bu beklentisini karşılayacağını düşünmek için hiçbir sebebi yoktu. Louis bir tek resimle ilgileniyor büyük bir tutkuyla kendini buna kaptırıyordu. Louis bir şeyi sevdiyse özveriyle sever, zihninde ve kalbinde başka hiçbir şeye yer bırakmazdı.
Nasıl olduysa aniden, Louis okumaya merak sardı! Karakalem ve pastel boyalar bir kenara atılmış, balıkçı ağını arkadaşına hediye etmişti. Mahalle çocukları boşuna onu ıslıkla sokağa çağırmaya çalışıyorlardı. Kolejdeki öğretmenleri hayretler içerisindeydi. Küçük Pasteur’e neler oluyordu?
Pasteur’ün devam ettiği okul müdürü Romane, Pasteur’ün babasına “Sevgili Joseph, hepimiz sizin oğlunuzu hafife almışız. Oğlunuz her gün daha fazla başarı gösteriyor. Yüzeysel bilgilerle sınırlı kalmıyor. Öğrendiği her şey onda derin iz bırakıyor. Öğrendiklerinin nedenini bulmaya, konunun köküne inmeye çalışıyor. Bir şeyler anlatıyorsa konuyla ilgili tüm bilgiye sahiptir ve konumunu değiştiremezsiniz. Tutkusu, her şeyi öğrenmek ve kontrol etmek isteği bir bilim adamına has özellikleridir. Sevgili Pasteur, onun için bir öğretmen kariyeri hayal etmekten vazgeçin, o çok daha fazlasını yapabilir.”
Pasteur okulu bitirince Paris’te bulunan École Normale okuluna girmek için bu okulun sınavlarına hazırlanıyordu. Louis felsefe sınavından iyi not alırken, fen bilimleri sınavından pekiyi diğer derslerden de orta not almıştı.
Dürüst olmak gerekirse, sınavlardaki performansı pek de parlak değildi. École Normale, öğretmenlik ve profesörlük kariyerine açılan kapıydı. Giriş sınavlarına hazırlanırken Pasteur Saint-Louis ve Sorbonne’de dersleri dinleyerek boş kalan zamanlarını da kütüphanede çalışarak geçirirdi. Sorbonne’da kimyager Jean-Baptise Dumas’dan dinlediği ders kendisini çok etkilemişti. O günden itibaren kimya, aklında ve kalbinde ilk sırayı kaplamıştı. Bilime tüm zamanını ve gücünü vererek bütünüyle dalmıştı.
Pasteur, Dumas’ın ders anlattığı kürsünün dibinde gerçek bir bilim adamı coşkusunu yakalamıştı. 1843 yılının sonunda École Normale’e dördüncü sırada kabul edilmişti. Doğası gereği aktif biri olan Pasteur sadece ders dinlemekle yetinmiyor Brom elementini bulan Profesör Balard’ın laboratuvar çalışmalarına katılarak kimya hakkında teorik bilgisini geliştiriyordu. Pasteur’ün dersler, kütüphane, laboratuvar derken aslında hiç boş zamanı kalmıyordu. Sabahın üçünde uyanarak laboratuvar tezgâhının başına geçerek saf fosfor elde etmenin arzusu içindeydi. Sonunda amacına ulaşmış ve laboratuvarda fosfor elde etme prosedürünü tamamlayarak öğütülmüş ve yakılmış kemikten bu elementin altmış gramını saf olarak elde etmeyi başarmıştı.
Bu çalışmasıyla öğretmeni Barruel’in takdirini kazanmış ve ilk övgüsünü almıştı. O günlerde arkadaşına yazdığı mektupta “Kimyager olmak ne güzel bir şey! Ne mutlu ki kimyager olacağım” demişti. Pasteur, École Normale’i kısa sürede bitirerek kimya ile ilgili bağımsız araştırmalar yapmanın hayallerini kuruyordu. Kütüphanede geçirilen saatler boşuna gitmemişti. Her şeyi sorgulamaya alışmış beyninde ilk zamanlarını adayabileceği bir konu belirmişti. Aynı kimyasal bileşenleri olan maddeler neden farklı özellikler gösterebiliyorlardı?
École Normale’den mezun olarak yükseköğretim kurumlarında öğretmenlik yapma hakkını aldığında onun Tournon lisesine fizik öğretmeni olarak tayini için kimse tereddüt etmemişti.
Pasteur şaşkındı. Böyle bir kariyer hayal etmemişti. Kendini gerçekten ait hissettiği laboratuvarından ayrılmaya hiç niyeti yoktu. Herhangi bir kimya laboratuvarında sıradan bir öğretmen olmayı fizik doçenti olmaya tercih ederdi.
Pasteur’ün şansı yaver gitmişti. Herhangi bir laboratuvarda değil, hayal etmeye bile cesaret edemediği Profesör Balard’ın yanında çalışmaya başlamıştı. Pasteur’ü kazanan Balard, laboratuvarını onun çalışmalarına bıraktı. Ayrıca Profesör Auguste Laurent’la çalışabilme fırsatı da tanıdı. Ağustos 1847 yılında Louis Pasteur hem kimya hem de fizik dalında doktora tezini savundu ve profesör unvanı aldı. Fizik tezinin konusu “Sıvıların polarizasyon düzlemini değiştirebilen özellikleri ile ilgili olayların incelenmesi” idi. Bu bir rastlantı değildi. Bu maddelerin kristal formları ile kimyasal yapıları arasındaki bağlantıyı araştıracak bir çalışmanın başlangıcıydı. Bu çalışması Paris Bilimler Akademisi dergisinde “Dimorfizmin Araştırılması” adı ile yayınlandı. “Aynı parçacıklardan oluşan, kimyasal olarak da aynı olan iki cismin çözeltileri ışığa karşı farklı tepkiler veriyorsa bunun nedeni yalnızca parçacıkların değişik biçimleri, parçacığı oluşturan atomların farklı bir şekilde gruplaşması olabilir”
Pasteur’ün bu buluşu büyük önem taşıyordu. Daha sonraları bu araştırmaları devam ettiren van’t Hoff, Lebel ve diğer bilim adamları stereo kimya adı verilen kimyanın yeni bir alt bilim dalını buldular. Bu bilim dalı maddenin yapısının gizemlerini daha ayrıntılı olarak izlememize olanak sağladı.
Pasteur, moleküler asimetri öğretisini ana ilke olarak belirleyip üzerinde uzun bir süre çalıştıktan sonra açtığı bu yolu bırakıp bambaşka bir istikamete doğru yol almaya başladı. Bazıları bilimsel perspektifinin birden daraldığını düşünebilirdi. Maddenin içyapısı gibi soyut konulardan daha özel konulara geçmişti. Bunlar bira, şarap, sirke imalatında kullanılan tekniklerle yakından ilgili olan laktik, asetik asit, alkolleşme, mayalanma süreçlerinin araştırmalarına eğilmeye başlamıştı.
1853 yılında Lille Üniversitesine dekan olarak atandı. Lille, alkol ve sirke imalatı gibi mayalanma sürecine dayanan üretimi ile tanınmıştı. Pasteur, mayalanma sürecinin incelenmesinin pratik uygulamalar yardımcı olabileceğine ve bununla birlikte üniversitenin itibarını yükseltebileceğini düşünüyordu.
Lebel, Wislicenus ve van’t Hoff çalışmaların temelinde yatan düşünce, atom gruplaşmasının dış biçimi ve optik özellikleri arasındaki ilişki moleküler fizik alanın konusuydu. Mayalanma ile ilgili çalışmalarının temelinde yatan fikir, yani doğadaki mikroorganizmaların rolü ise biyolojiktir. Pasteur, laktik asit ve diğer fermantasyon süreçlerini kimyasal açıdan inceleme başladığında doğaya bakış açımızı da değiştirmişti. Cerrahi, hijyen ve tedavi yöntemlerini geliştirerek tıp için günümüze kadar gelen prosedürler geliştirmişti.
Bu fenomenlerin sonsuz çeşitleri bulunur. Mayalanma, çürüme, bozulma nedir? Bin bir biçim ve karışımda sonsuz sayıda organizma, onların salgı, dışkı ve atıkları bir yığın cansız madde, yeni biçim ve karışımla geri dönmek üzere gözden kaybolurlar. Peki, nasıl geri dönerler? Pasteur’den önce bu soruların yanıtı yoktu. Pasteur, bu esrarengiz dünyayı bizden gizleyen perdeyi kaldırıp yaşam, ölüm, canlı ve cansız doğa ile ilgili olayları inleyerek bu olayların nasıl cereyan ettiğini onlardan nasıl korunacağımızı ve onları nasıl yararlı hale getirebileceğimizi öğretti.
Pasteur, fermantasyon sürecini araştırmaya koyuldu. Bu olayların kimyasal yönü çok az biliniyordu. Mayalanmanın etkisiyle şekerin alkol ve karbondioksit gibi daha yalın bileşenlere dönüştüğü biliniyordu sadece. Berzelius ve Liebig’in öne çıkan teorisi; mayalanma, bozulma, çürüme süreçlerini iki ana gruba ayırıyordu. Bazı maddelerde mayalanma oksijenle temas ederek başlıyordu. Havadaki oksijen bazı elementlerle birleşerek organik maddeyi etkiliyordu. Bunun sonucu olarak diğer elementler arasındaki denge bozuluyor ve madde parçalanmaya başlıyordu. Hava ile temas ederek başlayan organik maddenin parçalanma süreci aslında çürüme sürecidir. Çürüyen maddelerin etkisi altında gerçekleşen parçalanma ise mayalanma (fermantasyon) dediğimiz süreçtir. Çürüme, kimya dilinde yavaş yanma olarak tanımlanır. Dağılmakta olan bileşik parçacıklarının elementleri oksijenle birleşerek oksitlenir.
Doğada her iki grubun maddeleri çoğunlukla birbirleriyle karışmış durumdadır. Örneğin, süt kazein ve şeker içerir. Kazein, azotlu maddedir. Oksijenle temas ederek parçalanmaya başlar ve şekerin parçalanarak laktik aside dönüşmesine yol açar. Şarap albümin ve alkol içerir. Albümin oksijenle temas ederek parçalanır ve alkolün de oksitlenerek asetik aside dönüşmesine yol açar.
Pasteur, 1857 yılında alkol fermantasyonuyla ilgili olan ilk anılarını şöyle özetler: “Mayalanma, maya hücrelerinin ayrışma ve çürümesi değil, bu hücrelerin karşılıklı yaşam ilişkisi ve örgütlenme sürecidir. Aynı şekilde bu şekerin ferment sayesinde dönüşüp ondan hiçbir şey almadan ve ona hiçbir şey vermeden gerçekleşen bir temas olayı da değildir. Şarap protein içerir ve havayla temas etmesi durumunda ekşir, içindeki alkol asetik aside dönüşür. İçinde protein olmasaydı ekşime de olmazdı. Alkolü suyla karıştın ve havayla temas ettirin, yine de mayalanma olmaz. İçine biraz bozulmuş protein eklerseniz mayalanma başlar ve alkol asetik aside dönüşür.”
Pasteur, sulandırılmış alkolün protein olmadan da asetik aside dönüşebileceğini ispatlamıştı. Mantar hücrelerinin gelişimi için gerekli olan amonyak ve mineral tuzlarının eklenmesi ve mikodermanın eklenmesiyle alkol asetik aside dönüştürerek gelişmeye ve büyümeye başlıyordu. Şarap 60 santigrat dereceye kadar ısıtıldığında mikoderma sporları yok olacağından mayalanma gerçekleşmez. Isıtma işlemi şaraptaki proteinin özelliklerini değiştirmiş olabilir mi? Hayır, çünkü aynı şarabın içine mikoderma sporları eklerseniz mayalanmaya başlar.
Pasteur dört yıllık çalışması sonucunda bu çalışmaların hastalık nedenlerinin anlaşılmasına imkân sağlayacağını düşünüyordu. Bunun için hastaları ziyaret ederken kangren, iltihaplı yaralar, enfeksiyon vakalarını inceliyor ve bu konudaki çalışmalarında gelecekteki cerrahi uygulama, hijyen ve sağlık anlayışını değiştirecek görüşlerini dile getiriyordu. Bu çalışmalarında böbrekte taş birikmesi sonucunda ortaya çıkan idrardaki amonyak fermantasyonunun nedenini açıklayarak bu hastalığın tedavi metotlarının çok geçmeden geliştirilmesine olanak sağlamıştı.
Pasteur, École Normale’de profesör olarak çalışmaya başladığında laboratuvar düzenlemesi için oldukça uğraşmıştı. Laboratuvar için gerekli olan cihazlar, ölçek, imbik, şişe ve tüpler için bin beş yüz franklık bütçe istediğinde kendisine bu bütçenin verilemeyeceği belirtilmişti.
Daha on yedinci yüzyılda Leeuwenhoek, her yerde bulunabilen ama gözle görülemeyen mikroskobik canlıların varlığından bahsettiğinde çürümekte olan çözeltilerin içiresinde mikroskobik canlıların kendiliğinden türeyiş fikri birkaç kez ortaya atılmıştı. Bu teorinin karşıtları mikroorganizmaların sporlarının atmosferde olduğunu savunuyorlardı. Pouchet ise atmosferin olmadığı hiçbir spor içermeyen yapay oksijen kullanılması durumunda bile bu organizmalar yine de ortaya çıkacağını iddia ediyordu.
Bu tartışmaya Pasteur’de katılmıştı. “Bu türeyiş sadece belli bir mevsimde, belirli sıcaklıkta ve sıvının belirli yoğunda gerçekleşebilir.” Türünden bahanelerle kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Pasteur, laboratuvar çalışmaları ve kontrollü deneylerle bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyordu. Pasteur aslında Pouchet’i değil kendini test ediyordu.
Güney Fransa’da çiftçiler ipekböceği ipliğinden yılda iki yüz milyon franktan fazla gelir elde ediyordu. İpekböceklerinin pebrin adı verilen ve hastalıktan dolayı yumurtadan çıkan tırtıllar iştahlarını kaybediyor kahverengimsi pullarla kaplanıyor ve olgunlaşmadan ölüyorlardı. İtalyan bilim adamı Cornalia hasta larvaların içinde hareket eden birçok küçük cisim bulunduğunu keşfetti. Fark edilen bu kanıtlar ve ortaya atılan tahminler, çelişkili hipotezler kaosunda boğuluyordu.
Son beş yılda bu salgın iyice yayılmış ve yirmi altı milyon kilogram olan üretim dört milyon kilograma kadar düşmüştü. Halk refahın tamamen yıkıldığını görünce çözümü için imparatora başvurdu. İmparator, Fransa Bilim Akademisine sorunun çözülmesi konusunda gerekli çalışmaların yapılmasını emretti. Akademisyenlerde Pasteur’ü sıkıştırmaya başladılar.
Pasteur tereddüt içinde bu konuda hiçbir şey bilmediğini ve konu ile herhangi bir makale okumadığını söyler. Akademisyenler, “Daha iyi ya, demek ki, her şeyi kendi gözlerinizle görüp hiç kimseden etkilenmeden, sadece kendi gözlem çalışmalarınla sonuca varırsın.” Pasteur sonunda kabul eder.
Salgını yerinde görmek üzere Fransa’nın güneyine gittiğinde bölge sanki düşman işgalinde kalmış gibi tahrip olmuştu. İpekböcekçiliği binlerce kişinin ana gelir kaynağıydı. Bu sektörün çöküşü halkı neredeyse yoksulluk sınıra getirmiş ve umutsuzluğa sürüklemişti. Pasteur gördüğü manzaradan o kadar etkilenmişti ki başladığı çalışmaları bırakıp salgının üstesinden gelinceye kadar burada kalmaya karar verdi.
İlk işi Cornelia’nın hipotezini kontrol ederek hasta larvaların içindeki küçük cisimcikleri buldu. Yaptığı deneylerle bu cisimciklerin gerçekten canlı varlıklar olduğundan bira şırasındaki maya mantarı gibi larvanın vücudunda yaşayıp çoğalan mikroorganizmalara benzediğine karar verdi. Daha sonra yaptığı sayısız deneylerle bu mikroorganizmaların yayılma yollarını ve araçlarını inceleyip bunların larvaların vücuduna nasıl bulaştıklarını belirledi. Gıda, hava ve kan yoluyla bulaştıklarını tespit etti.
Hasta tırtıl sivri kancalı pençeleriyle sağlıklı tırtılı çizerek enfeksiyonu ona bulaştırıyordu. Pebrin hastası dişi böcek böylece hastalıklı yumurtaları bırakıyordu. Bu keşiflerin en önemlisi mikroorganizmanın, dişiden yavrulara aktarma yoluyla geçtiğiydi. Bu durum salgınla baş edebilme imkânı sağlıyordu. Bunun için hastalık bulaşmış olan tohumu yok edip, yalnızca sağlıklı olanı ayıklamak gerekirdi. Geriye sağlıklı larvalar kalır ve yakın çevrede, yapraklarda, havada, tozda pebrin bulunmazsa salgın yol edilebilirdi.
Pasteur, geliştirdiği teorisiyle pebrin delilen ipekböceği mikrobunu incelemeye başladı. Bu hastalığın bulaşıcı karakterli olduğu şüphesizdi. Bu nedenle mikroorganizmayı bulmak ve zapt etmek gerekiyordu.
Sonunda Pasteur tıpkı savaş yöneten bir general gibi pebrin mikrobuna karşı hâkimiyet kurdu. Hastalığın her aşamasını bütün incelikleriyle tarif edebiliyordu. Kabuk değiştirmeleri, koza veya yumurtadan çıktıktan sonraki seyrini günü gününe tahmin edebiliyordu.
Cornelia cisimciklerinin tırtılın vücuduna giriş ve sızma noktalarını biliyordu. Bunların vücut dışında yaşayamadığını ve çabuk öldüğünü biliyordu. Böcekhane altı aylığını boş bırakılırsa bu hastalığın mikroplarından kurtulabilirlerdi. Bu hastalığın kaynağını hangi yöntemle yok edilebileceğini de çözdü.
Pasteur bu hastalıkla savaşırken kendini çok yordu. İpekböceği larvalarını hastalıktan kurtarırken sağlığını kaybetti. Larva atıklarının, kozaların kokularıyla dolu böcekhanenin sıcak atmosferinde azimle çalıştığı o yıllar Pasteur’e hiç yaramadı. Doktor arkadaşı işi bırakmasını tavsiye ettiğinde başladığı işi yarıda bırakamayacağını söyledi.
Hastalığı, araştırmalarının sonunu beklemedi ve 1868 yılının Ekim ayında felç geçirdi. Dostları ve ailesi öleceğini düşünüyordu. İki ayını yatakta hareketsiz geçirdi. Karısının yardımıyla çalışmalarını özetleyen mektubunu Bilimler Akademisine gönderdi. Doktoruna hastalığının yavaş yavaş ilerlediğini belirtti ve sessizce sonunu beklemeye başladığını söyledi.
Hasta ziyaretine gelen arkadaşını görünce gözyaşlarını tutamadı ve “Evet, öleceğim için üzgünüm, vatanıma daha çok hizmet edebilirdim” dedi. Zaman içerisinde sağlığına tam olarak kavuşmasa da iyileşmeye başladı. Sol tarafındaki felç yüzünden zorlanarak yürüyordu. 1869 yılında henüz yürüyecek ve ayakta duracak kadar iyileşmediği halde işine döndü ve soruna çözüm getiren deneylerini tamamladı.
III. Napolyon’un talebi üzerine, Avusturya’da Villa Vicentiana’da doğrulama testlerini gerçekleştirdi. Yaptığı testler sonucunda uygulamalarına karşı çıkan herkes itirazlarını geri çekti. Villa Vicentina’da ipekçilik pebrin hastalığı yüzünden tamamen durmuştu. Koza satışından elde edilen gelir ipekböceği yumurtası bile satın almaya yetmiyordu. Pasteur üretimini kendi yöntemlerine göre düzenledi ve ertesi yıl yirmi altı bin frank gelir elde edildi.
Böylece salgının üstesinden gelinmiş oldu. Pebrin hastalığı ile ilgili araştırmalarının sonuçlarını 1870 yılında iki ciltten oluşan “Etudes sur la maladie des yers a soie” adlı kitabında yayınladı. Artık soyut bilime kayıtsız kalan halkın gözünde bile kahraman bir kimliğe kavuştu.
48 yaşındaki Pasteur 1862 yılından beri akademisyendi. Légion d'honneur şeref nişanı ve İngiltere Kraliyet topluluğu tarafından verilen Rumford madalyası ve daha birçok ödüle layık görüldü. En önemlisi daha kullanışlı bir laboratuvara sahipti.
Ancak laboratuvarını uzun süre kullanmak nasip olmadı. Almanlar, Fransa’yı işgal edip Paris’i kuşatmışlardı. Bu olaylar Pasteur’ün Paris’e dönmesini engelledi. Hayatında ilk defa elini işe sürmez oldu ve çalışma isteğini kaybetti. Arbois’ta kasvetli günler geçirmeye başladı.
Almanların Paris’i bombalaması onu isyan ettirdi. Bonn üniversitesinden fahri doktora diploması vardı. Pasteur onu geri gönderdi ve iliştirdiği mektupta şunlar yazılıydı. “Bu parşömenin görüntüsü bende nefret uyandırıyor. Yurdumda artık lanetlenmiş olan RexCuilelmus isminin altında, Virumclrissimum sıfatının yanında ismimi görmek bana acı veriyor.”
Pasteur’ün yüreğinde vatanının aşağılanmasının açtığı bu yara asla iyileşmedi. Fransa’nın utanç verici anıları hayatının en önemli ve mutlu anlarında bile rahat bırakmadı. Fransa’da ulusal bayram olarak kutlanan 14 Temmuz 1789 yılında Liberté, Egalité, Fraternité (“Özgürlük, eşitlik, kardeşlik”) sloganıyla anılan Fransız Devrimi’nin başlangıcı olarak sayılan Bastille Baskınının 102. yıldönümü kutlamaları konuşmasında bir ulusun başına gelebilecek acı dolu olaylardan söz etti. Ölümünden üç ay önce II. Wilhelm, Pasteur’e Liyakat Nişanı (Ordre national du Mérite) vermek isteyince Prusya madalyasını kabul edemeyeceğini söyledi.
Doktor Baker, Pasteur hakkında “Günümüzde atölyedeki işçi, laboratuvarındaki bilim insanı, tarladaki çiftçi, hastasının başındaki doktor, evcil hayvanın başındaki veteriner, şarap ve bira üreticileri… bunların hepsi Pasteur’ün fikirleri tarafından yönetilmektedir.”
Almanlarla yapılan savaş yerini iç savaşa bırakmış, Paris karşı devrimciler tarafından kuşatılmıştı. Pasteur laboratuvarına dönemediği için laborant arkadaşı Profesör Duclos yerleşmişti. Duclos alkol fermantasyonu özellikle de bira yapımı üzerine çalışmalarına devam ediyordu. Bu çalışmalar çeşitli endüstri kolları için yeni bir çağ başlattı. Pasteur şarap, bira üreticisi veya teknisyen değildi. Mayalanma sürecini inceleyen bir kimyagerdi. İşin içine girdikçe buluşlarının pratik sonuçları kendiliğinden ortaya çıkıyordu.
Pasteur’ün yönergeleri uygulamaya geçtiğinde sanayi sektöründe bir devrim gerçekleştirdi. Pasteur “Sıradan fermantasyon süreçlerinin yanı sıra şarap, bira gibi ürünlerin bozulmasına sebep olan başka bir dizi süreçler mevcuttur. Şarabın eşkidiği, acıdığı, sirke üretiminde bile yararsız, tadı bozuk bir sıvıya dönüştüğü oluyordu. Pasteur çok basit şarap saklama yöntemi önermişti. Bunun için şarap 60-75 santigrat dereceye kadar ısıtılarak hastalık mikroplarını öldürmek gerekirdi.” Pasteur bu yöntemin etkili olduğunu yaptığı deneylerle ispatlamıştı. Mikroorganizmaların yok edilmesine dayanan bu yöntem (şarabın, sütün, biranın ve diğer sıvıların Pasteurizasyonu) hızlıca yayılmış, sadece şarap üretiminde değil, bira yapımında, süt işletmelerinde inanılmaz derecede katkı sağlamıştı. Pasteur bu çalışmaları üç kitapta açıklamıştır.
Cerrahi ameliyatlar, yara tedavileri için Lister antiseptik yöntemini önerdi. Her zamanki gibi başta güvensizlik ve alay ile karşılanan Lister’in bu yöntemi on yıl içerisinde her yerde kabul gördü. Lister, bulgularını Pasteur’e bildirirken şunları yazdı. “…çürümeyle ilgili teorinin geçerliliğini kanıtlayan parlak çalışmalarınız antiseptik yöntem üzerinde yaptığım çalışmalara esin kaynağı oldu.”
Fransa, İtalya, İspanya, Macaristan, Rusya ve Mısır gibi ülkeleri uzun zaman boyunca kasıp kavuran yıkıcı bir hastalıktı şarbon. Hastalığın şiddetli yayıldığı dönemlerde tarım sektöründe binlerce havyan telef oluyor, insanlar bu hayvanlardan enfeksiyon kapıp korkunç acılar çekerek ölüyordu. 1850’li yıllarda Davaine ve Reye şarbondan ölen hayvanların kanını inceleyerek içinde ince çubuklar şeklinde yabancı cisimler bulmuşlardı. Fakat bu keşfe önem vermemiş araştırmalarından vazgeçmişlerdi. Pasteur’un kendiliğinden türeyiş teorisi üzerine yaptığı çalışmalardan sonra Davaine aniden ihmal ettiği keşfini hatırladı ve bu araştırmalarına geri döndü. 1863 yılında araştırmalarını test edip bulduğu cisimlerin şarbonun kaynağı olarak ilan etti. Diğer araştırmacılar Gilliard ve Leplae şarbondan telef olmuş hayvanların kanını sağlıklı tavşanlara verdiklerinde tavşanlar hastalanıp öldüler. Ölen tavşanların kanı incelendiğinde Davaine’nin mikroplarını içermiyordu. Bu sonuca dayanarak, Gilliard ve Leplae, bu mikropların hastalığa neden olmadığını, ancak onun yan etkilerinden biri olduğu sonucuna vardılar.
Konu ile ilgili olarak Alman Doktor Robert Koch ve Fransız fizyoloji uzmanı Paul Bert’te tartışmaya dâhil olmuşlardı. Koch, Davaine’nin fikrini doğruladı ancak çelişkileri açıklayamadı. Paul Bert bu görüşü deneylerle çürütmeye çalışıyordu. Basilleri içeren bir damla kan alıp oksijenle yok ediyordu. Daha sonra bu kanı hayvanlara aşılayınca hayvanlar hastalanıp ölüyorlardı. Üstelik kanlarında aranan basillerde bulunamıyordu. Bu nedenle Bert, basiller hastalığın nedeni sayılamayacağı sonucuna vardı.
Sonunda Pasteur sorunun nedenini buldu. Şarbon mikrobu hayvanın kanında çoğalarak onu öldürüyordu. Ama hayvan ölünce mikrobun kendisi de yok oluyordu. Bu mikrop oksijensiz ortamda yaşayamıyordu. Bu mikropların yerini oksijene ihtiyaç duymayan kanın ayrışmasına ve kan dolaşımı enfeksiyonuna neden olan septisemi mikroplar alıyordu. Bu mikropların sporları her zaman hayvanların bağırsaklarında bulunuyorlardı. Ancak hayvan yaşadığı sürece ortaya çıkmıyorlardı. Hayvanın ölümünden sonra kanın içine geçip çoğalmaya başlıyor, hayvanın ölümünden birkaç saat ya da en fazla bir gün sonra kandaki septisemi mikropları harekete geçiyordu.
Gilliard ve Leplae deney yapmak için şarbon hastalığından telef olan hayvanların kanını kullanıyorlardı. Bu kan örnekleri araştırmacılara ulaşana kadar içindeki septisemi mikropları çoğalıyordu. Araştırmacılar bu kanı tavşanlara aşılıyordu. Bunun sonucu septisemi mikropları şarbon bakterileriyle kıyaslanamaz hız ve enerjiyle tavşanları öldürüyordu. Septisemiden ölen tavşanların kanında şarbon bakterilerinin bulunamayacağı gayet açıktı. Gillard ve Leplae ise septisemi vibriyolarını bulamamışlardı. Çünkü aramamışlardı.
Pasteur arayıp buldu. Üstelik bu mikrobun hayvanların hastalanmalarına ve ölümlerine neden olduğunu deneylerle ispatladı. Çözülemeyen bu çelişki Pasteur’ün yeni buluşuna ışık tutmuştu. Şarbonun yanı sıra diğer hastalığı, septisemiyi de incelemiş, mikrobunu arayıp bulmuş ve bu mikrobun varlığı ile hastalık arasında neden-sonuç ilişkisini kurabilmişti.
Daha sonra Turin Veteriner Okulundaki profesörlerle bu mikroplarla ilgili çok ciddi tartışmalar yaşadı. Bu profesörler, koyun öldükten bir gün sonra kanını kullanarak şarbon aşısı deneyleri yapıyorlardı. Bu deneyleri takip eden Pasteur, Turin’deki profesörlere yanlış yaptıklarını, çünkü bu kanın septisemi vibriyolarını içerdiğini bildirdi. Profesörler ise, kanın iyice araştırılıp içinde hiçbir vibriyo bulunmadığını söylemişlerdi. Pasteur, kusursuz deneylerle kanıtlanmış ve test edilmiş öğretisini temel aldığı için bunları gerçekten bildiğini ifade etti. Turin’e gidip oradaki veterinerlere göstermeye hazırdı.
Paul Bert, kanda bulunan basilleri sıkıştırılmış oksijenle öldürdüğü halde yine de hayvanlara hastalık bulaştırdığını görmüştü. Oysaki oksijenin septisemi vibroyolarını öldürmesi gerekirdi. Pasteur, septisemi vibriyolarının kendilerinden çok daha dayanıklı olan sporları oluşturduğunu gösterip Bert’in deneylerindeki çelişkiyi açıkladı. Böylece şarbon ve septiseminin mikrobik kökeni bulunmuş oldu. Peki, tedavi yöntemi nasıl bulunacaktı?
Pasteur, bunu başaracağından emindi. Hastalığı sorunsuz bir şekilde geçiren kişinin o hastalığa karşı kazandığı bağışıklık… Kızıl hastalığını atlatan biri hastalığa karşı dirençli oluyordu. Yani bu hastalığın mikrobu aynı zamanda panzehiriydi. O halde salgının nedeni olan mikropların zayıflatılması için bir yöntem bulmak gerekliydi. Pasteur, şarbon hastalığı üzerine yaptığı araştırmalara kümes hayvanlarını telef eden “tavuk kolerası”nı da eklemişti.
Pasteur, tavuk kolerası saf kültürünü elde ederek deney tüpünün içince uzun bir süre beklettiğinde halen canlılıklarını korudukları gördü. Bu kültür sağlıklı tavuklara enjekte edildiğinde tavuklar ölüyordu. Pasteur kültürü üç ay boyunca bekletmeye karar verdi. Üç ay bekletilen kültür sağlıklı tavuklara enjekte edildiğinde tavuklar hastalanıyor ancak bir süre sonra iyileşiyorlardı. Daha sonra iyileşen tavuklara saf kültür enjekte edildiğinde tavuklar ölmüyordu.
Demek ki zayıflatılmış mikrop bir ön koruma sağlıyordu. Pasteur, deneylerini uygulamalı olarak kanıtladı. Tavuk kolerası aşısını Pasteur’dan alan veteriner ve çiftlik sahipleri bu aşının gerçekten tavukları hastalıktan koruduğunu görmüşlerdi.
Artık Pasteur şarbon üzerine çalışmalarına kendinden emin bir şekilde başlayabilirdi. Hastalık geçirmiş hayvanların bağışıklık kazandığını biliyordu. Peki, şarbon mikrobunu nasıl zayıflatabilirdi? Oksijenin etkisi altında şarbon bakterileri oksijenin etkileyemeyeceği sporlara bölünüyordu. Bu sporlar öldürücü etkilerini koruyorlardı. Pasteur, sürekli deneylerle bu bakterileri nasıl zayıflatabileceğini anlamaya çalışıyordu. Sonunda yüksek ısı da bakterileri zayıflatma yöntemini bulmuştu.
28 Şubat 1881 tarihinde Bilimler Akademisine yaptığı deneylerle ilgili bir rapor sundu ve Melun Tarım İşletmesi Yönetiminden deney için elli koyun ve on inek istedi. Yirmi beş koyun ve altı ineğe Pasteur’ün geliştirdiği aşı yapılacak diğerlerine ise yapılmayacaktı. Daha sonra önceden belirlenmiş tarihte aşılanmış ve aşılanmamış hayvanlara şarbon mikrobunun taze kültürü, öldürücü zehri enjekte edilecek ve sonuç beklenecekti.
Pasteur’ün cesareti arkadaşlarını korkutmuştu. “Kendinize hiçbir kaçış noktası, geri çekilme imkânı bırakmıyorsunuz. Nasıl böyle bir riski göze alabiliyorsunuz?” dediklerinde, Pasteur “Laboratuvar deneylerim yeterli güvencedir” diye yanıtlamıştı.
2 Haziran 1881 tarihinde büyük bir seyirci kitlesi Pouilly le Fort’ta toplanmıştı. Çiftlik sahipleri, veterinerler, muhabirler, senatörler ve deneylerin sonucunu endişe ile bekleyen Pasteur’ün arkadaşlarının yanıda kendilerini tıp alanında yenilikçi olarak gören kibirli doktorlar “kimyagerin” nasıl rezil olacağını görmeye gelmişlerdi.
Hayvanlar alana getirilmişti. Aşılanmayan yirmi beş koyundan yirmi üçü telef olmuş ikisi can çekişiyordu. Aşılanmış yirmi beş koyun ise gayet sağlıklıydı. Aşılanmamış dört inek hastalanmış derilerinde irinli yaralar çıkmış, ateşleri yükselmiş, yemlerini yemiyorlardı. Aşılanmış 6 inek ise sağlıklı görünüyorlardı. Şarbondan koruyan aşı önce Fransa’da, daha sonra diğer ülkelerde hızlı bir şekilde yayıldı. Şarbondan ölüm oranları yüzde birin altına düşmüştü.
John Tyndall’ın bahsettiği büyük gün gelmişti. Pasteur sayesinde insanlık daha önce görülmemiş bir olayı yaşıyordu. Tıbbın binlerce yıl boyunca aradığı hedefe nihayet ulaşılmıştı. Salgın hastalıkların sebepleri bulunmuş ve onlara karşı mücadele yöntemleri belirlenmişti.
Şarbon ve tavuk kolerası dışında Pasteur genellikle domuzlarda görülen kızamıkçık diğer değişle yılancık (erizipel) hastalığı nedeniyle tüm Avrupa’da domuz yetiştiriciliği neredeyse bitme noktasına gelmişti. Pasteur, biyolog Louis Thuillier ile birlikte çalışarak 1883 yılında yaptıkları deneylerle kızamıkçık mikrobuna karşı aşı yöntemi geliştirdiler. Bu yöntem sayesinde kızamıkçıktan ölen hayvanların sayısı yüzde ikiye kadar düştü.
Bir bilim insanı olarak Pasteur “Çoğu zaman bir kuram geliştirmek için basit bir deney yeterli olur” diyordu. Düşüncelerindeki istikrarlı düzen çalışmalarına özel bir nitelik kazandırmaktaydı. Doktor Paul Camille Hippolyte Brouardel Pasteur için şunları diyordu. “Üç bin yıldır var olan tıp biliminin temellerini değiştiren en muazzam devrim, tıp dünyasına yabancı bir insan tarafından, Pasteur tarafından gerçekleştirildi”
Doktorlar bakteriyolojiye merak salmış, tarım uzmanları topraktaki mikroplar üzerine çalışmaya başlamış, cerrahlar, hemşireler, sağlık uzmanları, teknisyenler teoride üretilenleri pratikte uygulamaya başlamışlardı. Mikroplar, bakteriler, spirillumlar, koklar, mikrokoklar, toksinler, antitoksinler, enfeksiyon, dezenfeksiyon, Pasteurizasyon, asepsi, antiasepsi, aerobik, anaerobik, bağışıklık gibi yeni bir bakteriyoloji terimleri sözlüğü oluşturulmuştur.
İnsanlığa büyük katkısı olan bu büyük bilim adamı 1894 yılında Villeneuve De L'etang kasabasına yerleşmiş ve 27 Eylül 1895 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.
“Bilimsel bir eğitim gören bir doktor mükemmel bir teknisyen olabilir. Fakat yalnız hümanist bir eğitim onu bir insan yapabilir” Pasteur.
Cengiz Emik
Ankara, Haziran 2023