Sabahattin Ali, Bulgaristan'a kaçmasını sağlayacak kişinin istihbarat ajanı olduğunun farkına varamadı. Kendisini, adı ölüm olan o dipsiz kuyuya bıraktı.
"Kuyucaklı Yusuf", "İçimizdeki Şeytan", "Kürk Mantolu Madonna", bir dolu öykü ve çoğu şarkı olacak şiirler yazamayacaktı artık. Devlet eliyle öldürülecek, "Ankara" isimli yeni romanı da yarım kalacaktı. Başkentte devletin acımasız çarklarının nasıl döndüğünü, siyasilerin ve bürokratların kirli ellerinin nerelere uzanabildiğini yazacaktı mümkün olsa. Yazamadı. Başına indirilen bir odun parçasıyla, kanlar içinde yığıldı yere. Yeşil mürekkepli dolmakalemi düştü cebinden. Çantasından, yeni romanının sayfaları savruldu etrafa. Yazıları yetim kalmıştı. Biricik kızı Filiz de öyle. Gözleri bir daha açılmamak üzere kapanırken, cüzdanında güzel Aliye’nin fotoğrafları da ağlıyordu.
Kısacık bir hayata, nesilden nesile miras kalacak eşsiz eserler sığdırmayı başarmış, vatansever bir aydındı Sabahattin Ali. Yazılarıyla haksızlığa, baskıya ve dayatmalara başkaldıran, aşka âşık bir sevda adamıydı.
1928 yılının Kasım ayı bitmeye yüz tutarken, İstanbul’un inci misali yapılarından Sirkeci Garı, her zaman olduğu gibi hareketliydi. Peltek Sabahattin, kendini yolcu etmeye gelenlerin ortasında yerini almış, her zamanki gibi parlıyordu. “İşte” demişti güzel haberi aldığı an. “Sonunda, kör talih bana da güldü.” Almanya’da Alman dili, edebiyatı ve kültürünü öğrenmeye bir kurtuluş umudu gibi sarılmıştı Sabahattin. Osmanlı İmparatorluğunun sınırları dâhilinde 1907 yılında doğup da zorluk çekmemiş tek bir çocuk yoktur. Kaldı ki Sabahattin, altüst oluşun neredeyse en yoğununu yaşandığı Edirne’de dünyaya gelmiş, ilköğrenimini Edremit ve Çanakkale’de tamamlamıştı. Ülkenin en yoksul olduğu dönemde Balıkesir Öğretmen Okulunda okumuş, 1927 yılında İstanbul Öğretmen Okulundan mezun olduktan sonra bir yıl süreyle Yozgat’ta öğretmenlik yapmıştı.
Almanya, o günün Türkiye’sinden giden genç bir öğretmen için gerçekten de şaşırtıcıydı. Almanya’ya dil öğrenmeye gönderilen beş genç sohbetlerinde iki ülke arasındaki farklara değiniyor doğal olarak söz Osmanlı’nın es geçtiği sanayi devrimine geliyordu. Sabahattin, Alman edebiyatının o eşsiz eserlerini bir an önce Almanca olarak okumak için yanıp tutuşuyordu. Berlin’e çok yakın olmanın verdiği imkânla, Wagner tarafından bestelenmiş birçok eserin icra edildiği konserlere gidiyor Alman edebiyatının olduğu kadar müziğinin de derinlerinde dolaşmaya başladı.
Gurbette olanlar akıllarında hep geride bıraktıklarının zihinlerine kazınmış fotoğrafları vardı. Özellikle de aşklarının. Sabahattin kararını vermişti. Osmanlıca olarak ve yeşil mürekkepli dolmakalemiyle özene bezene temize çektiği şiirlerini, karşılık alamadığı aşkına hediye edecekti. Defterinin ilk sayfanı “Nahit”e yazdı. (Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar)
“Neticesiz bir aşka verdim gençliğimi
Ne ufak bir temayül ne de bir iltifat gördüm.
Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi
Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm.”
Evet, tam anlamıyla karşılıksız aşktı. Sabahattin planını uygulamaya kararlıydı. Öğleden önceki derslerine girdi ve ardından postanenin yolunu tuttu. Dünya kadar emek verdiği çalışmasını Nahit’e gönderdi.
Almanya, I. Dünya Savaşından yenik çıkmasıyla Versailles Antlaşmasıyla silahlı kuvvetlerinin mevcudu yüzde bire indirilmiş, ağır ve stratejik silah kullanmayacakları imza altına alınmıştı. Sadece askeri değil aynı zaman ekonomik olarak galip devletlere 269 milyar altın para ödemenin yanında topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmişti. Almanya’nın ekonomisi dibe vurmuş ardından enflasyon ve işsizlik had safhaya ulaşmıştı.
Savaş öncesinde borç veren bir devlet olan Almanya, savaş sonrasında borç almaya başlamıştı. Alman gençliği her şeye, özellikle de milli olmayan, yabancı olan ne varsa hepsine topyekûn ateş püskürüyordu.
Sabahattin, kısa sürede Almanca öğrendikten sonra, dört yıllık eğitiminin kalan süresini tamamlamak üzere Berlin-Wilmersdorft’taki Joachimstahler Gymnasium’a geçti. Genç Sabahattin öğrenmeye sevdalıydı ve bu sayede günler hızlı geçiyordu. Tüm ülkede olduğu gibi Gymnasium’da ki öğrenciler de ülkelerinin içinde bulunduğu acınası durumdan nasıl kurtarılacağını tartışıyor, çıkış yolları bulmaya çalışıyorlardı. Süregiden fikir tartışmaları giderek alevlenmeye içinde bulunulan maddi baskı ve manevi eziklik hezeyana dönüşmeye başlamıştı.
Düne kadar Avrupa’nın en güçlü ülkesi olan Almanya, gelecekte de en güçlü ülke olmanın hayalini kuruyordu. Böyle bir ortamda Nasyonal Sosyalist Parti toplumun karşısına bir alternatif olarak çıktı. Adolf Hitler’in benimsediği nasyonal sosyalist ideoloji her geçen gün biraz daha toplum tarafından benimsenir olmuştu. Mayıs 1928’de oyların yüzde 2,6’nı alan parti 1930 yılında yapılacak olan seçimlere hazırlanıyordu. Milliyetçilik ülke genelinde hızla yayılıyor Nazizm yanlıları sürekli eylemler yapıyorlardı.
O gün sokakta gerçekleşen eylemden dönen Alman gençler okulun bahçesinde oturan Türk öğrencileri görünce, gençlerden birisi “Bu parazit Türkleri buradan kovmalı” deyince Sabahattin dayanamayarak gence “Biz sizin hükümetinize ülkemiz tarafından verilen parayla okuyoruz. Sözlerini geri al!” deyince ortalık bir anda sessizleşti. Alman genci sözünü geri almayı reddedip efelenmeyi sürdürünce Sabahattin kendinden geçerek gence bir tokat attı. Doğal olarak kavga okulun disiplin kuruluna intikal etti ve karar beklendiği gibi Sabahattin’in aleyhine çıktı. Okul idaresi, Sabahattin’in okulda sorun çıkardığını ve istenmediğini bildiren yazı gönderince Türkiye Berlin Başkonsolosluğuna ulaştığında Aralık 1928’de başlayan Almanya serüveni Mayıs 1930’da sona ermiş oldu.
Sabahattin İstanbul’a döndüğünde Pertev’i (Pertev Naili Boratav) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin kantininde buldu iki dost sarmaş dolaş oldular. Pertev, “Ne oldu?” diye sorunca “Felaket!” diye cevapladı Sabahattin. Büyük umutlar bağladığı, hayatını değiştireceğine inandığı Almanya öğrenimini bir anlık öfke sonucu kaybetmişti.
Pertev kendi çalışmalarını anlatırken bir yandan da onun için neler yapabileceğini düşünüyordu. Pertev “Gidip Yüksek Muallim Mektebi Müdürü Hamit Bey’le görüşelim. Senin için yapabileceği bir şey olup olmadığını soralım” dedi. Hamit Bey’e görüşmede Sabahattin durumunu anlatıp öğretmen olarak çalışmak isteğini belirtti. Hamit Bey iş arkadaşları ile yaptığı istişare sonucunda Bursa Orhaneli’nde ihtiyaç olduğunu belirtti. Neşesiz girdikleri Hamit Bey’in odasından gülümseyerek, merdivenleri hoplaya zıplaya inerken karşılarına hoş bir hanım çıktı. Pertev hemen durdu, elini uzatıp “Nasılsın Ayşe?” diye sordu. Sabahattin’i genç kızla tanıştırdı bir çırpıda genç adamla ilgili bildiği ne varsa bir çırpıda sayıp döktü. Sabahattin’e de Ayşe’yi anlattı. Erenköy Kız Lisesinden 1928 yılında mezun olduğunu, Yüksek Muallim Mektebinin birinci sınıfında okuduğunu, çalışkanlığıyla göz doldurduğunu söyledi.
İstanbul’dan Bursa’ya doğru yola çıkmadan önce Resimli Ay dergisine uğrayacak çalışma dosyanı Nâzım’a verecek ve bu arada onunla tanışma fırsatı bulacaktı. Dergiye uğradığında Nâzım Hikmet’in odasında derginin yayımcılarından Sabiha Sertel’de vardı. Bir taşla iki kuş vurmuş oldu genç adam. Her şeyi bir solukta anlattı. Almancadan çevireler yapıyor şiirler yazıyordu. Dosyasını Nâzım’a uzatırken kalbinin çok çarptığını ellerinin titrediğini hissetti.
Sabahattin’den beş yaş büyük olan Nâzım’ın ünü Türkiye’ye yayılmıştı. Sabahattin odadan çıkar çıkmaz “Bir Orman Hikâyesi” adlı çalışmasını dikkatle okudu. Bu hikâye orman sanayiinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesirinde yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından Türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlardan hissediliyordu. “Gayet iyi…” dedi, sanki bir mücevher bulmuş gibiydi. Sabiha Hanım’a bunu Zekeriya Sertel’e göstermeliyim. Çok değerli bir çocuğa benziyor.”
Deneyimli gazeteci ve yazar, derginin yeni kalemi Sabahattin Ali’nin ilk hikâyesi için önündeki çizelgede uygun bir yer aradı. Sabahattin bilmese de, hikâyesi 7 Eylül 1930’da yayımlanacak sayıda okuyucuları ile buluşacaktı.
Sabahattin Bursa’da öğretmen olarak çalışırken Gazi Eğitim Enstitüsü tarafından açılan Almanca yeterlilik sınavını kazanmış ve bir sonraki öğretim yılında Aydın’da Almanca öğretmenliği yapmaya hak kazanmıştı.
Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşmiş, dünyanın her yerine, başarıdan başarıya koşan farklı bir siyasal sistemin de var olabileceğine dair haberler yayılmaya başlamıştı. Büyük harbin yarattığı boz bulanık ortamdan sonra sular durulmaya başlamış, toplumların temel taşları olana sosyal sınıflar kendilerini göstermeye ve onları temsil eden siyasal düşünceler belirginleşmeye başlamıştı. Düşünce insanları da konumlarını ve meselelere neden bulundukları noktalardan baktıklarını tam olarak tarif etme çabası içine girmişlerdi.
Genç adam, yakınında durduğu derginin yaşanmakta olan hayata ve hâkim siyasal düşünceye karşı aldığı tavırla iftihar ediyor, Sertellerle Nâzım’ın ayak izlerini takip etmeye çalışıyordu. Ta ki bir dergi toplantısında, Nâzım “Sabahattin, bırak artık bu şiir işçiliğini romana yönel” diyene kadar. Sabahattin, ağabeyi gibi gördüğü Nâzım’ın bu sözleri üzerine gece gündüz kafa yordu. Acaba becerebilir miydi roman yazmayı? 1931 yazı ufkunu açmıştı Sabahattin’in. Ağırlıklı olarak Resimli Ay’ın yazıhanesinde kısmen de Nâzım’la veya Sertel ailesinin sofralarında çok ama çok şey öğreniyor, dağarcığına her gün yeni bilgiler ilave ediyordu. Sanat ve edebiyat bilgisinin yanına siyaseti de ekliyor, dünya ya her geçen gün daha soldan bakmaya başlıyordu.
Herkesin her gün yedine farkına vardığı gibi imparatorluk yanmış, küllerinden çiçeği burnunda yeni bir Türkiye Cumhuriyeti doğmuştu. Çok büyük fedakârlıkların ve muhteşem bir çabanın ürünü olan genç Türkiye Cumhuriyeti, Mudanya ve Lozan’da imza attığı antlaşmalarla, harici düşmanlarla mücadelesini büyük ölçüde tamamlamıştı. Tarihe altın harflerle kaydedilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Anadolu halkıyla boğazlaşmayı sürdüremeyeceğini anlayan İngilizler, tası tarağı kısa zamanda İstanbul’dan ve Trakya’dan da toplamış, arkalarına bile bakmadan çekip gitmişlerdi. Ülkeyi yönetenler, aradan henüz on yıl bile geçmediği için olsa gerek, iç düşmanlarla, bir başka deyişle “dâhili bedhahlar ”la hesaplarını henüz görmüş gibi hissetmiyorlardı. Sadece Menemen Olayı bile, yeni devlete düşman olanların kör testere elde beklediklerinin bir göstergesi olarak değerlendirilmeliydi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve yönetmekte olanlar, kendilerini hâlihazırda birer devrimci yönetimlerini de “devrim hükümeti” olarak görüyor, aleyhte gelişen her davranışı “karşıdevrimci” olarak değerlendiriyordu. Yönetim erkini elinde bulunduranlar açısından bakıldığında, olup bitenler kuşkusuz çok anlaşılırdı. Hükümetin kimi uygulamalarını benimsemeyenler açısından ise, genç Türkiye Cumhuriyeti, antidemokratik infaz kurumlarıyla donatılmış diktatörlükten başka bir şey değildi. Sadece on yıl önce vazgeçilen şeriatı geri döndürmek isteyenler değildi yeni yönetim tarzına diş bileyenler.
Kuzeyde giderek serpilmekte olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni doğru yönetim olarak görenler de, içinde yaşadıkları ülkenin durumunu hiç mi hiç beğenmiyor baskıcı buluyorlardı. Sabahattin, Aydın’da enikonu sosyalist bir kimliğine bürünmüştü. Etrafındaki öğretmenlerle kimliğini ifade ederek konuşuyor düşüncelerini dile getiriyordu.
Sabahattin tatilden istifade edip İstanbul’a geldiğinde bir sabah kapıyı açınca karşısında polisleri görünce çok şaşırdı. Polisler “Ayakkabılarını giy gidiyoruz!” dediklerinde “Nereye gidiyoruz” bile diyemedi. Sanki dünyanın en doğal işiymiş gibi portmantoya doğru gitti, ayakkabılarını ayağına geçirdi ve “Gidelim” dedi. Polisler “Yok” dediler “Aydın’a gidiyorsun. Mahkemen orada görülecek. Bavulunu da al.” Kendini Aydın’a götüren iki polis memuruna yol boyu “Neymiş suçum?” diye defalarca sordu. Bilmiyorlardı. Geceyi nezarette geçirdi. Sabahleyin hâkim karşısına çıkartılınca şaşırdı. Onunla birlikte öğretmen Baha Bey, öğrenci İzzet, mezun Musa Oğuz, işçi Hüseyin ve makinist Ali Cevat da hâkimin karşısındaydılar. Savcı onu ve diğerlerini “Aydın Erkek Sanat Mektebi öğrencilerinin dolaplarına Kızıl İstanbul adlı dergiyi koymak ve komünizm propagandası yapmakla” suçluyordu. Nutku tutuldu genç adamın.
Gerçek anlaşılıp da beraat edene kadar üç ay süreyle Aydın Cezaevinde kaldı Sabahattin. Aklının bir köşesinde içeride geçirdiği üç ayı kime nasıl tanzim ettireceği vardı. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Sabahattin, hapisliğin zor zanaat olduğunu öğrenmeye başlamıştı.
Sabahattin hapisten çıktıktan sonra Aydın’da çalışması uygun görülmemiş Konya’ya Almanca öğretmeni olarak gönderildi. Neyse ki, onunla aynı zamanda Pertev’de Konya’ya gelecekti. Ne şans! Sabahattin’in can dostu, aynı şehre tayin edilmişti.
Aklında halin eski aşkı Nahit vardı. Önündeki boş sayfanın başına “Eskisi Gibi” yazdı genç adam:
Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.
Başkalarına gülsem de,
Senden uzakta kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.
Konya’da öğretmenlik yaparken aynı zamanda Yeni Anadolu gazetesinde çalışıyordu. İstanbul’la olan ilişkilerini hiç kesmedi. Çok sevdiği arkadaşlarından Nihal’in çıkardığı Atsız Mecmua için de bir şeyler yazmayı istiyordu. Tamamlanmayan çalışmalarını koyduğu kapaklı dosyayı açtı. Birkaç şiirinin içinden birini çekip önüme koydu.
Başım dağ saçlarım kardır,
Deli rüzgarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
“Bir Kadın Dalaveresi” isimli hikâyesini Yeni Anadolu’da tefrika etmeye devam ederken, Kuyucaklı Yusuf üzerine çalışmayı da sürdürüyordu. Romanın üzerine kurulduğu Yusuf karakteri, kasabaya hâkim olan efendilere başkaldıran, onlarla çatışmaya giren gerçek bir halk kahramanını canlandırıyordu. Romanın diğer karakterlerinden Selahattin Bey’in bir tuzakla kumar masasına müptela edilmesi elindeki ve avcundakilerin alınması olsun, hep aş ön plana çıkar gibi görünüyor olsa da kazı ayağı öyle değildi! Kuyucaklı Yusuf tefrika edilmeye başlanır başlanmaz elden ele, dilden dile dolaşır oldu.
Yeni Anadolu gazetesinde yayımlanan tefrikalara karşılık ücret alamayan Sabahattin, gazete sahibi Cemal Bey’e “Alacağımı vermezseniz, size romanın devamını getirmeyeceğim” dedi. Cemal Bey tehditkâr sözlerle Sabahattin’i uyardıktan sonra masadan ayrıldı.
Okullar yeniden açılmış 1932-1933 öğretim yılı başlamıştı. 26 Aralık 1932 tarihinde tekrar gözaltına alındı. Etrafındaki yetkililere suçunun ne olduğunu sorduğunda “Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya hakaret” cevabını aldı. Savcı 1932 yılının ortalarına doğru katıldığı bir ev toplantısında ettiği lafları ileri sürüyordu. İddianamede, ayın toplantıda bulunan öğretmen Mustafa, Remzi ve Mehmet Emin Bey tanık olarak gösteriliyordu. Sabahattin, “intikamın soğuk yenen bir yemek olduğunu” işte tam da o an öğrendi. Bu üçlü Yeni Anadolu gazetesinin müdavimleriydi ve gazete sahibi Cemal Kutay’a yakınlardı. Mahkemede karşısına dikilerek ezberden okuduğu bir şiirle Atatürk’e hakarette bulunduğuna dair şahit edeceklerdi. Hani “Üç şahit bul adam astırırsın” lafı yar ya, sanki gerçek gibiydi. Sonuçta mahkeme Sabahattin Ali’ye 12 ay mahkûmiyet kararı verdi. Temyiz sonucunda cezası 14 aya çıkarıldı ve Konya cezaevine sevk edildi.
Genç adam, tıpkı Aydın Cezaevinde olduğu gibi kendini düşünmeye verdi. Kuyucaklı Yusuf’un Aydın Cezaevinde filizlenmesi misali Konya Cezaevinde de ilham anlamında nasibini alacaktı. Burada dağarcığına katacağı en bilinen hikâye “Candarma Bekir’di.” Bu hikâyeyi aynı koğuşta yattığı Halil Efe’den dinledi ve iki yıl kadar sonra Ankara’da kaleme aldı.
Konya Cezaevinde beş ay kaldıktan sonra Sinop Cezaevine nakledildi. Zindandaki zor şartlar yüreğindeki öfkeyi biledikçe, yüreğinde, beyninde biriktirdikleri kalemine müthiş bir şekilde yansıyordu. Bugün hâlâ dillerden düşmeyen Leylim Ley, Aldırma Gönül, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz gibi daha pek çok şarkı Sabahattin Ali’nin zorlu günlerde yazdığı şiirlerinden bestelenmiştir.
Sabahattin yaşadığı zor günlerin gayet iyi farkındaydı. Bu zamanlar ömrünün en verimli zamanları olacaktı. Durmaksızın biriktiriyordu. “Duvar” isimli muhteşem hikâye bu cezaevinin ürünü olacaktı.
Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü yaklaşırken hapishanede en çok lafı edilen konu aftı. Avukatlar, hâkimler, savcılar, hapishane müdürleri, mahkûmlar ve mahkûm yakınlarının kulakları radyolarının ajans bültenlerinde, gözleri gazetelerin manşetlerindeydi. Nihayet 26 Ekim 1933 tarihinde af tasarısı kanunlaştı ve 30 Ekim sabahı, gardiyan gelip eşyalarını toplamasını söylemişti Sabahattin’e. Sabahattin hapisten çıktıktan sonra Yozgat’ta öğretmenlik yaparken kendisine yardımcı olan dayısı asabiye doktoru Rıfat Bey’in Ankara’daki evine yerleşecek ve bir süre onlarla birlikte yaşayacaktı.
Genç adam birkaç gün dinlendikten sonra soluğu Maarif Vekâletinde aldı. Önceden tanıdığı Hasan Ali Yücel’in kapısını çaldı. Yücel, öğretmenliğe yeniden başlamakla ilgili isteğini Maarif vekili Hikmet Bayur’la konuşmaya söz verdi. Birkaç gün sonra Bayur’u ziyaret etti. Maarif vekili, Sabahattin’i nezaketle dinle ve konuşmasının arasına ustalıkla “eski düşüncelerinin değiştiğini ispat etmesi gerektiğini” sıkıştırdı.
Sabahattin doluya koyuyor almıyor, boşa koyuyor dolmuyordu. Önünde sadece iki seçenek olduğunun farkındaydı. Ya eğitimini gördüğü öğretmenliğe veda edecek ya da siyasal iktidarı elinde bulunduranlara düşüncelerini değiştirdiğini ispat edecekti. Kolay verilecek bir karar değildi. Dayısının evinde daha ne kadar kalabilirdi? Öğretmenlik dışında aklından çevirmenlik, gazetecilik gibi işler geçse de bunlardan kazanacağı para ile karnını doyuramayacağını biliyordu. Diğer işlerin dışında öğretmenlik aynı zamanda şiirlerini, hikâye ve romanlarını yazması için kendisine zaman bırakacak tek iş gibi görünüyordu.
Sonunda kararını verdi yazdığı şiiri Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Dergisine gönderdi. Şiir yayımlanması ve yayımlanmaması durumunda iki türlü yazılmıştı. Sonunda Varlık’ın 15 Ocak 1934 tarihli sayısında yayımlandı.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye.
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
Sonrasında bir yığın aksaklık çıkacağından emindi genç atam. Maarif vekili dilekçenin üstüne “Gazi Hazretleri’nden müsaade istihsal edildiği için” yazarak işleme konulmasına izin verecekti. Temmuz 1934’de Maarif Vekâleti tarafından resmen işe alınmış, önüne bir dolu iş konulmuştu. Yaptığı işlerin neredeyse hepsini akılsızca buluyordu Sabahattin. Vekâletin kendine verdiği çeviri işleri ile uğraşıyor, yazmaya çalışıyor en önemlisi de bıkmadan okuyordu.
Hala aynı sularda dolaşıyordu. Zihnini alıp başka denizlere akıtamıyordu bir türlü. Arkadaşlarının tersine bir baltaya sap olamamıştı. Bir okulda öğretmenlik yapıyor, arada bir Maarif Vekâletinin neşriyat işleri ile uğraşıyor olsa da hayatını yerine oturtamamıştı. Amcasının eşi Hayrünnisa hanıma Aliye ile evlenmek istediğini söylemişti. Konuya amcası Salih de dâhil olmuş ve İstanbul’da yaşayan Aliye’yi istemeye gittiklerinde babası Sabahattin’in poliste kayıtlı olduğunu, hapis yattığını konusunda mırın kırın etse de kızının Ankara’da yaşamayı çok istemesi nedeniyle yelkenleri suya indirmişti. Çok sevinen Sabahattin ayağa fırlayarak amcasına ve yengesine sarıldı. Nişan hazırlıklarından sonra 16 Mayıs 1935 tarihinde Kadıköy Evlendirme dairesinde evlendiler.
Mayıs ayların gülüdür.
Taze bir çiçek dalıdır.
İçerim ateş doludur.
Mayıs’ta gönlüm delidir.
Sabahattin, eşinin Ankara’da sıkılmaması için Aliye’yi arkadaşları ile tanıştırdı. Tabii ki ilk olarak Pertev ile daha sonra edebiyat öğretmeni Nahit Hanımla. Aliye, eşinin bir zamanlar Nahit’e âşık olduğundan habersizdi. Sonraki günlerde Ulus’taki çatı daireleri adeta arkadaşlarıyla dolup taşıyordu. Evliydi ve çalışıyordu refah seviyesini yükseltmek için ek işler aramaya başlamıştı.
Sabahattin henüz askerliğini yapmamış olduğundan gelen askerlik celbinde kendisinin Harbiye’de bulunan Yedek Subay Okuluna teslim olması istenmişti. İstanbul’a gidip Pangaltı’da ev kiraları ve buraya taşındılar. Aliye yeni evine alışmış, cana yakın komşularıyla tanışmış ve yaklaşmakta olan doğumu beklemeye başlamıştı.
Sabahattin 1937 Haziran ayının ortalarına doğru kötü bir haber aldı. Kuyucaklı Yusuf romanı “halkı ve aile hayatı ve askerlikten soğutma” gerekçeleriyle mahkeme kararıyla toplatılmıştı. Kitabın yayımlayan yayınevi ve satanlarda mahkemeye çağrıldılar. Dava 7 Ekim 1937’de İstanbul’da görülecekti. Sabahattin’in aklına Aydın, Konya ve Sinop cezaevlerinde çektikleri geldi. Hemen avukat arkadaşı Niyazi ile konuşmalıydı. Neler olabileceğini ondan dinlemeli ve konuyu eşine uygun bir biçimde anlatmalıydı. Düşünmeden laf etmeyi sevmeyen Niyazi, “Mutlaka bilirkişiden görüş alacaklardır. Hem sadece bir bilirkişiden değil üç bilirkişiden kitabı inceleyip görüşlerini bildirmeleri istenecektir” dedi.
Bu arada Aliye’in hamileliği ilerlemiş ve doğuma günler kalmıştı. 30 Eylül günü sancısı tuttu genç kadının Sabahattin’e haber gönderildi. Sabahattin’in getirdiği bir otomobille Alman Hastanesine ve çok geçmeden cici kızı Filiz Ali doğmuştu.
Yedek Subay Okulunda sınav günü yaklaşıyordu. Birilerinden kendisinin yedek subay değil de er olarak çıkartacaklarını öğrendiğinde beyninden vurulmuşa döndü. Aliye yeni doğum yapmış, ödemekte olduğu ev kirası ve diğer giderleri düşününce hayatı kâbusa dönmüştü. Durumu eşine anlattı ve Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın kendisini sevdiğini ve şimdiye kadar hep yardımcı olduğunu söyledi eşine. Eşinin ağzından Saffet Arıkan’a bulundukları durumu anlatan bir mektup yazdılar. Sabahattin’in yaşadığı kâbus kafasında büyüdükçe büyüdü. Sonunda dayanamadı ve anne olalı henüz bir hafta olmuş Aliye’yi komşularına emanet ederek Ankara’ya gitti.
Trenden iner inmez önce Afet İnan’a gitti ve durumunu anlattı. Dayısının adını vermesi halinde Vekil Saffet Arıkan’ın kendisini huzura kabul edeceğinden emindi. Afet İnan ile birlikte Makama kabul edilince derdini Vekil Bey’e net bir şekilde ifade eti.
Saffet Bey genç adama sakin olmasını söylerken özel kaleminden onun yanında bazı telefonları bağlamasını istemişti. Saffet Bey harekete geçmiş ve sorunu çözmüştü. Sabahattin İstanbul’a içi rahat dönmüş er değil yedek subay olarak tayini Eskişehir’e çıkmıştı.
Eskişehir’e gidiş hazırlıkları sürerken dava ile ilgili bilirkişiler belli olmuştu. Bunlar Reşat Nuri Güntekin, Kurmay Binbaşı Münci Ülhan ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Fakültesi Doçenti Ziyaettin Fahri’ydi. Niyazi ile konuşunca mahkemenin işini ciddiyetle yaptığı dair düşüncesi güçlendi.
Sayılı günler çabuk geçti ve mahkeme günü geldi. İlk raporu yazan ve o günlerde Maarif Vekâleti müfettişliği yapan Reşat Nuri Güntekin “Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikâyecilerinin en kuvvetlisidir” diye başlamıştı görüşlerini belirtmeye ve “Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir edebi eserdir” diye devam etmişti. “Türk muharriri netice itibariyle bir rejim meselesi demek olan komünizm bahsinde bile nazariye olarak her isteğini yazarken, Sabahattin Ali’nin herhangi bir müessesemiz hakkında bir tenkit romanı yazması hakkı, hiçbir suretle tahdit edilemez fikrindeyim.” Bu rapor Sabahattin açısından oldukça önemliydi.
Kurmay Binbaşı Münci Ülhan raporunda; “Eserin mevzuu zamanı gözetilmeksizin şeklen mütalaa olunduğu takdirde askerlik ruhuna aykırı görülmekte ise de eser mevzuu zamana irca olunca bu mahiyeti kalmamaktadır.” Görüşünü ifade etmiştir.
Felsefe Doçenti Ziyaettin Fahri ise raporunda: “Romancı aileyi yıkmıyor. Onu mükemmel görmek itiyor. Vakanın tasvirinde bir acılık varsa da bunun sebebi muharririn değil, hepimizin tenkit edeceği bozuk aile hayatımızdır. Romanın askerlik gibi bir vatani vazifeden karileri soğuttuğu görüşü çürüktür. Bir defa romancının hayalinde mesut ve güzel bir Türkiye yaratmak cehdi vardır.” Bilirkişi raporları böyle olunca mahkemeye düşen Sabahattin ve diğer kişiler hakkında beraat kararı vermekti. Öyle de oldu.
Bu arada, Sabahattin’in 1937’de yayımlanan Ses isimli hikâye kitabının etkileri sürüyordu. Dağlar ve Rüzgâr’dan sonra yayımlanan bu ikinci hikâye kitabı da epey ses getirmişti. Dergilerde yayımlanan yazıları da göz önünde bulundurulduğunda, Sabahattin ülke sathında en çok bilinen yazarlardan biri haline gelmişti. Kendi belki pek farkında değildi ama onun kat ettiği bu gelişme Ankara’nın etkili ve yetkili isimleri tarafından dikkatle izleniyor ve bir kenara not alınıyordu. Ankara’ya geldiğinde Ankara Musiki Muallim Mektebinde Türkçe öğretmenliği yapmaya başlamış ve aynı zamanda Almancasından dolayı Devlet Konservatuarında görevli Carl Ebert ile çalışma görevi verilmişti. Genç adam yeni bir kariyere başlangıç yapmıştı. Bundan böyle diğer işlerinin yanına dramaturg olarak da çalışacaktı. Sabahattin dramaturgluğu çok sevdi ve bu görev şimdiye kadar yaptığı işler arasında kendisine en uygun olanı olarak görmeye başladı. Carl Ebert, Almanya’da Max Reinhardt Tiyatro Okulunu bitirmiş, Berlin ve Frankfurt’ta sanat okullarının kurulmasına ön ayak olmuş yönetmenlik ve oyunculuk yapmıştı. Ülkesindeki Nazi yönetimini eleştirdiği için önce Arjantin’e daha sonra Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştı.
Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyini yakalamasını yürekten isteyen Atatürk, Nazi rejiminden kaçan bilim adamlarının Türkiye için “ilaç” görevi üstleneceğinin gayet farkındaydı.
Carl Ebert içinde Sabahattin bulunmaz bir nimet olmuştu. Sanatçı adımını attığı çorak topraklarda Almanca tercüman bulmayı beklerken karışında bir sanatçı ve aydınla karşılaşmak onun için çok büyük şans olmuştu. Ali ve Ebert aileleri kısa zamanda kaynaşarak yedikleri içtikleri ayrı gitmez olmuştu.
Bu görevi sayesinde Sabahattin ve eşi yabancı misyonların davetli listesine girmeye başlamışlardı. Fransız, Alman, Rus ve diğer sefaretlere gittiklerinde sadece yabancı misyonla değil aynı zamanda genç Türkiye Cumhuriyetini yöneten hükümetin önemli isimleriyle de tanışıyordu. Ali çifti, giderek Ankara sosyetesinin ayrılmaz bir parçası haline gelmişti.
Söz konusu olan Sabahattin ise sorun kaçınılmazdı. Yazarlıkta ve dramatuglukta gösterdiği başarılar nedeniyle övgüler aladursun, içi içine sığmıyordu genç adamın. Tanıştığı çevrelerde devletten veya hükümetten birileriyle karşılaştığı zaman nevri dönüyor çenesine hâkim olamıyor ve lafının ayarını bozuyordu genç yazar. İğnelediklerinin başında Karpiç restoranda karşılaştığı Şükrü Saraçoğlu geliyordu. “Memleket böyle mi idare edilir?” diyerek bozmaya çalışıyordu başbakanı. Sabahattin’den yirmi yaş büyük olan Saraçoğlu ise gülüp geçiyordu bu sataşmalara. Bazen alınmadığını gösterecek şekilde takıldığı bile oluyordu genç adama. Yine bir yemekte Saraçoğlu “Bu ne şıklık Sabahattin, proleter böyle giyinir mi?” demişti. Sabahattin’in cevabı her zaman olduğu gibi hazırdı. “Efendim, devrim olunca proleterlerin nasıl giyineceklerini görmek istiyorum da!” Gülmüştü dönemin başbakanı genç adamın muzipliğine.
İyiliğinde kötülüğünde insanın kendi eseri olduğunu biliyordu Sabahattin. Toplumların iyiye ya da kötüye gitmesine yol açanlarında insanların içindeki iyilik ve kötülük olduğunun gayet iyi farkındaydı. Dünyayı tek bir ülke olarak hiçbir ayrım yapılmaksızın kavgasız gürültüsüz ve huzur içinde yaşayan dünya vatandaşı olmak istiyordu. Diktatörlerden arınmış, kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, gelir adaletinin olduğu bir dünyada nefes almaktı genç yazarın hayali.
1939 yılının Nisan ayında Ulus gazetesinde İçimizdeki Şeytan isimli eseri tefrika edilmeye başlanmıştı. Bu tefrikalar gazetelerin tirajlarını yükseltiyordu. Bu romanda insanları iyi ve kötü yönleriyle masaya yatırıyordu.
İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle ikinci kez askerlik yapmaya çağrılmıştı. Şarkışla’da Sekizinci Tümen’e katıldı. Neyse ki çocukluk arkadaşı Pertev Naili Boratav ve ilk askerliğinde tanıştığı Niyazi Ağırnaslı’da kendisiyle aynı birlikteydi. Sabahattin’in ikinci dönem askerliği dört ay sürdü. Ankara’ya geri döndüğünde işlerine kaldığı yerden devam etmeye başladı. Bu arada Kürk Mantolu Madonna’yı yazmaya başlamıştı. O günlerde kendisine ne üzerine çalıştığı sorulduğunda “İnsanın derinliği” diyordu Sabahattin.
Kürk Mantolu Madonna olgunlaşmış ve 18 Aralık 1940 tarihinde Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlanmıştı. Kürk Mantolu Madonna gibi etkileyici roman yazmış olmasına rağmen Sabahattin için karanlık günler yeniden yaklaşıyordu. Carl Ebert’le birlikte müzik, opera ve tiyatro çalışmasına karşın, kuşkucu çevreler tarafından alttan alta izleniyordu. Çevresinde kim var kim yok aldırmadan yaptığı milliyetçilik karşıtı konuşmaları ve sosyalizme dair söylemleri giderek kalınlaşmakta olan dosyasına eklenmişti. İstanbul’da Resimli Ay çevresiyle olan ilişkileri yargılanmaları ve hapis cezaları siyasi polis tarafından dosyasına ekleniyordu.
Edremit’te gittiği bir düğünde komünist olduğu kulağına fısıldanmış olan Bekçi Ali Efendi her adımını izler olmuş birazda işgüzarlığından yazarın bileğine kelepçeyi geçirmişti. Yörenin halkı belediye başkanından destek istemeleri sonucunda gözaltına alınmaktan kurtulmuştu.
Sabahattin eleştirilerinin dozunu burada bıraksaydı iyiydi! Ama dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’ye yönelik olarak ne kadar bencil olduğunu, esasen küçük adamlığını bırakamadığını uluorta söylüyordu. Kendisini uyarmaya çalışanları da “Korkma. Ben bunları her yerde söylüyorum” diyerek paylıyordu. Milli Şef İnönü’nün başını çektiği politikaları katiyen beğenmiyordu. Savunma bütçesine çok büyük meblağ ayrılmış olmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Gar Gazinosunda kravatlı beyefendiler ve tuvaletli hanımefendiler envaiçeşit revüyü büyük bir keyifle izlerken, kentin eteklerinde ve devamı olan Anadolu’da insanlar yataklarına aç giriyorlardı. Bunları söylüyordu yazar. Kim kap atabilirdi ki Sabahattin’in çenesini?
İkinci Dünya Savaşı devam ederken İnönü savaş yorgunu genç Türkiye Cumhuriyeti’ni bir kez daha savaşa sokmamak için olağanüstü manevralar yapıyor kim üstünlüğü ele geçirirse mavi boncuğu ona vererek, tek hâkimi olarak yönettiği ülkeyi savaştan uzak tutmaya çalışıyordu. Avrupa savaşırken Ankara kültürel açıdan aydınlanma yaşıyordu. Ülkenin başarılı aydınları, sanatçıları, yazarları, bilim adamları Gazi’nin vasiyetini yerine getirmek Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için var güçleriyle uğraşıyorlardı. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel Türkiye’nin kültür hayatını kanatlandırmış büyük bir eğitim reformu başlatmıştı. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinin yanında Tıp Fakültesini kurmuş, İstanbul’daki Yüksek Mühendis Okulunu İstanbul Teknik Üniversitesine dönüştürmüştü.
Sabahattin, 1943 yılında Kürk Mantolu Madonna’nın kitap olarak basılması hazırlıklarına başladı. Aynı günlerde Yeni Dünya isimli öykü kitabını da yayına hazırlıyordu.
Almanya’nın tüm cephelerde yeniliyor alması Türkiye’yi endişeye sevk etmiş ve askere alınmalar başlamıştı. Sabahattin üçüncü kez Çankırı Erzak Nakliye Taburuna görevlendirilmişti. Sayılı günler çabuk geçmiş askerliğini tamamlayarak evine dönmüştü. Bu süre zarfında Almanlar cephelerde iyice gerilemiş 30 Nisan 1945 tarihinde Hitler intihar etmişti. Bundan böyle Avrupa’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Sabahattin, değişen dünyada yerini almak isteyen Türkiye’nin gidişatına aktif olarak müdahale etmenin derdine düşmüştü. Bunu en iyi yapacağı yer ise bir gazete veya dergiydi. Tüm yayın politikalarını belirleyebileceği en azından kendi düşüncelerine yakın insanlarla tartışarak süreli bir yayın çıkartmak için diğer yazarlarla görüşmeye başladı.
Görüşmeler sonucunda Yeni Dünya adlı bir gazete çıkarılmasına karar verilmiş ve gazete için bir de logo düşünülmüştü. Gazete isminin altında başta Türkiye olmak üzere tüm ülkelerin bayraklarının konulmasına karar verilmişti. Hummalı bir çalışmadan sonra ilk sayı yayınlandığında hepsi beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bayrakların yeri değişmiş SSCB bayrağı ilk sıraya konulmuştu. Sabahattin hop oturuyor hop kalkıyordu “Kim yaptı bunu” diye soruyor ancak bir cevap alamıyordu. Kimse bilmiyordu bu değişikliği kimin ve neden yaptığını. “Yahu” diyordu Sabahattin. “İçimizde bir provokatör var. Anlaşılmayacak bir şey var mı bunda?” Ne kadar tartışsalar da gazetenin ilk sayısı Türkiye’nin her yerine dağıtılmıştı. Beklendiği gibi ortalık ayağa kalkmıştı. Çeşitli kesimlerden gazete aleyhine tepkiler büyümeye başladı. Henüz dördüncü sayı çıkmışken 4 Aralık 1945 günü İstanbul Üniversitesi önünde toplanan öğrenciler Cağaloğlu’na doğru yürüyüşe geçti. Hedef belliydi: Tan gazetesi ve matbaası. Gazete binası önünde toplananlar yönetim binası ve matbaayı tümüyle tahrip edip her şeyi yağmaladı. Tan matbaasında basılan Yeni Dünya gazetesi de bu saldırıdan nasibini aldı ve yayımlanamaz hale geldi. Gazete sahibi Zekeriya Sertel o günü şöyle anlatıyor:
“4 Aralık 1945 günü sabahı üniversiteli faşist gençler, ellerinde önceden hazırladıkları balta, balyoz ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Gösteriler, baltalarla matbaa kapısını kıpır içeri girdiler. Makineleri balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyaları kırıp döktüler. Ellerine ne geçtiyse yakıp yıktılar. Sonra ellerindeki kırmızı boya şişeleriyle “Serteller nerede” naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda, “İşte kızıllar” diye gezdirmekti.”
Tan Gazetesinin basılıp tahrip edilmesi her yerde özellikle de SSCB’de yankı buldu. Sovyetler Birliği bu konuda tek parti hükümetini suçladı ve nota verdi. İstenen olmuş CHP’ye soldan muhalefet eden herkes sindirilmişti. Gazete baskınına katılanlar arasında sonradan ülkenin kaderinde rol oynayacak pek çok ilginç isim vardı. Bunlardan bazıları, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Orhan Birgit, Celadet Moralıgil, Cüneyt Arcayürek, İlhan Selçuk, Ali İhsan Göğüş gibi.
Sabahattin’in borca girerek gazete çıkarma macerası hiç de tahmin ve arzu edilmeyen bir biçimde sona ermişti. Yeni Dünya serüveni Hasan Ali Yücel’in başa çıkamayacağı kadar büyük ses getirmişti. Sabahattin Ali’nin isminin üzerinin devletin bütün kademelerinde kalım bir kalemle çizildiğini gayet iyi biliyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun sempatik bulduğu, biraz da bu nedenle, memuriyet mesleğinde aslında kimseye nasip olmayacak kadar hoş görülen Sabahattin Ali’nin ipinin çekilme zamanı gelmişti. Ne Yücel, ne de Saraçoğlu bu kararı tek başına almamıştı. Onların üstünde Milli Şef vardı.
Sabahattin, artık Ankara’nın en azından kendisi için çalışmaya müsait bir şehir olmadığının farkındaydı. İstanbul'a gidip iş aramasının doğru olacağını düşündü. Artık bundan böyle mesleği olan öğretmenliği asla yaptıramayacaklarını biliyordu. Bu durumda ağırlığını yazmaya vermekten başka yolu kalmamıştı. Aziz Nesin’le birlikte “Markopaşa” adlı bir dergi çıkarma konusunda anlaşmışlardı. Dergi mizah yoluyla insanları siyasi konularda düşündürmeye amaçlamışlardı. Bunun için karikatürist Mustafa Uykusuz ile anlaşmışlardı. Bin bir zorlukla da olsa Markopaşa’yı okurlarıyla buluşturma çalışırken, Sabahattin’in kalbi her zamankinden daha çok çarpar olmuştu. Dergi beğenilecek miydi? Kaç adet satacaktı? Dergiyi kimler alacaktı? Bunları merak ediyordu.
Tam da düşündükleri gibi olmuştu. Markopaşa basılmış ancak dağıtımcı verdiği sözden dönünce dağıtılamamıştı. Sabahattin “Felaket!” diye düşündü. Neyse ki Aziz kolay teslim olan biri değildi. Sabahattin’i karşısında moral bozukluğu içinde söylenir bir şekilde görünce, iki bin dergiyi kapıp sokağa çıktı. Rast geldiği tüm bayilere beşer onar dağıttı. Eminönü’ne ulaştığında kucağında daha dünya kadar dergi vardı. İlk aklına geleni yaptı. Markopaşa diye bağırmaya başladı. İnanılır gibi değildi, dergi önce yavaş yavaş ardından süratle satılmaya başladı. Son derece iptidai koşullarla daha çok Aziz’in çabalarıyla dağıtılmış olmasına rağmen dergi iki gün içinde tükendi. Sabahattin ve Aziz sonraki sayıyı altı binin üzerinde basmaya karar verdiler. Dağıtıcılar durumdan haberdar olmuş dergi yazıhanesinin önünde kuyruk oluşturmuşlardı.
Markopaşa her açıdan bomba tesiri yaratmıştı. Hükümete muhalif olanlar dergiyi çok beğenmiş neredeyse kapışmışlardı. Hükümet yanlıları ise hop oturup hop kalkıyorlardı. Sabahattin ve Aziz’in şiddetle cezalandırılması gerektiğini söylüyorlardı. O tarihlerde Türkiye’nin siyasi durumu hayli karışıktı, Markopaşa, alaycı üslubuyla insanları güldürmeye, düşündürmeye devam ediyor, tabiatıyla birilerini de fena halde kızdırıyordu.
Sonunda Markopaşa’nın basıldığı matbaa kapatıldı. Aziz’in gayretleriyle güçbela bir matbaa bulundu. Bu kez de bulunan matbaaya tehdit mektupları gelmeye başladı. Tüm tehditlere rağmen dergi basıldı. Bu arada baskı sayısı yirmi beş bine çıkarılmıştı. Dergi yayınevinde bayilere ulaştırılmaya hazır hale getirilirken polisler yayınevini basıp Aziz Nesin, Sabahattin ve Rasih Nuri İleri’yi alıp götürdüler. Gerçekleşen tam anlamıyla bir yıldırma operasyonuydu. İki yazara sorgu esnasında komünist olarak bilinen kim varsa hepsinin isimlerini ve kendileriyle bağlantılarını sordular. İstanbul Emniyet Müdürlüğü siyasi otoritenin isteğini yerine getirmiş, muhalifleri bu kez de Markopaşa’yı bahane ederek gözaltına alıp işkenceden geçirmişti.
1947 yılında Markopaşa sıkıyönetim tarafından kapatıldığında Malumpaşa olarak yayımlanmaya devam etmeye başlamıştı. Derken Cemil Sait Barlas’ın açtığı dava sonuçlanmış, Sabahattin Sultanahmet Cezaevini boylamıştı. Onun hapse girmesiyle dergi Aziz Nesin tarafından yayın hayatına devam ediyordu. İki ortak ve herkes de biliyordu ki, çok partili rejime geçilmiş olmasına rağmen, CHP Türkiye’yi sanki memlekette tek parti varmış gibi yönetiyordu. Ya bu partinin politikalarını destekleyecek ya da susacaktınız. Ama iki kafadarın susmaya hiç niyeti yoktu.
1947 yılı Türkiye açısından siyasetin yeniden şekillenmeye başladığı yıldı. Bir yıl önce ocak ayında kurulmuş olan Demokrat Parti faaliyetlerini ayağı yere basacak şekilde sürdürüyordu. Bu partinin iki önemli vaadi vardı. Birincisi devletçilikten vazgeçilerek liberal ekonomin tesis edileceği ikincisi ile demokrasiyi tüm unsurlarıyla yerleştireceği vaadiydi.
Sabahattin 30 Aralık 1947 yılında tahliye edilmişti. Sosyalist olan Sabahattin Ali, baskıcı hükümet politikalarına muhalefet ettiği için polis tarafından sürekli izleniyordu ve antikomünist histerinin propagandacısı sağ basın tarafından hedef tahtasına konulmuştu. İktidarın hoşuna gitmeyen eleştirel düşüncelerini açıklayan kişilerin “düşman”, “vatan haini” ilan edildiği bir ortamda, “hep birlikte, özgür ve eşit biçimde ‘insan gibi’ yaşamak mümkündür” diyen yazıları ve yoksulluğu, yolsuzlukları gündeme getirmesi nedeniyle “yıkıcı propaganda” yapmakla suçlanıyor, hakkında soruşturmalar, mahkûmiyetler veriliyordu. Sabahattin Ali, çalışamaz, üretemez duruma gelmişti. Yurt dışına çıkmak istiyordu ama pasaport alamıyordu. Sonunda bir kaçakçı ile anlaşarak yurt dışına çıkmaya karar verdi.
Sabahattin Ali, dönemin haber alma teşkilatı için çalışan Ali Ertekin’le yurt dışına çıkmak için anlaştı. Sabahattin Ali, başına geleceklerden habersizdi. Ertekin, onu ‘sınırı geçeceğiz’ diyerek Kırklareli’ne götürdü. Sonra bilinmezliğe terk edildi. Sabahattin Ali’nin cansız bedeni bir çoban tarafından 16 Haziran 1948’de Sazara Köyü ormanlık alanında bulundu. Olayın kamuoyuna yansıması ise 9,5 ay sonra, ciddi hükümet krizinin yaşandığı günlerde oldu. 12 Ocak 1949 tarihinde gazetelerde “Komünist yazar Sabahattin Ali yurt dışına kaçarken Bulgar sınırında öldürüldü” şeklinde yansıtıldı. Devletin resmi açıklaması bu olsa da, yakın çevresi, Sabahattin Ali’nin Kırklareli Emniyet Müdürlüğünde sorgulanırken öldürüldüğü ve olayı örtbas etmek için Ali Ertekin’in paravan olarak kullanıldığı görüşünde birleşti.
Cengiz Emik
Ankara, Temmuz 2023